Sokak – Bölüm 28

3

Boşluğu Doldurmak

Nedense bugün canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Kalkmak, giyinmek, yemek hazırlamak, konuşmak… Hiçbir şey. Neden diye düşünüyorum. Sebebi yok. Böyle anlam veremediğim anları ara sıra yaşarım. Peki nasıl geçer? Bazen bilemem. Bazen de bir şey olur; sanki bir yere veya bir şeye işaret eder. Ben de ona takılır, hayalin kalıba sığmayan sınırsızlığına  açılırım. 

Bunları düşünürken kumruyu fark ediyorum. Penceremin tam karşısında elektrik direğinin üstüne konmuş, bana bakıyor. Sonra pencerenin yanına geliyor. Ve konmasıyla aniden havalanması bir oluyor. Bir şeye işaret eder gibi. Ben de camdan ardına takılıyorum. Ve gökyüzünde uzanan mavilikle, altındaki masmavi sularla ve martılarlayım…

Duyduğum yoktu ne vakittir
Güvercin sesi, kumru sesi, pencerede;
İçime gene
Yolculuk mu düştü, nedir?

Orhan Veli de acaba buna benzer hislerle mi yazdı şiirini? Kuş sesi, uzak ülkeler ve yolculuk.  Çünkü yola düşme hissi güvercinin, kumrunun varlığıyla geliyor. Yolculuk nereye olabilir? Cevabı hazır. 

Nedir bu yosun kokusu,
Martıların gurultusu havalarda;
Nedir?
Yolculuk olmalı, yolculuk.*

Bu yolculukta toprağın tozu, asfaltın katılığı yok. Sağında, solunda trafik işaretleri, ikaz eden levhalar yok. Bu yolculukta denizin tuzu, genzinde yosun kokusu ve sana eşlik eden kanatlar, kuş sesleri var. Gökyüzü sonsuz maviliğiyle bir bilinmeyene uzanıyor. Hayaller bulutların ucuna takılmış. Biraz dirilmiş gibiyim. Radyo Voyage’ı açıyorum. Harika bir müzik. Kulaklarımda çınlayan ritimleri ve gün ışığının varlıkla bütünleşen ahengi. Kimse yok yanımda. Beni kritik eden gözler yok. Sadece ben ve içinde açılmak istediğim bir âlem var. İçimde biriktirdiklerim, boğazımdan geçemeyenler, dilimde düğümlenenler teker teker dökülmeye başlıyor. Zihnimdeki bulanıklık, bedenimdeki ağırlık kalkıyor. Ferahlıyorum.

Yaşama karşı hissettiklerim, manevî âlemin çözemediğim gizemleri, iç dünyamda nereden çıktığını bilemediğim muğlak kelimeler, heceler, harfler… Şimdi öyle bir şey olsa da hepsi bu maviliğe, ilahî manzaraya ve müziğe eşlik etse… Bir anlık da olsa bu yaşananlara dokunmak istese…

Denize bakıyorum. Gökyüzü gibi rengi mavi. Gerçekten mavi mi? Su aslında renksizdir, kendisine ait bir rengi yoktur. Gün ışığının zerreleriyle bütünleşir, atmosferdeki tabakalardan geçer ve kendi varlığında ne barındırıyorsa onlardan etkilenir ve kendisini bize görülen rengiyle sunar. Düşünüyorum da benim rengim var mı? Rengim dediğim bedenim? Aynı su gibiyim. Bu eller mi benim? Gözlerim, alnım, saçlarım… Ellerimin üzerindeki kırışıklıklar. Oysa hiçbiri yoktu önceleri. Şimdiyse gittikçe çoğalıyor. Benim olsaydı günden güne böylesine değişir miydim? Ya el becerilerimin gün geçtikçe azalması. İster miydim böylesine aciz görünmeyi? 

.Hanım! Sahilde yürüyüşe çıkmak niyetindeyim. Gelir misin?

Çoğu zaman gelemem dediğim için sesinde “Yine gelmeyecektir.” ifadesi var. Ama bugün öyle olmayacak.

.Tamam. Ben de geliyorum. Yalnız benim sokağımdan geçebilir miyiz?

Neden böyle dedim? Bilmiyorum. Sabahki tükenmiş halim, kumrunun bakışı ve sonra içimdeki ferahlık. Şimdi ise sahile davet ve aklımda hiç yokken sokaktan geçme isteğim.

.Orada oturanları seviyorsun; anladım. Ancak sokağın senin üzerindeki bu denli etkisini anlamış değilim. 

.Sokağın ruhu, benim ruhumu çekiyor olamaz mı?

Böyle bir muhitte oturmamızın nimetini anarak yürüyoruz. Hava çok güzel. Sahil sandığımdan hareketli. Caddeden geçen arabaların sürati korkutuyor. Işıklarda bekliyoruz. 

.Bak! Kim el sallıyor sana?

.Nerede? Gözlüğümü almadığım için göremiyorum.

.Yine ihmal değil mi? İnsan gözlüksüz çıkar mı? El sallayan Nur Hanım; yanında da Maide Hanım var. 

Geçmeyin diye işaret ediyoruz. Neyse ışıklar yanınca biz geçiyoruz. Banklarda oturacak yer yok. Maide Hanım hayli yorulmuş. Ayakta tutmak olmaz. Hal hatır sorarken zorlanıyor. Nur’un koluna sımsıkı tutunmuş. 

.Bugün kendime güvenerek Nur’la yürüyüşe çıktım. Lakin, gördüğünüz gibi hata etmişim. Ekrem Bey! Sizden istirham etsem, birlikte bize gidebilir miyiz? Hem Mümtaz Bey de çok sevinir.

Kesik kesik çıkan bu sözleri eşim kıramıyor. Başka biri olsa bin dereden su getirirdi. Nur, az çok eşimi tanıdığı için yüzüme bakıp gülüyor. 

Salona geçiyoruz. Maide Hanım, Nur kendilerine çeki düzen vermek ve Mümtaz Bey’i haberdar etmek için müsaade istiyorlar. Eşimin gözleri kitaplarda ve hatlarda. Aynı benim ilk geldiğimde yaptığım gibi kütüphaneye giderek kitaplara göz gezdiriyor.

.Okuma tutkunları, kitaba değer verenler belli oluyor. Hoş geldiniz Ekrem Bey! Şereflendirdiniz bizi. Ailece bu özelliğe sahip olmanız bahtiyarlık. 

.Sağ olun. Gördüklerim kadarıyla hemen hemen aynı kitaplara sahibiz diyebilirim. Bilhassa favorim olan Gazali’ye ait eserleri görmek…

Konu kitap oldu mu, eşimin suskunluğundan eser kalmaz. Konular, yazarlar derken sohbet koyulaşıyor. Sonra konu hatlara dönüyor.

.Bu zevk amcamdan kaldı. Kuzenimle bizi hat sanatlarının sergilendiği yerlere götürürdü.  Eve yeni bir hatla geldiğinde onun heyecanlı halinden, zevkle duvara asışından, sonra hattaki yazıyı açıklamasından çok etkilenirdim. Görür görmez anlamı çözülen şeyler beni pek etkilemez. Ona uzun zaman bakmalı, bakarken zorlanmalıyım. Düşünmeliyim. Anlam arayışlarına girmeliyim. Kısaca emek vermeliyim. Hattın bence böyle bir gizemi var.

Onlar konuşurken Nur her zamanki gibi ikramda bulunuyor. Eşimin ses tonundan halinden memnun olduğunu anlıyorum. Sıkıldığında ikide bir yüzüme bakar. Bu, “Ne zaman kalkacağız?” demektir. Şimdi ise böyle işaretler yok. 

Biz de Maide Hanım’la, Nur’la sohbete dalıyoruz. Saate bakıyorum. Vakit hayli ilerlemiş. Eşime kalkalım demeliyim. Tam o sırada kapı açılıyor. Yalın Bey ve arkasında biri. İçeri girince tanıyorum: Harun Bey. Bu tarafta işleri varmış. Onlar gelir gelmez kalkmak ayıp olur düşüncesiyle biraz daha oturuyoruz. 

Yalın Bey, arkadaşı gelince daha bir rahatlamış. Harun Bey’e farklı bir güveni var gibi.

Bir ara Harun Bey lavaboya gidince onun iş teklifini kabul etmesinin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. Orta Doğu Teknik Üniversitesi İstatistik Bölümü’nden mezun. İngilizce okumuş. Ayrıca finansal danışman olmak için lisans eğitimi almış. Sonra uluslararası birkaç özel şirkette planlama bölümünde çalışmış. 

.Harun, hakkındaki bu tip konuşmalardan rahatsız olur. Onun için yanımızda yokken onu tanıtayım dedim. İş yerinde ciddi, katı denilecek kadar prensip sahibi. Ancak dostları arasında farklı. Aynı yaylada tanıdığım gibi. Yaşça benden küçük; fakat yanında kendimi benden çok büyükmüş gibi hissediyorum. İlk başlarda iş konusunda nasıl ikna edeceğim diye düşündüm. Hatta bir ara vazgeçtim. Kabul etmeyebilirdi. Aramıza bir soğukluk da girebilirdi. Konuştuğumda hiç öyle olmadı. Yanına gittiğimde işi, imkânları değil hayallerimi anlattım. Tabii günlerce tek tek hazırladığım projeleri sunarak. Kendisine teklif edeceğim görevde bir işletmenin performansı; amaca ulaşma başarısı değil, ihtiyacı olanların kalkındırılması vardı. 

Dinledi, tetkik etti. “Bana biraz mühlet ver.” dedi. Ancak gece saat birde telefonla arayıp “Kabul ediyorum abi.” cevabıyla sevindirdi.

.Peki, Yalın Bey. Bu hızlı kabul edişte Müşfik dedenin “Tahmin bile edemeyeceği güzel şeyler yapacak o. Ve sen de yanında olacaksın.” sözünün önemi vardır. Değil mi?

.Ben de öyle düşünüyorum Elif Hanım. 

.Zaten olaylar, hazırlanan projeler, bu kerametli konuşmayı tasdik ediyor.

Harun Bey’in gelmesinden sonra biraz oturup müsaade istiyoruz. Mümtaz Bey ve Maide Hanım eşimi geçirmek için birlikte bahçeye çıkıyor. Ben de Nur’la tam kapıdayken Yalın Bey yanıma geliyor. Usulca:

.Elif Hanım. Biliyor musunuz, yine aynı kokuyu duymaya başladım. Sizin dediğiniz gibi yine bir şeyin aslını arama peşindeyim galiba. 

.Doğrudur, Yalın Bey. Duyduğunuz şey, nasibinizin kokusu olabilir. Çünkü anlattıklarınıza bakılırsa nasibinizin öncüleri tek tek geliyor. İnanın çok güzel işler gerçekleştireceğinize yürekten inanıyorum. Çünkü sözlerinizin candan geldiği o kadar belli ki. Aklımda kaldığına göre Dede bir şey daha demişti: “Aradığın koku, dolaştığın yerlerden değil, canından geliyor.”

.Evet, ilk yanına gittiğimde böyle demişti. Sonra devamını getirmişti: “Bundan böyle yıldızlara baktığın gibi aynı hasretle içine bak.” 

Bu sözlerin hiçbirini unutamam. Zaten ne bulursam -inanın- onun dediği gibi içime bakarak buluyorum. Boşa geçirilen, ziyan edilen vakte nedamet ederek kendime kızıyor ve oluşan boşlukları doldurabilmek için çırpınıyorum. İçimde yaşadığım o kadar hasret var ki… Anneme, babama kavuşmak, sadece bunlardan biri.

Ancak şunu anladım Elif Hanım. Gerçek yaşam, içimizdeki dünyanın coşkusuymuş. Ama bu, eskiden zannettiğim gibi her şeyin güzel olduğu, zevkli ortamlardan alınan hisler değil; bizi tetikleyen, bilmediğimiz yönlerimizi, kabiliyetlerimizi ortaya çıkaran inişler, çıkışlarmış. Tek yönlü bir yaşam sadece bir yönümüzü; gülen, eğlenen, alan, kazanan tarafımızı gösteriyor. Ve bu yaşamın içinde güçlü bir iradeye, devamlı uyanık kalınması gereken bir akla, kendini sorgulayan kalbe, veren ele, kaybedildiğinde sabra, bulunduğunda edilen şükre ve sığınılması gereken gerçek sığınağa ihtiyaç yok. Oysa bunlar, bu dünyada bir yolcuysak yolda ilerleyebilmemiz için yanımızda taşımamız gereken şeyler. 

.Hanım! Mümtaz Beyleri ayakta bekletiyoruz.

Pişmanlığın insanı geliştirebileceğine inanırdım. Şimdi ise canlı örneğine şahit oluyorum. Çünkü pişmanlıkla verdiğimiz zararın farkına varıyoruz ve bu farkındalık bizi telafi etme yoluna götürüyor. Tabii burada karşımıza iki yol çıkıyor. Ya Yalın Bey gibi telafi etme yolu ya takıntı haline getirip kendimizi tüketme.

Dışarıda varlığın güler yüzü, hayatın anlamını bize en güzel şekilde sunuyor. Bizlerse zaman zaman doğallığın bu yüzüyle iç içe yaşadığımızda kendi halimizden utanıyor ve ondaki mükemmel düzene ayak uydurmaya çalışıyoruz. Belki de bunun için uzmanlar, devamlı tabiatla sık sık bağ kurmanın gerekliliğini savunuyorlar.

.Ne o? Yine daldın. Ne düşünüyorsun?

.Yalın Bey’in geçirdiği aşamaları düşünüyordum. Şimdi sen onun bu halini tanıdın. İlk hali çok farklıydı.

.Yalın Bey’deki hep bir şeyleri ortaya koyma isteği, sence fazla değil mi?

.Onun neler yaşadığını anlayabildiğinde fazla gelmiyor. Mesela pişmanlığını… Senin de yaptığına nedamet getirdiğin anların olmadı mı?

.Hem de çok. Bazılarını sen de biliyorsun.

.Peki, yaptığına pişman olduğun bir şeyin sendeki tepkisi genellikle neler oldu?

.İlk önce kendime kızdım. Olmak istediğim gibi olamadığıma hayıflandım. Sonra pişmanlığımın derecesine göre meselenin benim üzerimdeki önemini anladım. Hele konu insan olduğunda hayli hırpalandım. Her zaman öfkelenebilir, acı duyabilirim. Ancak asla geri alınamayacak, bir daha geri gelmeyecek olana duyulan pişmanlığın öfkesi, acısı çok sert oluyor. Çünkü sebebi aklın, iradenin, hislerin doğru kullanılamayışı. Sen daha iyi biliyorsun. Kaç kez şahit oldun. 

.Bilmez olur muyum? İşte Yalın Bey de bu hali başka bir boyutta, başka şiddette yaşıyor. Ailesine gösteremediği, kaçırdığı yılların boşluğunu fark ettiğinden beri dünyanın bir orasından bir burasına savrulmuş. Nihayet kader onu bir yayla köyünde bir huzur ortamına ulaştırmış. Bundan böyle sanırım oradan aldığı feyzle bu boşluğu, başkalarına yardım eli uzatarak doldurmaya çalışacak.

.Ben tabii işin iç yüzünü pek bilmiyorum. Sen de fazla açıklamazsın. Ama aşk olsun adama! Dediğin gibi pişmanlığı takıntı haline getirmemiş.

.Getirebilirdi. Yalın Bey 55 yaşında olmalı. Tarık’tan dört yaş büyük. Ve üniversite tahsili için yurt dışına çıktığından beri ailesinden kopuk ve alabildiğine yaşayan biri. Yani geri gelmeyecek yılları fazla. Ancak içinde nasıl temiz bir nokta var ve iç dünyasında nasıl bir hal yaşadı ki, karşısına olmadık bir yerde bir zat çıkıyor. Ve onun nazarı ve sözleri Yalın Bey’in yaşamının dönüm noktası oluyor. “Onda bir şeyleri ortaya koyma isteği fazla.” dedin ya. İşte bu çırpınma ve heyecan “Dedem” dediği o zatın etkisinden geliyor. 

Kısacası zatın dediği şu sözlerle meseleyi daha iyi anlarsın:

Yalın yarenin kapısı, yuvasında açılacak. Tahmin bile edemeyeceği güzel şeyler yapacak. Ve sen de yanında olacaksın.

Ve sen dediği kişi de biraz evvel tanıdığın Harun Bey.

.O zaman iş değişti. Desene nedametin getirdiği bu hal, Yalın Bey’in başına devlet kuşu gibi konmuş. 

.Evet. En güzel izahı, bu.

Nedamet, teknenin başında kaptan.
Çılgınca köpürür ruhunda deniz.
Her duygu, her nefes kabaran dalgan.
Dalgalar inip çıkar; diriliriz.

Varlığın hiçbir nefesi, zerresi
Kopmamalı asla ‘Tek’ merkezinden.
Damarda dolaşan bir zehir gibi;
Hayır gelmez, kalbin hak bilmezinden.

Evet. Hayat, varlık, bedenler ve ruhlar… Hepsi ilahî bir düzenin parçası. Bu düzene uyum sağlamayı isteyen kişi, bazen dalgalar gibi çırpınıyor olsa da er geç sahili bulabiliyor. Ancak bir kopmaya görsün; işte o zaman anlamsız bir boşluğun içinde köpük olup sönüyor. Bazen de kuru çöp gibi savruluyor.

.Sen hiç su altında -çok kısa da olsa- kalabileceğini düşündün mü? Ya da gök boşluğunda olabileceğini? 

.Birkaç kez. Korkunç bir his. Allah yaşatmasın bir daha. Kimse de yaşamasın. 

Nerden geliyor aklına bunlar? Bakıyorum yine düşüncelerin demindesin. Dikkat et! Demleme süresini çok uzatma! Yoksa çayın tadı acılaşmaya başlar.  

.Merak etme! Sen yanımda oldukça bir şey olmaz. Olursa da sen yeniden demlersin.

.Ooo.. Ekrem! Nasılsın?

Eski bir arkadaş olsa gerek. Tanımadığım biri. Eşim yanına gidiyor. Şakalaşıyorlar, gülüyorlar. Kim bilir neleri yad ediyorlar? İnsan ne kadar olgun olsa da yaşıtının yanında -hele çocukluk, gençlik arkadaşıysa- o yaşlara hemen dönüveriyor. Bu iki adam da bu görünümün içindeler. Ve sonra bir an eşim elini uzatıyor ve ayrılıyor. 

.Unutma Ekrem! Beni dinle, dediğimi yap! Yengeyi memnun edersin.

.Fakülteden arkadaşım. Eskiden bir araya gelirdik. Nerdeyse otuz seneye yakın görmedim. Yakınlara taşınmış. 

.Peki, unutma dediği, beni memnun edeceğin şey neymiş? 

.Boş ver… Saçmalık… 

.Ama merak ettim.

.Geçenlerde beni arabada görmüş. “Arkadaşım, senin gibi adama o küçük araba yakışıyor mu? Kimler, nelere biniyor. Altına bir Cherokee çekemiyor musun?” dedi.

Gülüyorum.

.Gerçekten boş ver. İnsan elindeki imkânı, gerekiyorsa elbet kullanabilmeli. Sen de zamanında böyle yaptın. Ama gerekmiyorsa çevreye uymak için; hele sükse içinse… Saçmalık. Ve bu süksenin içi de oldukça boş. Ne garip değil mi? Az önce Sokak’ta Mümtaz Beylerin evinde ne hayaller, ne ümitler dinledik. İnsanlığın ne güzel örnek hallerine şahit olduk. Şimdi ise yolda rastladığın ve arkadaşım dediğin adamın onca seneden sonra seninle konuştuğu ve sana önerdiği şeye bak.

Kısa bir süre içinde ve aynı muhitte yaşanılan iki farklı manzara. 

Ve bu son yıllarda toplumda gözlemlenen bir hal.

 İç içe, karmaşık. 

“Toplum gerçekten kötüye gidiyor.” desem, “Sokak” örneği bir ümit değil mi? 

Ancak iyi de diyemem. Çünkü rayından çıkan adımlar geçtikçe artıyor. 

Fırtınalı havada denizin görüntüsü, çırpınan dalgalar ve gittikçe kabaran köpükleri.

 Ama 

denizin hakikati asla o dalgalar ve köpükler değil.

Deniz mi, köpük mü? Nedir hakikat?
Boşlukta koşturan, aldatan kimdir?
İlahî düzenden kopan bir firkat
Halinde dağılan, bir anlık seyir.

***


* Orhan Veli Kanık  / Bütün Şiirleri / Kumrulu Şiir / s. 99 / Varlık, 1.1.1947
Paylaşın.

Yazar Hakkında

3 yorum

  1. Merhaba degerli Elif Hanim,
    Yine duygulanarak, tefekkurlere dalarak okudum müthis yazinizi. Allah razi olsun. Yazilarinizda mutlaka bir yerde sanki cocuk halimi ziyaret ediyorum.Bu hüzünlendirse de iyi hissettiriyor.
    “Insana imtihan olarak özlemek yeter; bir sehri, bir sesi , bir nefesi…” demis Cahit Zarifoglu. Yanlis mi dusunuyorum bilmiyorum ; insan neden kederlendiginde ya da huzuru aradiginda, huzurlu aninda ki bunlar ic ice de olabiliyor cogu zaman cocukluguna ozlem duyar; yasadigi anlari hatirlasa da esas anilar degil de masumiyetini ,safligini , özünü mü ariyor insan ? Neden özlemenin sonu yok mesela? Özlemek hatirlanmasi gereken bir sey olmali sanirim cunku insan ozlemeyi de maddiyata kapildigi ölçüde unutuyor olabilir. Yanlis dusunuyor da olabilirim.Haddimi asmak istemem. Daha fazla karistirmadan yorumumu tamamlayayim.

    Harika yazilariniz icin tesekkur ederim.

    • Sevgili Kızım,

      Buluta şuur verilse neyi özler? Su olmayı. Çünkü su yoksa bulut da yoktur. Rüzgâra verilse neyi özler? Hava olmayı. Çünkü hava yoksa rüzgâr da yoktur. Her varlık bu kainat toprağında ürediği tohuma bağlıdır. Güneş ateşi, toprak kayaları özler..

      Yaşanılmayan, hissedilmeyen bir şeye özlem olmaz. Bu sebeple özlem hem geçmişedir hem varlığını bilmediğimiz; ama var olan, bizi bekleyen şeyleredir. Huzurlu olduğumuzda da özleriz çocukluğumuzu ve o günlerin renklerine bürünüp şekerlerinden yemek isteriz. Kederli olduğumuzda da özleriz çocukluğumuzu ve onun hazinesinden alıp harcadığımız değerlerin arayışına gireriz.

      Geçmişte masumiyet, saflık ve bunlara bağlı güzellikler var. Ve biz bu emanetleri gördük, işittik ve yaşadık. Şimdi de gözümüz, kulağımız, bedenimiz bunları özlüyor. Gelecekte ise bizi bekleyen başka şeyler var. Onları ne gördük ne işittik ne de yaşadık. Ama ruhumuz onları hissediyor ve her an onlara kavuşmayı bekliyor.

      Esasında bu iki özlem, bizim gerçek insan oluşumuzun kanıtı. Ruhî, vicdanî, kalbî sağlığımız. Geçmişten ve gelecekten kopuk olanların ne hale düştükleri malum.

      Çok şükür ki insanız güzel kızım. Ne yanlış düşünüyor ne de haddini aşıyorsun. Sadece insana yaraşan bir tefekkürle hakikati arıyorsun. Ben de arıyorum sen de arıyorsun. Bu sebeple aramızda fark yok, sınır yok.

      Elif Kaya

      • Degerli Elif Hanim,
        Cevabiniz ve hassas yaklasiminiz icin cok tesekkur ediyorum.. Duygulandim. Ayrica kendimi de bu konuda daha iyi anladim. Cevabinizda belirttiginiz ruhumuzun hissedip kavusmayi bekledigi seylerin hayalini kurabiliyor muyuz bilmiyorum ama cok iyi hissettirdi.
        Allah razi olsun. Tekrardan tesekkur ediyorum.

Leave A Reply