Sokak – Bölüm 18

0

Hayır Bunun Neresinde Azizim?

İnsan olmak neden kolay değil? Çünkü her gerçekleştireceği şey bir hayır, bir değer olmalı. Hayrın ve değerin haramisi ise çok. Yoksa beşer olmak kolay. Her şey bu dünyaya göre hazır verilmiş. Emek yok, gayret yok. Oysa insan olmak öyle değil. Her nefesinde sadakat olmalı, her adımında gayret. Ne kadar insansak o kadar kuluz. Kul olanın ise haset edeni, düşmanı çok. Kendi kendimizle aramızda oluşturduğumuz her boşluk, şeytanın oyun sahası. İnsan olmadan kulum diyenlere bir bakın! Nasıl sırıtıyor halleri. Çuldur, ipek diye giydikleri. Puldur, akçe diye verdikleri. 

.Onun için dünyalık sahanı daralt, boşluğunu doldur ve kendin ol! En çok ne vakitler kendin oluyorsun Elif? 

.Düşünmeye dahi fırsat bulamadığım ani durumlarda. Çünkü olgunlaşmamış zihnin ürünleri ham oluyor. O düşüncelere bir de nefis hakimse her ayrıntı beni ayrı bir köşeye sıkıştırıyor. Güneşin nurunu almamış duygular da hamdır. O duygular da nefsin elindeyse her arzu bana türlü türlü haller yaşatıyor. Onun için ancak “medet!” diyecek hale gelmiş acil durumlarda, düşünecek ve duygulara yer verecek vaktim olmadığı için kendim olabiliyorum. 

.Peki insan bu kendi olmayı her zaman yaşayamaz mı?

.Yaşar elbet. Kendinde olana ve “kendinde olanı veren”e her daim kapısını açarsa. 

.Peki kalbin, ne olur da açar kapısını? 

.İçten çözüldüğü zaman. O zaman bir tıklatma kafidir. 

.Bu vakti anlayabiliyor musun? 

.Kuş ne vakit, nasıl uçacağını bilir. Ağaç ne vakit, nasıl tomurcuklanacağını bilir? Çünkü onların yaradılışındaki yolculuk, havayı rahmete, çiçeği meyveye çevirir. Aynı yolculuk, kalbimin ne zaman açılacağını -her zaman olmasa da- hissettirebiliyor.

.Kalbin kapısı açıldığında en çok neyi görmek ister?

.Güzelliği, iyiliği, insaniyeti görmek ister. Ama bence ilk önce insaniyeti. 

.Neden?

.Çünkü insaniyetin olduğu yerde zaten her şey güzel ve iyidir. İnsaniyet. Özün söz, sözün öz olduğu yer. Böyle yerlerde güven içinde yaşayabilmek güzelliğin ta kendisi. Bu yerlerde sevgi içinde paylaşabilmek iyiliğin ta kendisi. Zaten bunlar unutulduğu için çirkinleşmiyor muyuz? Duvar yığmaysa; er geç yıkılır, çirkinleşir. Dayandığımız duvarlar durmadan yıkılıyor ve ilişkiler çirkinleşiyor. El ele vermiş emekler güzelleşirken yığılmış, birbirine yük olmuş külfetler çirkinleşiyor. Manayla kanatlanan sözler güzelleşirken, yığılmış, sıkıştırılmış kalıplarda dil çirkinleşiyor.

Yolu nereden geçerse suyun, oranın rengine, kimyasına bulanmadan, oranın kokusunu almadan, kirlenmeden yol alamaz. Biz de bulanıyor, nice kokular alıyor ve kirleniyoruz. Hayatımızda verdiğimiz kararlar, hayaller, umutlar hep şevk doludur. Mecrasında kıvrılırken her kıvrıldığı nokta, suyun ömründe ayrı bir makam. Bizim de hayat yolculuğunda kıvrıldığımız her nokta bilemediklerimizle dolu.

Ah… Nur Kardeşim. Ne güzel gönlün, ne derin görüşlerin ve ne duru insanlığın var.

Yine kendinle söyleşmeye başladın Elif. Hava güzel. Ne zamandır çıkmadın dışarıya. Ekim’in soluğu hâlâ sıcak. Madem özün söz, sözün öz olduğu yerdedir insaniyet. Sen de sahilde özünden söz üretecek, sözünle özlenecek bir yer bul ve varlığın dirilten manzarası karşısında denizle, martılarla tekrar insaniyetini ara. 

Ekim’in soluğu hâlâ sıcak derken yanılmışım. Dışarısı umduğumdan farklı çıktı. Adımlarımı sıklaştırırsam belki üşümem. Adaların arka fonu kurşunî lacivert. Heybeli’den gelen vapurun görüntüsüyle üşümeyi falan unutuyorum. 

İstanbul, çok gizemli bir şehir. Sayılamayacak kadar çok güzellikleri var. Ama bana “İstanbul ve güzellik” dense aklıma gelen ilk görüntü, herhalde Boğaziçi’nden sonra bu vapurlar olurdu. 

Paşabahçe Vapuru. Tam 70 yaşında. İtalya’nın liman şehri Taranto’da 1952 yılında Türkiye’nin siparişi üzerine yolcu gemisi olarak inşa edilmiş. Şimdi de Haliç Tersanesi’nde orijinaline uygun şekilde restore edilerek yeniden Adalar hattında seferlerine başladı. İsimlerini İstanbul’un semtlerinden alan ve “Bahçe Sınıfı” denilen Dolmabahçe, Fenerbahçe, Paşabahçe üçlüsünden günümüze kalan tek vapur. Çocukluğumdan beri bakmaya doyamadığım görüntü.

Yine her zamanki yerimde sırtımı sahilin tahta bankına yaslamak ve bu manzarayı içime çekmek istiyorum. 

.Hocam… Hocam… 

Nefes nefese bir ses. Nur Hanım. 

.Sizi tam caddeden geçerken gördüm; ama bir tanıdığa takıldım. Neyse buldum sizi. Telefon da edebilirdim. Nedense yürüyüşünüze özendim. İyi oldu. Deniz havası rahatlatıyor. 

Kesik kesik konuşuyor. Benim kadar olmasa da kilolu. Yüzü kıpkırmızı olmuş. Hemen yakınımızda bir yere oturuyoruz. Soluklanıyor. Sanki bana bir şeyler anlatacak gibi. Bir müddet hiç konuşmadan sadece etrafı seyrediyoruz. Sahilin müdavimleri kediler, her gördüklerine yanaşıyorlar. Küçük bir yavru. Öyle şirin ki… Kucağına alıyor. Bu kadını şimdi daha da seviyorum. Hanım lafını kaldırsam ne olur?

.Biliyor musun Nur kardeşim? Ben yürümekten ziyade bu manzarayı seyretmeyi seviyorum.

.Sevilmeyecek gibi değil ki Hocam. Sınırı olmayan, yeşile bürünmüş topraklara benziyor. Ben de dağları çok severim. Aynı sizin denizi seyrettiğiniz gibi onları seyretmeye doyamam. Bizim oraların meşhur dağı “Spil”. Çevresindeki köylerden birinde yaşayan teyzemlerde kalırdım bazen. Çocuğum. Ne anlardım dağdan, bilmiyorum. Öyle kenarda oturup hiç bıkmadan seyrederdim tepelerini. 

Yunusum ne yerinde söyler:

Kalpten büyük dağ olmaz,
O Allah’a doyulmaz.
Sohbetine kanılmaz,
Erdim bir dağ içinde.

Sonradan anladım ki, benim o saf çocuk kalbim Yaradan’ına giden yolu hissediyormuş. Ama neyin ne olduğunu bilemiyormuş. İnsanız, yolcuyuz ve bu yolculuğu kalbimizde yapıyoruz. Bu hakikati içimizden biliyoruz; ama bildiğimizi o yaşlarda bilemiyoruz. Sadece hissediyoruz. 

– Ve zamanı gelince öğreniyorsun. Kendini bilen kişi kendi içindeki özüne, merkezine erişen, gerçek sahibine erişirmiş. Yunus’un dediği bu kalp de işte o seyrettiğin dağ. Seni alıp götüren de dağın ardındaki ufuklar ve ufkun ardındaki gaybî âlemler. Yahya Kemal de bunu şöyle hissetmiş:

Yaşıyan her fani
Yaşıyan ruh özler,
Her sıkıldıkça arar,
Dar hayatında ya dost ufku ya canan ufku.

Her ruh bir ufuk arıyor, Nur kardeşim. Kimi dağda, kimi ovada, kimi denizde. Her ruh kendine göre birine tutkun. Nedir ufuk? Ulaşılamayana açılan bir geçit. Manevî âlemleri merak ettiren, düşündüren bir çizgi. Ufuk, göz önünde uzayan bir sonsuzluk. Neresine ulaşırsak ulaşalım, bir sonrası hep var. Ufuk ruhun, ardında kendi hakikatini bulduğu bir sır. Ve çocuk da olsan sen o sırrı merak ediyordun. 

.Onun için mi dağın heybetinin ardında, denizin alabildiğine uzayan maviliğinde bulabileceğimizi zannediyor ve bakmaya doyamıyoruz? Dağ bende her zaman güveni, sağlamlığı ve kalıcı dostlukları hatırlatıyor Hocam. Güvensiz hissedilen her an, ruhumuza ne kadar yüktür… Hocam sizinle bir şeyi paylaşmak istiyorum. Nasıl diyeceğimi de bilemiyorum. Biz Maide annemden bir şey saklıyoruz. 

Eyvah! Aklıma birden çok kötü şeyler geliyor.

.Kötü hastalık gibi mi?

.Yooo… Hayır. Öyle bir şey değil. Oğlunu; Yalın Bey’i tanıyan biriyle konuştuk. Türkiye’deymiş ve hali de pek iyi değilmiş. 

.Peki kimden duydunuz bunları?

.Çok garip şeyler oluyor bu hayatta Hocam. Hiç beklenmedik yerden beklenmedik haberler alabiliyoruz. Esasında bunlar kaderin programı değil de nedir? Her şey ancak vakti geldiğinde çözülmeye başlıyor. Neden daha önce, daha sonra değil? Aklımız, sırrımız ermiyor. Erecek olsa kaldırabilir miyiz? Hayır. Bunların da rahmet olduğunu çoğumuz göremiyor. 

Ömer Bey, Ortopedi doktoru. Mümtaz babamın ayağına bakan. Geçen gün siz gittikten sonra babama telefon ederek ziyarete geleceğini ve bacağına bakacağını söylemiş. Pek bir anlam veremedik. Çünkü zaten biz kontrole gidecektik. Neyse… Bir ara salonda yalnız kalınca “Sizinle bir konu hakkında konuşmak istiyorum; ama sadece sizinle; eşinize söylemeyin.” demiş. Ertesi gün kontrol için “Babamla ben gideceğim.” diyerek annemi ikna ettim. Zaten son günlerde çok yorgun. Israrcı olmadı. Ömer Bey de gideceğimizi bildiği için bize ayıracak zamanı ayarlamış. Velhasıl Hocam Ömer Bey birçok şey anlattı bize:

.Yaylalara tutkunum Mümtaz Bey. Ne zaman bir tatil imkânım olsa aklıma ilk gelen yaylalar… Düzce’de Topuk Yaylası, Sakarya’da Karagöl, Çankırı’da Kırkpınar… Ama illaki Karadeniz’in yaylaları. Onlardaki göklere yakın sade yaşam, şifa gibi. Tatilin -zannediyorum üçüncü günüydü- yürüyüş sırasında küçük bir kazaya şahit oldum. Sizin gibi kaval kemiği kırığı.

.İyi de… Bizimle konuşmak istediğiniz, bunlar mı? 

.Açıklayacağım, sabredin. Sadece konuya nerden gireceğimi bilemiyorum. Elli yaşlarında biri. Ortopedist olduğumu ve yardım edebileceğimi söyledim. Sağlık ocağına gittik. Orada gerekli müdahaleler yapıldı. Sonra kendisiyle arkadaş olduk. İçine kapanık, dışarı pek açılmayan biri. Kendinden söz etmeyi pek sevmiyor. Bir gece uykum kaçtığı için dışarı çıkmıştım. Pansiyonun az ilerisindeki bir tümsekten yıldızları seyrediyorum. Baktım inlemeye benzer bir ses, sonra ağlama. Az ileride bir karaltı var. Yanına gittim. O, arkadaşım. Halinin anlaşılmasından hoşnut olmayacağını tahmin ettiğim için bir şey demeden gerisin geriye döndüm. Ertesi gün geldi yanıma. Üzerine varmadığım için hassasiyetime saygı duyduğunu belirtti. Yine hiçbir şey sormadım. Ve açıldı. Ben de dinledim. 

Almanya’da doğmuş. Anne babası İstanbullu. Babasının işinden dolayı Almanya’dalarmış. Bir kız kardeşi varmış ve yedi sene sonra okul için Türkiye’ye dönmüşler. 

Bunları duyar duymaz Mümtaz babamın yüzü bir anda değişti. Yüzü kül gibi. Bir şey olacak diye korktum.

.Siz neyi anlatmak istiyorsunuz Ömer Bey? Bu dedikleriniz… 

.Evet, Mümtaz Bey. Ben, size o arkadaşımın, oğlunuz Yalın olduğunu anlatmak istiyorum. 

.Babam! Ne olur kendine gel! Dinleyelim Ömer Bey’i. 

.Ömer Bey oğlum. Yalın kendi tercihini yaptı ve yıllardır bizi yaşamından saf dışı etti. Ve son beş senedir de izini kaybettik. Çok acı; ama ölmüş olabileceğini bile kabullendim. Yalnız Maide’m… Ana yüreği. Söylemez; ama bilirim. Bazı geceler onun için ağlıyor.

.Oğlunuz bana güvendi; yine de bu söylediklerimin dışında bir şey söylemedi. Çevresini araştırdım. Kimseyle konuşmaz dediler. Sadece Müşfik dede diye birinden bahsettiler. Bir tek ona yakın davranırmış. “Neden hiç yakınlığınız olmayan bu adamı tanımak ve ona yardım etmek istiyordunuz?” diye soracaksınız. Bilmiyorum. Özlemle beklediğim tatilimi hiç tanımadığım birine hasretmek… Gerçekten bilmiyorum. 

Müşfik dedeyi araştırdım ve buldum. Müşfik, lakabıymış. “Hiç kimseyi bugüne kadar küçümsediğini görmedik.” dediler. Günahkarı, serserisi, düşmüşü… kim gitse yanına. “Kendini hor görme! Nedamet getir, tövbe et.” dermiş. Bunun dışında bir şey söylemez, sadece karşısındakini dinlermiş. Pek bilgisi de yokmuş. Ancak yanına giden, oradan nedense ayrılmak istemezmiş. 

Gerçekten müşfik bir dedeyle karşılaştım. Adeta gülen gözleriyle konuşuyordu. Yalın’ı sordum. “Güzel insandır. O benim yârenimdir.” den başka hiçbir şey çıkmadı ağzından. 

Neden sonra bir akşam, tam güneş batarken Yalın yanıma geldi. Öylesine dalmış, uzaklara bakıyordum.

.Ömer Bey. Şu gün batımı insana hem hüzün verir hem ruha başka yerleri hatırlatır. Hatta bazen ağlatır. Yine de onu severiz, onu bıkmadan seyrederiz. Ama insanoğlu, yaşamın içinde bir yerlere batarken neden çevresinden sadece hakaret, küçümseme görür ve sonra da unutulur?

.O an içim bir tuhaf oldu. Bu suskun adamın içindeki trajediyi merak ettim. O da sanki içimi okumuş gibi hayatından söz etmeye başladı. Üniversite hayatı, arkadaşları, aklını çelen konuşmalar, onu gaflete sokan ilişkiler… Ama ailesine değinmiyordu. Ben de Müşfik dede gibi yaptım. Bütün dikkatimi vererek içtenlikle sadece dinledim. Soru sormadım. Soğuk davranmadım. Ondan sonra iki gün ortalıklarda görünmedi. Merak etsem de kaldığı yere gitmedim. Yine aynı saatlerde gün batımında geldi. İçerde kendime yiyecek bir şeyler hazırlıyordum. “Gel seni bir yere götüreceğim.” dedi. 

.Nine bak sana bir misafir getirdim. Ömer Bey, bu benim Hatice ninem. 

Mekânın huzur veren ruhu da olurmuş. Bahçe, düzen, sükûnet ve sofra. Tavada mısır ekmeği, yağlaş1, pazı mücveri ve fasulye turşusu kavurması. Hiç bu derece sakin ve ferahlatıcı bir ortamda olmamıştım. Nine de konuşkan değildi. Dede gibi gözleriyle konuşuyordu. Buranın içme suyu doğrudan dağlardan geliyor. Bu ninenin bakışları da sanki doğrudan göklerden geliyor gibiydi. İçimi rahatlattı. Gerçek keramet esasında bu saf insanların gözlerinde ve hallerinde. 

Harika bir akşam. Yıldızlar çıkmış. İnsanlar evlerinde ve şırıldayan su sesi…  Tam bir terapötik ortam2. Pansiyona dönerken hayvanların su içtiği, sürekli akan bir çeşmenin yanında oturduk. O gece bayağı konuştu. Sizlerden bahsetti. Hakkınızdaki her şeyi o zaman öğrendim. Size nasıl davrandığını ifade ederken her tarafı titriyordu. Pişmanlığın böylesine açığa çıkmış haline ilk defa şahit oluyordum. Şaşkındım. O suskun adam gitmiş, özlemini, sevgisini dilinden düşürmeyen biri gelmişti.  

.Deli mayın gibi hareketli bir yaşamın içinde yuva da kuramadım. Aileye hasretim. Annemi, babamı çok özlüyorum. Ama karşılarına çıkacak yüzüm yok. 

Bir hafta sonra oradan ayrıldım. Benden adresimi, telefonumu istemedi ve ben de isteyemedim. Bir dahaki tatilimi yine orada geçiririm diye düşündüm. Belki onu bir daha görmeyecektim. Ancak tedavi için geldiğinizde adlarınız, soyadı, yaşadığınız yerler… Hepsi birleşince ortaya çıkan tablo beni hayli heyecanlandırdı ve haddim olmayarak özelinize girdim. 

.Sağlığı nasıldı oğlum? Yakında gidebilecek bir fırsat bulabilir misiniz Doktor Bey?

Babamdan başka bir söz çıkmadı ağzından. Öyle kalakaldı. Ben, durumları üstü kapalı anlatmaya çalıştım. Ömer Bey de bu konuda bir şeyler yapmaya gönülden gayret edeceğini vadetti. Ve hiçbir şey konuşmadan eve döndük. 

Annem, dediğim gibi çok yorgun son zamanlarda. Nasıl söyleyeceğiz Hocam? Babam esasında çözerdi her şeyi. Ama bazı şeyler üst üste geldi. Kendini toparlaması lazım. Ne yapacağız Hocam? Mümtaz babam -evlat değil mi?- çoktan olanları unuttu gibi. Anneme gelince; bir şey söylemiyor. Ama oğlunun döndüğünü görse herhalde sevincinden ne yapacağını şaşırır. 

.Rabbim büyüktür, kardeşim. Dua edelim. Bize yaşlı iki yüreği sarsmayacak bir yol göstersin. Ben de seninle geleyim. Biraz hoşbeş ederiz. Bakalım neler açılır önümüzde?

Maide Hanım’ın oğlu için söyledikleri hâlâ aklımda. “Bütün dünyayı dolaşıyor. Bir tek uğramadığı İstanbul. Edindiği çevresi onu hem bizden hem inancından ettiler.” 

Hayat her gün ayrı yüzüyle karşımıza çıkarak bir hikmetini ortaya koyuyor. “Ben koydum, sen çöz.” der gibi. Kimse ben böyleyim dememeli. Hangi durumda olursak olalım -ister zirvede ister en dipte- olayların savurmasıyla durmadan savruluyor ve bir yerde kalamıyoruz. Sanki beden oradan oraya savrulurken içindeki dünya; özümüz, insanlığımız da bir sağlamlık deneyinden geçiyor. 

Nur Hanım’a bundan böyle Nur diyeceğim. Kendine söylediğimde bana öyle bir sarıldı ki…

Ortamı sıcak bir hale sokabilmek için çırpınıyor. Melek evde değil. Gevher Hanım mutfakta. İkizleri çağıracak durum yok. Ortamda kafayı karıştıracak ses olmamalı. Sıcak ortam derken sıcak demli çay geliyor. Yanında Gevher Hanım’ın leziz spesiyaliteleri. Maide Hanım her zamanki zarafeti ve içtenliğiyle karşımda. Mümtaz Bey önemli bir durumu konuşmak için çalışma odasındaymış. Zannediyorum evin mali işlerini, geliri, götürüyü halleden avukatları var. 

.Arif oğlumuz dün yine ziyarete geldi. İşleri düzene giriyormuş. İşin daha güzeli; Âyende ile önemli bir kararın eşiğindelermiş. İnşallah haklarında hayırlı olan gerçekleşir Elif’cim. 

Salih Bey’den ve Menekşe’den çok memnunlar. Sanki ileride evdeki çoğu işleri onlar çekip çevirecekmiş gibi. Tabii komutan her zaman Nur. Mümtaz Bey’in tekerlekli iskemledeki hali garibime gidiyor. Kendini toparlamış ya da öyle görünüyor. 

Bir müddet sonra Nur, sanki hastanede konuşulanları öylesine ortaya açıyormuş gibi:

.Mümtaz Babam. Sizin gibi kaval kemiği kırılmış arkadaşı hakkında Ömer Bey’in dedikleri ne kadar Yalın Bey’i hatırlatıyor. Siz de fark ettiniz mi?

Böylelikle konuya girizgâh yapılıyor ve Maide Hanım’ın haline göre yavaş yavaş açılıyor. Bütün gözler onun heyecanında, telaşında. Önceki taş gibi katılaşan hali yavaş yavaş gözlerindeki yaşlarla çözülüyor. Hiçbir şey söylemiyor; ama biliyorum ki, ana yüreği dualarındaki ümidini yakalamış. Eşini iyi tanıyan Mümtaz Bey de bir şey söylemiyor ve sonucunda başka konulara giriliyor. Elbet her ilişki kendi yarasını kendine göre sarar. Bir müddet sonra ben de müsaade isteyip kalkıyorum. 

Hava biraz ılınmış. Bugün başka bir yoldan gideceğim. Caddeye çıkıyorum. Arkamda bıraktığım bu yaralı ana baba, elbet kendi aralarında konuşacak; hatta tartışacaklar. Belki de birbirlerine sarılıp ağlayacaklar. Ama bir gerçek var ki, konudaki kişi canlarından bir parça. Ne olursa olsun hiçbir şey, bu gerçeği değiştiremez.  

İnsanların yüzlerine bakıyorum. Kim bilir onların da kendilerini terk etmiş veya terk ettikleri, izi bulunmuş veya bulamadıkları “Yalın”ları var mıdır?

Ah… Azizim Hamza Bey, şu anda neredesin? Nerede “Hayır bunun neresinde azizim?” diyen sesin? Şimdi de bakalım: Bu kaza olayı, bir talihsizlik mi veya bir hikmet mi? Yıllardır hasretle bekledikleri oğullarını yanlarına getirmek için kırılan bir kaval kemiğinin hikayesi, hikmetin ta kendisi değil mi?

Hayrın bu olayın tam merkezinde olduğunu zaman gösterecek. Anlayamadılar ve anlayamayacaklar “bu felsefeniz” dedikleri şeyi. Haydi! Akıl çağının bütün akılları! Toplanın; çözün “abes” dediğiniz bu “sırrı”. Öylesine bakıp durun, önünüzde açılırken hakikat. “Gitmeyeceğim” diyen inadınıza takılın. O “manevî dünyalar” zaten sizi değil, başka türlü adımları bekliyor. 

Sır dediğin,
Bir temas deryayla senin aranda.
Can bilmez.
Hissedemez başka vicdan.
Anlayacaksın ruhuna değdiğinde
Dalgalar.

Sır dediğin,
Bir bağ Allah’la kulu arasında.
El değmez, göremez göz.
Yaklaştıkça
Tül aralanır ve açıldıkça
Kapılar.

***


1. Yağlaş: Yağlı aş. Ordu, Tokat, Sivas, Giresun ve Trabzon’un batısında kavrulmuş mısır unu suyla pişirilip üstüne eritilmiş yağ dökülerek yapılan bir çeşit yemek. Trabzon’un doğusu, Rize ve Artvin sahilinde muhlama diye adlandırılır.
2. Terapötik Ortam: İnsanın kendini baskı altında hissetmediği, kendini içtenlikle ifade edebildiği rahatlatıcı ortam.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply