Sokak – Bölüm 26

0

İnciyi Çıkarmak

Gökyüzü… Etkilenmemek mümkün değil. Ben ona bakıyorum. O da bana bakıyor. Ben onun varlık âlemindeki yerine bakarken neleri gerçekleştirdiğine hayranım. O da benim yerime bakarken neleri yapamadığımdan şaşkın. Ben ona “Gök gürlerken, yağmur yağarken, fırtına eserken farklı şekillere girsen de aynı asil duruşunda nasıl kalabiliyorsun?” diyorum. O da “Yaradılışımda ne varsa, neyse görevim onu sunuyorum. Verilene, Veren’e sadığım. Yapaydan uzak; her şeyimle hasım. Ama sen öyle değilsin.” diyor.

Biz de gürlüyoruz. Her şeyimiz; aşkımız, öfkemiz, ihtiyacımız bangır bangır… Biz de yağıyoruz. Kelimeler durmadan dökülüyor. Lakin söylenmesi gerekenler unutuluyor. Söylenemeyecek olanlar, ulu orta ortalıkta. Her yer onlarla dolu. Ve toplanmıyor. Hiçbirinin ne bulut gibi cazibesi ne de gün ışığı gibi sıcaklığı var. Neden? Çünkü gökyüzü gibi gönülden vermiyor. Gönülden gelse huzur verecek. Peki huzur nerede? Anlamda. Anlam ise gönülde. Peki gönül nerede? İşte bütün mesele bu. 

Gönül biziz. Bizim has yuvamız. Onun hazinesinden yararlanmak yerine zihinlerde hep kavga, zıt ideolojiler. Ya sağcı-solcu ya ilerici-gerici, ya  sünni-alevi… Neden? Çünkü buna zemin açan bir eğitim anlayışı var. Kendi düşüncesinde olmadığı için öğrencinin araştırma kitabını sınıfın ortasında yırtan hocalar yüzünden önyargılar bir kanser gibi ciğerimize oturmuş. 

Birkaç gündür elimde “Ken’an Rifâî’nin Sohbetleri” var. Anlatım farklı da olsa gönlün adresini bulan her akıl ve doğrudan sapmayan her kalem, ortak noktada buluşabiliyor. İşte o nokta, hakikat. Hakikat ilminin ruha değişik çeşniler tattırması çok güzel. Bu güzellik insanda sevgiyi ziyadeleştiriyor. Çünkü farklı gönüllerin farklı hikmetlerden oluşan cümleleri, kalbin zenginliği.

Kulağın lezzeti güzel sesler ve güzel nağmeler dinlemesinde; gözün lezzeti güzel suretler ve latif nesneler seyretmesinde; dimağın lezzeti türlü kokular ile ferahlamakta; şehvetin lezzeti yemek içmek ve sevişmekte; gazabın lezzeti sövmek ve dövmek ve intikam almakta; aklın lezzeti ise cümle eşyanın hakikatlerini idrak ve mânâsının inceliklerini bilmektedir.

İnsan ki gönüldür, onun lezzet ve saadetinin ancak Allah’ın muhabbetinde olmasından tabiî ne  olur?

Ken’an Rifâî / Sohbetler / s.435

Eşim de benim gibi düşündüğü için şanslıyım. Bizim eve ahlakı zedelememek, batılı beslememek şartıyla her kitap girer. Muhteşem karakter tahlilleriyle batı klasikleri okuma serüvenimdeki ilk adımlarım. Hâlâ tesirlerini kaybetmediler. Türk klasiklerine bağlılığım maalesef sonradan gerçekleşti. Çünkü kabukta kalan, kendi kafa yapısına göre yazarı değerlendiren zihniyet, ruhî yapımda kavgalara sebep oldu. Ancak anladım ki, hakikate açlık, insanı -çok şükür- doğruya, hakikate götürüyormuş. Ve kendi değerlerimi okumaktan zevk aldıkça bunları neden gençliğimde bilemedim diye üzülüyorum. 

Her türlü insanın, her renkten karakterin oluşu, toplumun zenginliği. Önemli olan, farklılıklara rağmen sadece insan olduğumuz için değer görebilmemiz. Zevkler farklıdır, kültürler farklıdır; ama kalplerin gıdası, aklın ihtiyacı aynıdır. Her vicdan doğruya, hakikate ayarlıdır. Ancak yaşamın şartlarında kimi bu değerleri ihmal eder, kimi de yaşamına baş tacı eder. Kısacası hepimiz aynı trende hep birlikte bir yere gidiyorsak görev taksimi gerekecek ve herkese durumuna göre bir görev verilecek. Sorumluluklara göre zorlukların, yorgunlukların ve üslupların dereceleri farklı olacak..

Aliye  Hanımefendi: 

.Bu sabah keman  çaldım. Ferahnak peşrevini Beybabam da beraber söyledi. Sonra uzunca bir sükût oldu. Bu arada düşünüyor, geçen günkü sohbetin devamını istiyordum. Çünkü insanın kalbini temizlemesinin faydası ve kirli tutmasının zarar ve ziyanı kendisinedir ve kalbini temizleyebilen huzur duyar, rahat yaşar, pislikleri attığı nisbette de zevki artar, diye kendi kendime düşünüyordum. İşte ben böyle düşünmekte iken Beybabam şöyle buyurdu: 

.Hâsılı, insan kendi vücudunun mimarıdır. Elemler, kederler, sürurlar, ferahlar, aydınlıklar, karanlıklar, cennetler, cehennemler, yükselişler, alçalışlar hep kendi amellerimizin aksidir, gölgesidir. Anladın mı kızım? Hiç sebepsiz bir şey olmaz vesselam… Ne yapıyorsak, ne buluyorsak bunlar hep kendi arayıp bulduğumuz şeylerdir. Binâenaleyh arayan Mevlâ’sını da bulur, belâsını da. Kimseye atıp tutmaya, sövüp saymaya lüzum yok.

Ken’an Rifâî / Sohbetler / s.438

Dünyamızın sınırları beslediğimiz düşüncelere ve hislere göre bir daralıp bir genişler. Anlayışın olduğu yerde sınırlar geniş, olmadığında sınırlar dardır. Yani ferahlamak da daralmak da bize bağlıdır. Keşke birbirimize karşı anlayışlı olabilsek de sınırlarımızı genişletebilsek. Genişlemek denince ilk aklıma gelen kavram, sevgi. Sevgi denince de kurulan yuvaları düşünüyorum. 

Dün Arif ile Âyende’nin nikahı vardı. Akşam da yakın dostlarıyla yemekleri. Biz sadece nikaha gidebildik. Eşimi zar zor razı edebildim. Kalabalığa girmeyi pek sevmez. Ancak bu çocuklara çok farklı baktığımı bildiği için kırmadı beni. 

Mümtaz Bey’in Âyende’yle evlilik hakkında konuşmalarının üzerinden aylar geçti. Âyende’nin büyükannesinin kritik durumu, sonra yoğun bakımda uzun kalışı ve geçen ay vefat edişi, ayrıca Arife Hanımlarda cereyan eden, içyüzünü bilmediğim sebeplerle bugünlere gelindi. 

Âyende, gördüğüm en hoş gelinlerden biri. O çocuksuluğuna yaraşır sade gelinliği ve içtenliğiyle nadir görülebilen bir güzellik. İçindeki masumiyeti bir sürü abartıda boğmamış. Yelda Hanım çok alımlı biri. Olduğu gibi olmak, çok az insana bu kadar yakışır. Arife Hanım’ı nedense durgun gördüm. Zannederim anne babanın yokluğundan kaynaklanıyor. Melek ise gelinin kardeşi gibi çevrede fır dönüyor. Yalın Bey’i nikahta göreceğimi hiç tahmin etmiyordum. Nur’un verdiği haberlere göre işleri iyice yoğunmuş. Buna rağmen geldiyse demek ki bu aileye çok değer veriyor. Salih ve Menekşe nikah biter bitmez Mümtaz Bey’den izin isteyerek ayrılıyorlar. Arkalarından baktığımı görünce merakımı anlayan Nur yanıma geliyor.

.İkizlere Fatma bakıyordu. Onun da işi varmış.

.Gevher Hanım çocukların yanında değil mi? Fatma da kim?

.Vallahi Hocam, bu hızlı trafiğe ben ayak uyduramıyorum. Gevher Hanım son günlerde iyi değil.  Pervin Hanımlar İsviçre’ye döndüler. Ahmet Bey pek keyifsiz ayrıldı. Allah bilir ya halini pek beğenmedim. Sanki bir rahatsızlığı var da belli etmiyorlar gibi. Şimdi sahnede Kerim ve Fatma var. 

Kerim, Yalın Bey’in yeni projesinin ilk elemanı. Proje, yoksul mahalleye yardım elini uzatmak. Bu günden bakıldığında gerçekleştirilmesi imkansız gibi. Nasıl halledilecek bilmiyorum. Salih ise Yalın Bey’e öyle bir inanmış ki… Ateşe yürü denilse inanın yürür. İlgilenilecek mahallede üç katlı eski bir bina bulmuşlar. Elden geçirdiler. Giriş katını küçük bir bakkal haline getirdiler. Bakkala Kerim bakacak. Memleketten eşini; Fatma’yı getirdi. Yeni evliler. Çocukları yok. Bakkalın üstündeki katta oturacaklar. Tabii bu işler bitene kadar Fatmalar Menekşelerde kaldı. İkizlere o bakıyor. Bu gün işi varmış. Bakkala malzeme gelecekmiş. Menekşenin acelesi bunun için.

.Peki, Harun Bey meselesi ne oldu?

.O, çok uzun bir konu. Şirket işlerine hiç aklım ermez. Anladığım, Harun Bey’e önemli bir iş verilmiş. Tekrar bir araya geldiğimizde size anlatırlar.

Biz bunları konuşurken Mümtaz Bey, Yalın Bey ve  eşim yanımıza geliyor. Yeni çifte hayır temennileriyle ayrılıyoruz. 

.Hanım! Canım ne çekti biliyor musun? Demli çay ve yanında çıtır çıtır simit. Tam da fırından çıkma saati.

Fırının karşısına arabayı park ediyor. Fırına girmek istemiyorum. Bu tür lezzetlerle başım dertte.  Kilom sağlığıma zararlı; ama baş edemiyorum.

.Elif Hanım. 

Sese dönüyorum. Yalın Bey. O da bizim gibi düşünmüş olmalı. Ellerinde bir sürü poşet. Sanırım çoğu ikizleredir.

.Beyefendiyi fırında görünce sizi sordum. Arabada beklediğinizi söyledi. Nikahta konuşamadık. İşlerden dolayı bizde de görüşemedik. Size kısaca teşekkür etmek istiyordum; olmadı. Telefonu da bu konuda uygun bulmam. 

.Estağfurullah Yalın Bey. Teşekkür edilecek ne var? 

.Öyle demeyin. Eşinize de belirttim. Bizim için önemlisiniz. Önceleri bunu anlayamamış olabilirim. Hatta terbiyesizlik dahi ettim.

.Böyle düşünmeyin. O günkü şartlara göre haklı sebepleriniz vardı. 

.Hatırlıyor musunuz? Size “Duygularla koku arasında bir ilişki var mıdır?” diye sormuştum. Siz de demiştiniz ki: “Eğer bir şeyin kokusunu almışsanız, o şeyin aslına ermek istiyorsunuz demektir. Ve o şeyden nasipleneceksiniz demektir. Bilirsiniz nasibi biz bulmayız, nasip bize gelir.” Ve ben bugün, aldığım o kokunun nasiplendirdiklerini yaşıyorum Elif Hanım. Düşündüm de böyle ayak üstü olmuyor. Sizden rica etsem… Yine aynı odada, annemlerle birlikte bir ikindi çayı içebilir miyiz? 

.Nur, sizin hiç vaktiniz olmadığını söyledi. Nasıl olacak peki?

.Haklı. Ama inanın, ailemle geçireceğim bir ikindi sohbetini her şeye tercih ederim. Şuna çok inanıyorum Elif Hanım. Hayatın bağlantı noktalarını ruhî ihtiyaçlarla lehimlemeliyiz. O zaman -ne yaşarsak yaşayalım- sarsılmayız. Ben, anne ve babamın en güzel yıllarını çaldım. Şimdi ikisi de iyice yaşlandı. Ne kadar vaktimiz kaldı ki birlikte geçireceğimiz? Ayrıca az da olsa gönlü tanımaya başladım. Onun için “gönülden geleni sohbetle eritip hayatın bağlantı yerlerine akıtmalı.” diyorum. Sizden haber bekleyeceğim. Ona göre günün ikinci yarısını sohbete ayıracağım.

.Güzel söylediniz: “Gönülden gelenleri sohbetle eritip hayatın bağlantı yerlerine akıtmalı.” Ayrıca benden haber beklemenize gerek yok. Nasip olursa bu Perşembe diyelim. 

Simitler çıtır çıtır. Çay, tam deminde. Yuvamda tam kıvamında bir muhabbet. Hayatın hakikati başka nedir ki? Ne zengin bir sofra ne şaşaa. Sadece sadeliğin, yaşanmışlığın örtüsünde hazırlanmış huzur. Karşımda saçları bembeyaz bir adam. Bana aynı gözlerle bakıyor. Ve bu bakışta tam 52 yılın -acısıyla, tatlısıyla- lezzeti var.

Bu gün çocuklar evde değil. Yemek düşünmeyeceğim. Köşeme çekilip “Ken’an Rifâî’nin Sohbetleri”nden bir sayfa seçiyorum:

.Vah yazık bu çocukcağıza, bu hâle düşmeli miydi? demek Allah’a itiraz eylemektir. Bir kula düşen ise, her şeyi hikmet tahtında bilmek ve sükût eylemektir. Çünkü Allah sebepsiz bir şey  yapmaz. Mümkün ise, o acıdığın kimselere yardım elini uzat… mutlak her yardım kese ile olmaz. Gözle, elle, ayakla, dille yâni bedenî kuvvetler ile de insanlar birbirine yardım edebilirler.

Bil ki Allah herkese lâyığını  vermiştir. Onun için itirazsız yardım et… Niçin Allah kediye  kanat vermemiştir, deme. Eğer verseydi, dünyada serçe kuşunun tohumu kalmazdı.

Ken’an Rifâî / Sohbetler / s.230

“Bir kula düşen ise, her şeyi hikmet tahtında bilmek ve sükût eylemektir.” Bu şekilde davranılmasaydı Yalın Bey yeni halini kazanabilir miydi? diye düşünüyorum, “Çünkü  Allah  sebepsiz  bir  şey  yapmaz.”  Aynı Maide Hanım’ın dediği gibi: “Mümkün ise, o  acıdığın  kimselere  yardım  elini  uzat.” Müşfik dede de başka türlü davranmadı zaten. 

Kitaptan okuduğum cümleler ve Mümtaz Beylerde gerçekleşenler ne kadar birbirine benziyor. Başta da belirttiğim gibi, üslup farklı da olsa doğrudan sapmayan her akıl ve kalp ortak bir noktada buluşabiliyor. O nokta hakikat. Ve buluşulan yer de gönül.

Arif kişinin, karşısındakine olan tesirinden bahsediliyordu: 

.Eğer sana bir arifin nazarı fayda vermezse, sözünden de fayda ve tesir bekleme! Nazarın ehemmiyeti çok büyüktür. 

Bir kâmil arif istidatlı bir kimseye şöyle bir an meyil ve muhabbetle nazar eylese, o kimse mutlaka kararsız kalıp yerinde duramaz olur. Kav gibi yanıp tutuşur. Ama azıcık olsun yanmak istidadı olması lâzımdır. Fakat o arifin nazarı seni almazsa sözü hiç almaz.

Nazlı Hanımefendi: 

.Burada bahis buyurulan nazar, tıyne yâni balçığa nazar kıldı ve yarattı! denilen nazar… 

.Nazar, ruhun vatanıdır ve bu nazar, Allah’ın göz bebeğidir. Zâten insan, göz bebeği demektir.’

Ken’an Rifâî / Sohbetler / s.261

Ah, Müşfik dede! Zatınızı tanıyamadım; ama sevenleriniz sizi hep anlattılar. Şu anda okuduklarım o anlatılanlara çok uyuyor. Kim bilir kaç kişiye tesir ettiniz? Kaç aç yüreği nurlu nazarınızla doyurdunuz? Onlardan biri, şimdi Hakk’ın izniyle ve arifane nazarınızın bereketiyle insana hizmet edebilmek için durmadan koşturuyor.

Bugün Perşembe. Her zamankinden erken kalktım. Günlük işleri başka türlü öğlene kadar bitiremem. Yaş ilerledikçe eski pratiklik, çabukluk kalmıyor. Hava yağmurlu. Nur telefon etti. Salih beni evden alacakmış. 

Yağmurun yumuşak parmakları karşımdaki ıhlamur ağacına dokundukça ıhlamur kokusu da içime öyle yumuşacık dokunuyor. Tam sohbete uygun bir gün.

.Hocam. Şükür görüştürene. Nasılsınız?

.Bunu asıl ben sana söylemeliyim Salih oğlum. Esas sen nasılsın? Senin için “Salih, adeta ateşten bir topa döndü.” diyorlar. 

.Haklılar Hocam. Aynen öyle. Yalın Bey nerde, ben orada. İstanbul’un caddelerinde koşturuyoruz. 

Koşturmak da yetmiyor, yine Yalın Bey’in çabasıyla Menekşe ile sınavlara hazırlanıyoruz. Yoruluyoruz elbet; lakin Hocam… Terimin her damlası helal olsun. Çok güzel şeyler oluyor. Varsın beden, ayakta duramayacak hale gelsin. Huzurlu bir uykudan sonra dirilir. 

Salih, benim yağmuru hayranlıkla seyrettiğimin farkında. Yol boyunca konuşmuyor. Şu an geçtiğimiz sokakta yüksek binalar karşılıklı, sıra sıra. Yağmur damlaları granit yüzlerinden sadece akıyor. Hiç bütünleşme, alışveriş yok. Halbuki bahçelerle, ağaçlarla öyle mi? Yeşilin olduğu yerde yağmurun güzelliği ne kadar farklı… Her damlası, değdiği yeryüzüne hayat getirirken göklere de mis gibi kokuları götürüyor. Seyrederken düşünmek çok zevkli. Ve aklımda sabahleyin okuduğum kitaptan bir bölüm var:

“Ne  yapıyorsak, ne buluyorsak bunlar hep kendi arayıp bulduğumuz şeylerdir. Arayan Mevlâ’sını da bulur, belâsını da.” Doğru. Kimse başkasının aradığını bulmaz. Bulduğu, aradığıdır. Salih’in bulduğu da sadece kendi aradığı. Aramak bir his. İçinde boşluklar, doldurulmak istenen şeyler var. O şeyler üzerine kurulan hayaller, düşünceler, onunla yatıp onlarla kalkmalar var. Ancak önemli olan, neyin bulunduğu. Mevlâ’mı, bela mı? Biri gerçek zafer, diğeri gerçek mağlubiyet; hezimet.

Evin önüne gelmişiz. Arabadan inerken:

.Salih bugüne kadar neyi aradığını gerçekten biliyor musun? Bundan sonra hayatın boyunca neyi aramak istersin?

Hocam! Yoksul değildik. Ama istediğimizi alacak kadar da paramız olmadı. Annem fedakar bir kadındı. Aza kanaati ve dürüst olmayı öğretti hep. Sonra okulu terk etmek zorunda kaldım. O zamanlar hayal ettiğim, okumak ve size anlattığım İzmirli abi gibi olabilmekti. Güzel konuşmak, sayılmak, bir de -ayıptır söylemesi- güzel giyinmek. 

Geçen gün Mümtaz Bey insanın devamlı düşündüğü, meylettiği ve aradığı şeylerin, onun kişiliğinin aynası olduğunu söyledi. Ben her zaman çok düşünürüm. Fakat o vakitler çıkılacak bir yol bulamadım. Menekşe ve kızlarımdan sonra düşüncem sadece onları korumak oldu. Tehlikeden uzak tutacağım yollar aradım. Çok aradım. Tam ümidi keserken buldum. Bundan sonra arayacağım şey, aileme şerefli bir hayat verebilmek. Yalın Bey’le o kadar değişik yerlere girip farklı kişileri tanıyoruz ki… Onların halinden insanca yaşamanın ötesinde her şeyin boş olduğunu anladım. 

.Senden beklediğimi söyledin Salih. Helal olsun sana. 

Kapıda yine Nur karşılıyor. Yürekli, dostum Nur. Bu sefer kimseyi beklemek zorunda kalmıyorum. Herkes odada. Mekânın ruhu, dışardaki yağmur gibi kendine has kokusuyla karşılıyor. Her zamanki hal hatır sormalar… Arabadan indiğimde Salih’e sorduğum sorudan ve Salih’in cevabından söz ediyorum. 

.Son günlerde Ken’an Rifâî’nin Sohbetleri elimden düşmüyor. Salih’e de ordan bir bölümü düşünerek soru sordum. 

Mümtaz Bey Nur’dan kütüphanedeki yerini belirterek bu kitabı getirmesini istiyor. Ben de defterime aldığım nottan sayfasını söylüyorum. O sayfa ve takip eden iki sayfa okunurken Yalın Bey heyecanla söze karışıyor.

.Rica etsem baba, son cümleyi tekrar okur musunuz?

Allah’ın öyle sevgilileri vardır ki nazarları derya, sözleri şifa, yüzlerine bakmak gönle sefadır. Bunlardan birini bulan bahtiyar kimseler için dünya ve ahirette bu izzet, bu yücelik yeter.

Ken’an Rifâî / Sohbetler / s.440

.Aynı Müşfik dedem. Bu benzerliği fark edebildim… Fakat sözlerin derinliğine inebilmem mümkün değil. “Bunlardan birini bulanın dünyada ve ahirette kendisine yeteceği izzet ve yücelik” nedir? 

Maide Hanım, oğlunun bu hassasiyetine ve sorduğu sorudaki açlığına hayretle bakıyor. Mümtaz Bey’in rahatlıkla cevaplayacağı konular bunlar. Hem iç dünyasının hem kütüphanesinin zenginliği yeter de artar bile. Ancak soruyu soran, kaybedilen onca yıldan sonra kazandığı oğlu. Bu oğul, şu anki başarılarına rağmen yine de ürkmesinden korkulan bir kelebek. 

.Müşfik dedenin nasıl etkilediğini en iyi sen bilirsin oğlum. Ne hissediyordun karşısında?

.Bir ferahlama. Onca yükten kurtulma hissi. Yüreğimde bir serinleme. 

.Sanki denizde yüzer gibi… Yüzücü bu konuda ustaysa alabildiğine açılır. Dalgalara karşı attığı her kulaç onun kendine güveninden gelir. Korkmaz. Sadece sularda özgürce ilerlemeyi düşünür. İşte Dede’nin nazarı bu hisleri vermiş sana. Çok az konuşurdu diyorsun. Kelimeden taşacak kadar anlam hazinesi olan neden çok konuşsun ki… Gönlün sahibi olan, gönlün ihtiyacını herkesten daha iyi bilir. Kalbin hastalığını bir bakışta anlar. Elbet sonra da şifasını verir. Bu da birkaç kelimelik sözlerle olur. Serinliği, ferahlamayı, güveni ve şifayı verenin yüzüne nasıl baktığını hatırla. Hem de denize dalar gibi baktığını. Ama sen onun yüzüne daldığında inciyi Dede çıkarttı; değil mi? Sendeki ve diğer arkadaşlarındaki incileri.

.Çok haklısınız… Evet o çıkarttı.

Sesi titriyor. Ancak eskisi gibi ne sırtını bize çevirerek duvara bakıyor ne de odadan çıkıyor. Çünkü bizlerle olmayı talep eden kendisi. Her şeyden önemlisi farkındalığı uyanmış, gönlünü tanımaya başlamış ve hakikate açlığı artmış. Gözlerini bizden kaçırmıyor. Nedense babasına değil de annesine bakıyor. Öyle bir bakış ki, sanki “Gözyaşlarımı gör. Onların anlamını en iyi sen değerlendirirsin.” der gibi.

.Baban doğru söylüyor oğlum. Sizdeki inciyi çıkartan, Dede. Bu yüzden onun yüzüne bakmakla gönlünüz safa buldu. Safa bulma, saf olma, bulanık olmama ve hep berrak kalma. Ne nefsin kiri, bulanıklığı var ne maddenin katılığı, sığlığı. Zihin bulanır, akıl şaşabilir, kalbin tehlikeye düşme riski ise çok fazla. Ama hepsinin kendisiyle kemâle erdiği gönlü kandırmak zordur. Eğer sen, o gönle sahipsen yüzdeki nurdan etkilenir, sırrından nasibini alırsın. 

Aniden içimden gelen bir hisle deftere sayfa numarasını yazdığım başka bir yeri buluyorum: 

.Mümtaz Bey, rica etsem ayrıca şu sayfayı da okur musunuz?  

İnsanın mânâsı hakkında sorulan bir sualden sonra: 

.İnsan demek, göz demek, görmek demektir. İnsan vücudu içinde, görücü, bilici ve idrak edici  olan nura insan, geri kalan kısmına, kemik ve et denir. 

Binâenaleyh bir kimse gördüğü, bildiği ve sohbet ettiği ile tartılır. Ne gördü ne bildi neye muhabbet eylediyse seviyesi ve kıymeti ancak odur. Yâni talebin ne ise sen de osun. Bir insanın kıymeti himmetiyle mütenasiptir. Himmeti ulvî ise kendi de ulvîdir. Himmeti süflî ise kendi de süflidir. Çünkü her şey kendisini çekene meyleder. 

Ken’an Rifâî / Sohbetler / s.247

Dışarıda yağmur.
Sohbetin parmakları damlalar gibi ruha dokundukça
gönlün kokusu da içimize öyle yumuşacık işliyor.

Melek’in getirdiği poğaçalar çıtır çıtır,
çay tam deminde.
Ve tam kıvamında bir muhabbet.

Dostluğun hakikati başka nedir ki?

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply