Sokak – Bölüm 19  

0

Nedamet

Yeryüzünde topraklar, değişik sebeplerle aşınıp yerinden kopar ve başka yerlere taşınır. Erozyon denilen bu doğa olayında iklimin, olayın olduğu yerin, toprağın yapısı önemli etken. Ama bunlardan da önemli olanı, toprağı koruyan üzerindeki bitki örtüsünün yok olması.

İnsanın da hem bedenî hem ruhî yapısındaki değişimlerde yaşadığı ortamın şartları ve zaman çok etkili. Ve erozyon dediğimiz bu olay, bizim de fıtrî safiyetimizi, ruhumuzu saran bedenimizi ve duyu organlarımızı aşındırıyor. Hepsini özümüzden kopararak bizi layık olmadığımız durumlara savuruyor. Bu şekilde insaniyetin üzerindeki bütün güzellikler, aynı bitki örtüsü gibi yavaş yavaş yok oluyor. Sonunda kalpler hakikatten batıla, doğrudan yanlışa, güzelden çirkine taşınıyor. Ve sonuç; görerek gelen, duyarak giren, sözle dökülen ve içimizde biriken nice pislik. İnsanlık toprağımızda hiçbir şey bırakmayan manevî erozyon, imanî deprem ve ahlakî çöküntü.

Bu yok oluşa kim dur diyecek? Bu gidişin önüne geçebilmeyi kimler gaye edinecek? Uykular kaçmalıyken kaçmıyor. Her gün freni kopmuş nice genç, yaşamından yokuş aşağı hızla inerken, özenle beslenen hayaller ve ümitler ansızın bir kuleden aşağı düşerken, kendimize dokunan bir şey yoksa umursamıyoruz. “Bizi sokmayan yılana bin yıl yaşa” duası edersek halimiz ne olur? Bazen aklım karışıyor. Acaba bizler karanlığın, depremin, erozyonun, zehirli yılanın anlamını mı bilmiyoruz? 

Hakikat olan şu ki, karanlığın anlamını ne kadar biliyorsak ışığın ardına o kadar düşüyoruz. Ne kadar zorlukla savaşıyorsak o kadar kurtuluş yolunun ustası oluyoruz. Her çağda bu böyle cereyan etmiş. Beşeriyet ancak iyice hırpalandıktan sonra kaybettiklerinin -bilhassa maneviyatın- peşine düşmüş ve nihayetinde onların değerini anlayarak insanlığına kavuşmuş. Her daim insanoğlu, açlığı kadar iştahlı ve yüreğindeki ihtiyacı kadar insan olmuş. Ancak değişmeyen bir kural var: O da gün gelir yaşam, vurdum duymazlığa sığınan bencil adama acısını bütün canıyla hissettirecek kadar vurmaya başlar.

Mümtaz Bey’in oğlu, yıllar sonra terk ettiği ailesine dönüyor. Senelerce annesinin, babasının neler yaşadığının ne kadar farkında? Ama geliyor ya… Gerçek olan da bu. Acaba doğru olanı idrak ederek, insanlığına kavuşmuş olarak özlemle mi evine dönüyor? Yoksa vurdum duymazlığına sığınan adamda olduğu gibi yaşamın bütün canıyla hissettireceği tokatından kaçacak bir sığınak bulma duygusuyla mı? Nur’un geçen gün telefonda dediğini düşünüyorum:

– Kimse bu hayatta dağ gibiyim diye kibre kapılmamalı. Gün gelir yapılanlar “gayretullah”a dokunur. Dağ öyle bir sarsılır ki, üzerinden yuvarlanan her şey un ufak oluverir. Kaderin kalemi hakkı yazar. Hakkedileni yazar. Ama yine de nasıl bir yüceliktir! Göklerdeki rahmet bir ses bekler; bir nedamet, bir “vah”. Fısıltı da olsa yankısı, hemen geliverir. Uyanmayan göz uyanır, titremeyen kalp lerzeye gelir. Bunların hiçbirine aklımız ermez. Bizler hâlâ “Hak etmişti? Oh olsun…” diye ahkam keserken hikmet çoktan sebepleri çizmiş, kudret de uygulamaya başlamıştır. 

“Dağ öyle bir sarsılır ki, üzerinden yuvarlanan her şey un ufak oluverir.” Ah kalem! Yine gönlünde dolup taşanı satırlara dökmek istiyorsun. Gönlün ve kalemin arasındaki bağı aklın çözmesi mümkün değil. Ne oluyor da kelimeler durmadan akmak istiyor. Dök bakalım. Bu sefer de bu “nedamet” hikâyesi için dök.          

Dağ sarsıldı, yuvarlandı.
Taş yola düştü; un ufak.
Ten sarsıldı, tasalandı.
Can gama düştü; kor ocak.

Dağ sarsılınca, taş yola düşünce, ten sarsılınca, can gama, ocak kora düşünce ne olur? Bir damla akar tenden, bir “Ah…” yükselir candan. Yankısı kendinden değil, göklerden yayılır. Göklerin dili, tenin diline benzemez. Gök gürler, şimşek çakar; ama gök yağmurca konuşur. Göğün içi yanar, kor saçar; yine de güneşçe konuşur. Çoğu insan bilmez bu dili. Bilenin ise kanı aksa, teni acısa da gönlü âdemce konuşur. Âdem olan, kendine dönerek hatasını fark eder. Hatasının telafisini, açtığı boşluğu kimin dolduracağını, bozduğu şeyi kimin düzelteceğini bilir. Ne vardır o boşlukta? Sıkıntı, ağırlık, gam ve pişmanlık. 

Taş tene değdi; aktı kan.
“Yaz” denilince Kalem’e.
Ah! dedi ten; neydi batan?
Vah! dedi taş; acıyan ne?

Gök bir fısıltıyla rahmetini sunuyorsa, yer o rahmetle yeşeriyorsa “sana ne oluyor insanoğlu?” denmez mi? Kendi içine bak! Sen de o şefkat çeşmesinden durmadan içmiyor musun? diye yüzüne vurmazlar mı? Lakin iç âlemimiz tıpkı billur kâse gibi. Bazen küçük hatalı yaklaşım veya bir söz o kâsenin tuz buz olmasına neden olabiliyor. Zaaflarımız çok. Rehber yoksa onları göremiyor, destek olunmazsa onlara karşı dik duramıyoruz.

Bir feryat ile kırılır,
Tuz buz olur bütün hayat.
Rehbersiz göz yolda kalır.
Nur sönünce döner; heyhat!…

Doktor Ömer Bey’in Yalın Bey hakkında soru sorduğu Müşfik dedeyi düşünüyorum. Cevap çok kısa: “Güzel insandır. O benim yârenimdir.” Yolunu kaybeden bu insana adresini hatırlatan, belki de dedenin şefkatli yaklaşımı olmuştur. İnsan kendini bir yoklasa geçmişinde şefkatli bir yaklaşımın nice nasihatten daha fazla tesir ettiğine dair örneklerle karşılaşacaktır. Şefkatin ve güvenin kokusu bir alınmaya görsün; bu kokuyla nice çölün bağa dönüştüğünü anlayacaktır. 

Derdi derman bilmeyenler
Taştan dağı göremez; bil.
Gamı Hak’la silmeyenler
Tenden cana eremez; bil.

Çok zayıfız; ama aynı zamanda çelik gibi de olabiliyoruz. Çok aciziz; ama kudretli de olabiliyoruz. Zayıflık ve çelik gibi olmak. Acizlik ve kudret. İki zıt şey nasıl yan yana olabiliyor? Bu bir muamma. Ah… Rabbim! Bir tek sende çözülür bu muamma. İşte o zaman tenden -bir bakarız- cana erilivermiş. Sana elini uzatmayan, teslim olmayan çözemez bu muammayı. Cana giden yolda tökezler, durur. İnşallah, Yalın Bey çözenlerden olur. Anne baba zaten derdin içindeki dermanı bilerek cana ermiş kişiler. İki canın sıcak sinesinde üçüncü bir can neden oluşmasın ki? 

Nihayet güzel haber geldi:

.Bu doktor gerçekten has adam çıktı Hocam. “Bu konuda bir şeyler yapmaya gönülden gayret edeceğim.” dedi ve o kadar meşguliyetine rağmen dediğini yerine getirdi. Helâl olsun… Ah… Hocam. Evde ne heyecanlar yaşandı… Yalın Bey’e yapılan onca hazırlık. Bir sürü telaş. Hele Maide annemin hali. Oğluna güzel görünmek için nasıl gayret ettiğini bir görecektiniz. Yarın kısmetse geliyorlar. 

Çok şükür bu haberle hasretin bittiğini düşünüyorum. Ümitsiz günler inşallah neşeye dönecek. Bir sarılmayla yürekler, kim bilir kaç kez çırpınacak? Gözlerin birbirinden ayrılamayacağı anlar yaşanacak. Anne, baba evlat kokusunu, evlat onlardaki şefkati kim bilir ne türlü ciğerlerine çekecek? Birbirine ihtiyacın yoğun olduğu bu beraberlik, kalabalıktan uzak yaşanmalı. Onun için uzun müddet onları rahatsız etmemeyi düşünüyorum. Nasılsa Nur var. O haberdar eder. 

Herkes hikâyesini kendisi yazsa da yorumunu okuyan yapıyor ve bunu kendisinden yola çıkarak yapıyor. Çok az bir bölümünü okuduğum için ben bu hikâyeyi yorumlayamam. Ancak bildiğim kadarıyla içimi en çok acıtan hangi satırların olduğunu söyleyebilirim:

“Ömer Bey. Şu gün batımı insana hem hüzün verir hem ruha başka yerleri hatırlatır. Hatta bazen ağlatır. Yine de onu severiz, onu bıkmadan seyrederiz. Ama insanoğlu, yaşamın içinde bir yerlere batarken neden çevresinden sadece hakaret, küçümseme görür ve sonra da unutulur?”

Kimseden iş olsun diye bu sözler dökülmez. Batma duygusunun acısını yaşamayan, batan güne böylesi bir göndermede bulunamaz. Ah… bizler. İnsanları affetmede ne kadar üşengeç davranıyorsak onları yargılamada o kadar atağız.

İhmal ettiğim ne kadar işim varmış. Sıkı bir programla onları halletmeye çalışıyorum. Eşimle sahil kahvaltısını tekrarladık. Kahvaltıya termosta ikindi kahvesini ekledik. Köpüğü yok; ama olsun. Maksat zaten kahve değil, muhabbet. 

Dikkat edin; bir şeyde ne kadar teferruat varsa, ne kadar ritüeller öne çıkmışsa muhakkak o işte bir sığlık vardır. Sanki bir boşluğu alelacele kapatmak ister gibi. Oysa hayatın kendisi sade ve hakikatin böyle ritüellere ihtiyacı yok. Derinlik teferruata değil, o işin hakikatine inmek demek. Çünkü her şey yerli yerinde ve eksizsiz. Bu nedenle insan kendisiyle ve Rabbiyle ne kadar barışıksa o kadar kanaatkâr oluyor.

Nur’dan epeydir ses yok. Merak ediyorum. İnşallah ters giden bir şeyler yoktur. Gitmek de istemiyorum. Şu anda doğru olmaz. Görüşmeyeli nerdeyse iki hafta oldu.

.Anne telefonun çalıyor.

Aklıma ilk gelen, Nur. Evet, doğru tahmin.

.Hocam! Benim. Sizi arayamadım, kusura kalmayın. Hastaydım. Üşütmüşüm. Biraz zorladı beni. Neyse dün ve bugün bayağı toparlandım.

Evde gelişen olayları kısaca özetliyor. Ters giden bir şey yokmuş. Yalın Bey’le ilişkiler sükûnetle ilerliyormuş.

.Hocam. Çoğu şeye hastalığımdan dolayı şahit olamadım; ama Maide annemin anlattıkları kadarıyla şunu söyleyebilirim. Aralarında hiç sitemli konuşma olmamış. Neler yaptın bugüne kadar? Neden aramadın, bizi hiç mi düşünmedin? gibi sorulara girilmemiş. Her şey akışına bırakılmış. 

Yalın Bey pek konuşmuyor. Sadece salonun çok beğendiği bir köşesinde oturuyor. Oradan anne ve babasına onlara fark ettirmeden öyle uzun uzun bakışı var ki… Benim kendisini izlediğimi tabii görmüyor. Bazen gözyaşlarını tutamıyor. Kütüphaneden aldığı kitaba dalmış gibi yaparak belli etmemeye çalışıyor. 

Yalın Bey babasına çok benziyor. Yaşı herhalde 54-55 civarında olmalı. Evde en çok nereyi sevdi dersiniz? Bizim sedirli özel odamızı. Hayatı hep yurt dışında geçen birinin bu odayı bu kadar benimsemesi başta tuhafıma gitmişti. Ama şimdi düşünüyorum da Hocam, bu adamcağız gerçekten yurdunu, ailesini -sanırım- değerlerini özlemiş. Bir de kimlerle beraber olmak istiyor; hatta onların yanında çenesi açılıyor, biliyor musunuz? Hiç tahmin edemezsiniz. Kardelen ve Gelincik’le. Kızlar da onu çok sevdi. Çocuk kalbi -bilirsiniz- içtenliği, yürekten geleni bizlerden iyi sezer. Bu adam aynı buz dağı gibi Hocam. Dıştan çok az bir kısmını görüyoruz. Galiba görünmeyen tarafında yaptıklarından utanan bir delikanlı ve oyuncağına kavuşmuş bir çocuk saklı. İnsanlara yüksekten bakmayan bir yapısı var. Salih’le de iyi anlaştılar. 

Babam halen tekerli iskemleyi kullanıyor. Yaşından dolayı kırığın kaynaması biraz zaman alacak gibi. Eve şu an pek gelen giden yok. Sakin ortam Yalın Bey için iyi oldu. Ancak sizi yanımızda görmek hoşumuza gidecek. Maide annem sık sık “Elif Hoca’nı aradın mı?” diye soruyor.

Ben de onları özlediğimi söylüyorum. Kasım’a girdik. Yandaki apartmanla aramızdaki parmaklığı saran sarmaşıklar kırmızıya dönmüş. Karşımızdaki bahçede ağaçlar sapsarı. Bizim bahçede narlar ve mandalinalar dallarda turuncu ve kırmızı toplar gibi. İlerideki köşede çiçekçi kızın tezgahında turuncu, pembe, mor, sarı, beyaz kasımpatıları… Sarı, beyaz ve turuncudan birer demet alıyorum. Maide Hanımlara uğrayacağım. Kapıdan da olsa bir merhaba demeliyim.

Bu semtin ara sokakları her zaman sonbaharı bir başka güzel taşıyor. Çevremdeki ahengi seyrede seyrede yürüyorum. Güneş, rüzgâr ve sarı yapraklar… Her yerde hepsinin tek ağızdan dile getirdikleri bir duygu var: “Hüzün.” Şu an zevkle izlediğim ve soluduğum şey, bir ruhdaşlığın dışa vurumu. “İstanbul’un ruhdaşı hangi mevsim diye sorsam?” kaç kişi sonbahar diye cevap verir? Hamza Bey’in de ziyarete geldiği gün Maide Hanım’ın söylediği söz kulaklarımda: “Ruhdaşlık ne büyük sevdaymış Elif’cim. Bu hakikatin tadını alamayan, bu sevdanın lezzetini de bilemiyor.” 

Kapıda küçük bir kamyon var. Kasasındaki tahta sandıklarda bir sürü fide. Genç bir delikanlı ve Salih sandıkları indiriyor. Beni görür görmez koşarak geliyor.

.Hocam… Hoş geldiniz. Hemen evdekilere haber vereyim. 

Telefona sarılıyor. Nur’a çiçekleri verirken bir başka gün geleceğimi söylüyorum. Ama dinletemiyorum:

.Mümkün değil Hocam. Bırakmam sizi. Bakın bizimkilere nasıl ilaç gibi geleceksiniz. Hem bugün kızımın doğum günü. Sizi görürse çok sevinecek. 

Velhasıl, bu ısrara karşı çıkamıyorum. Ama açıkçası işime de geliyor. Evdekilere telefon ederek durumu bildiriyorum. 

.Hocam, annemler biraz sonra inecekler aşağıya. Mümtaz babamın bazı işleri var da. Gelmeniz onlara sürpriz olacak. Nereye alayım sizi? Salona mı; bahçedeki sedirli köşeye mi?

Hava çok güzel. Tabii, sedirli köşeyi tercih ediyorum. Oradan sonbaharı izlemek güzel olacak. Bahçede yine bir faaliyet var. Kamyondan fide dolu sandıklar taşınıyor. Herhalde şimdi sıra Mümtaz Bey’in söz ettiği, çocukluğunda yengesinin gözü gibi baktığı sebze bölümünde. “Salata için biber, domates, salatalık toplamak kuzenimle benim işimdi.” 

Bu mevsimin ne canlı bir havası var ne de ölgün. Özgün aydınlığı altında her şey sadece kendine has bir hale bürünmüş. Ağaç dalları ve yapraklar ruha öyle bir dokunuyor ki, insan adeta gerçekten hayale yürüyor ve zaman andan geçmişe gidiyor. Karşımda çocukluk günlerimin sonbaharı var. Her yanımı saran ruhu, ruhuma çok benziyor. Bu mevsim, İstanbul’un olduğu kadar benim de ruhdaşım.

Tanıdık masum çığlıklar… Koşma sesi. Ardından tanımadığım bir erkek sesi:

.Dikkat edin güzellikler! Beni bekleyin… 

Kardelen’le Gelincik’in sesi. Ama diğeri kim? Yalın Bey olabilir mi? Önümdeki ağaçlardan göremiyorum. Az sonra ikizlerin arkasından biri geliyor. Evet. Mümtaz Bey’e çok benziyor. Tahminim doğru. Beni fark etmiyorlar. Çünkü köşe yastıklarına gömülmüş gibiyim. Uzun boylu, ince. Saçları nerdeyse bembeyaz. Yüzü çok yorgun. Hızla çocukların arkasından eve giriyor. Aynı anda Melek’i görüyorum. Toparlanıyorum. Boynuma sarılarak kendisi için kaldığıma çok sevindiğini söylüyor. 

.Bugün biz sadece doğum günümü değil, esas başka bir şeyi kutlayacağız. Marmara Üniversitesi Moda Tasarım Bölümü’nden mezun oldum Hocam. Şimdilik 2 yıllığını bitirdim: Hedefim okumaya devam etmek. Maide teyzemin arzusuyla başladım: Ama şimdi tasarım benim en büyük idealim, hayalim oldu.  

Üst üste güzel haberler… Nur’un heyecanını şimdi anlıyorum. Şair ruhlu kadının tasarımcı kızı. Kim bilir Maide Hanım Melek’te neler keşfetti ki onun tasarımcı olmasını istedi?

Salona değil, tam karşısındaki odaya giriyoruz. Yemek odası. Eski mekânlarda burada olduğu gibi yemek odaları salondan ayrıydı. Şimdi ise çoğu salonda yemek masası bir köşeye sıkıştırılmış sığıntı gibi. İçerdeki her şey eski İstanbul kokuyor. Masa doğum günü için özenle hazırlanmış. 

.Çok özür dileriz Elif kardeşim. Benim işlerim yüzünden sizi yalnız bıraktık. Mazur görün.

Mümtaz Bey, Maide Hanım ve Yalın Bey içeri giriyorlar. Kim bilir kaç gece, bu üçlü beraberliğin gerçekleşmesi için hasret dualarıyla geçti? İnşallah daim olur. 

Yalın Bey’le tanışıyoruz. Bakışlarında çekingenlik var. Hakkında neler bildiğimi merak ediyor olabilir. Geçmişinden rahatsız olanda görünen bir hal bu. Dikkati başka tarafa çekmek için fideleri ve sebze bölümünü soruyorum.

.Malum üst üste gelen hadiseler Elif kardeşim. Bahçeye ayıracak ne vaktim ne de koşturacak durumum var. Ama Kasım toprağın işlendiği, fidelerin dikildiği bir ay. Sebze bölümünü bahçeyi düzene sokan Veysel Bey’in oğluna teslim ettik. Gerekeni yapıyor. Allah razı olsun Salih de elim ayağım oldu. Bu işin idaresi onda. 

 O sırada Nur vazoya koyduğu kasımpatılarla içeri girince konu onlara dönüyor.  

.Biliyor musunuz? Kasımpatının Çin’deki adı “Yaşam Çiçeği”. Ve orada 3000 yıldır yetiştiriliyor. Kasımpatı çocukluğumda adeta 10 Kasım’la bütünleşmiş bir çiçekti. Her öğrencinin elinde bir demet. Ve okul kürsüleri sarı, turuncu renklerle dolardı. Bundan başka da bir şey bilmezdim. Kasımpatı hakkında her şeyi Çin’de öğrendim. 

Maide Hanım’ın gözleri ışıl ışıl. Oğlu konuştukça onun yavaş yavaş açılmasını zevkle seyrediyor. Odada yabancı olarak bir tek ben varım. Herhalde hakkımda olumlu şeyler söylendi ki, Yalın Bey bana rağmen suskunluğunu bozuyor gibi.

.Krizantemin kasımpatının diğer adı olduğunu yine Çin’de öğrendim. Orada kasımpatı Ekim ayı çiçeğidir. Çoğu yerde bu çiçeğin neşe, mutluluk getirdiğine inanılıyor. 

İnsanoğlu gerçekten bir bilmece. Kendisi çözmediği taktirde bir başkasının çözmesi zor; hatta imkânsız. Karşımda bir hikâyenin kahramanı var. Annesinin ifadesiyle munis bir çocukluk ve başarılı bir öğrenci. Ama ne olduysa oluyor ve her şey değişiyor:

“Sonra ne olduysa oldu. Bir baktık oğlumuz “Ben yurt dışında okumak istiyorum dedi ve Fransa’ya yerleşti. Sonra “Ben dünyayı tanıyacağım.” dedi. O zamandan bu zamana bütün dünyayı dolaşıyor. Bir tek uğramadığı İstanbul.”

Bir doğum günü masasının etrafında toplanmış, kasımpatı çiçeğinden söz ediyoruz. Nur’un dediğine göre 55 yaşlarındaysa ve üniversite çağında evden ayrılıp bir daha gelmediyse aşağı yukarı 37 yıl geçmiş. Şimdi o asi ve hatta nankör çocuk bembeyaz saçlı haliyle karşımızda.  

“Edindiği çevresi onu hem bizden hem inancından ettiler. Sevdiği yaşam şekli maalesef daha sonra ona ağır geldi.”  

Yıllar önce ağır gelen yaşam, 37 yıl sonra hafifleyecek mi? Anne baba kendi içlerinde kim bilir bu soruyu kaç defa sordular? İnsanlık zor zanaat. Anne baba olmak daha da zor. Yaşam rüzgârı her zaman aynı yerden esmiyor. Ne zaman ki gün gelir ve rüzgâr farklı yerlerden etkisini gösterir, işte o zaman ömrün bükülmez zannedilen fidanları, ağaçları tek tek kırılmaya başlar. Akıl neden, nasıl sorularıyla sarılır. Yürek medet çırpınışlarıyla sarsılır. 

Bütün bu yaşananlar, iç dünyamızda başlayan ve dış dünyadakine hiç benzemeyen bir yolculuğun hazırlıklarıdır. Bu da her olayın, her sorunun “var olan hikmet yönü”nü gösterir. Ve bizler bu yönü tam manasıyla açıklayamayız. Sadece sabreder, çözümünü bekleriz.

Şu anda Yalın Bey’in hikayesinde ruh ve beden çekişme halindeler. Şu an için duyduğu nedamet ve pişmanlık, bedenini sıcak yuvasına döndürebilir. Ancak yüreğinde bir kor yoksa bedeni tekrar soğuyabilir. Yalnız Yalın’ın bir şansı var. O da tenleri cana vasıl olmuş, dertlerinde dermanı görmüş bir anne ve babaya sahip olması. Ve yine Maide Hanım’ın dediği gibi onlar her daim “Kaderin büyük resmine bakmaya gayret edecek, sabredecek ve dua edecekler.” 

Dağ ve ten bu hikâyede
Hakikate iki yolcu.
Derman derdinin içinde;
İçi yanan, hakkı buldu.

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply