Sokak – Bölüm 16

0

Adresi Yanlış Yerde Arama!

.Hastalık var. Hastalar çoğaldı! Hastalık var. Hastalar çoğaldı! Kalkın! Hastalar çoğaldı!… 

Arkasından davul sesi. El ayak çekilmişken bu ses de ne? Saat kaç? Hem de davul çalıyor. Üstelik Ramazan değil. Pencereden bakıyorum. Gecenin karanlığında bir adam silüeti -elinde davul- çala çala gidiyor. Eyvah diyorum, deli mi nedir? Şimdi birisi kalkıp söylemediğini bırakmayacak. Polisler de yakalayıp götürecek.

Hayret… Etraftaki evlerde ne bir ışık belirtisi ne insan sesi var. Herhalde hayal görüyorum.

.Hastalar çoğaldı! Hastalar çoğaldı! Kalkın! Hastalar çoğaldı!… 

Arkasından yine davul sesi. Aynı adam nereden döndüyse yine sokağın başında beliriyor. Yine etrafta çıt yok. Aceleyle giyinip aşağı iniyorum. Adam ben inene kadar sokağı çoktan geçmiş; ama davulun sesi hâlâ yankılanıyor. Merakla arkasından koşarak yetişmeye çalışıyorum. Bir taraftan da sesleniyorum:

.Bakar mısınız? Bakar mısınız? 

.Baktık da ne oldu?

.Merak ettim de…

.Merak ettin de ne yaptın?

.Ramazan’da değiliz. Bu saatte davul çalmanızın sebebi ne?

.Ramazan oldu da ne kazandın? Davul çalmanın saati mi olur?

Bu şekilde cevap verişi pek hayra alâmet değil. Her halde bir deli.

.Akıllı olduk da ne oldu?

Eyvah… Bu adam deli de değil. İçimi okuyor. Bir meczup olmalı. 

.Hakikati bağırmak için insan olmak yeterli değil mi? İç okumak için göz yeterli değil mi? 

Duruyor ve bana dönüyor.

.Allah’ım bu da ne?

Tam karşımda benim kopyam. Sadece farklı.

.Siz kimsiniz? Yüzünüz benim yüzüm. Ama benden hayli gençsiniz ve bir erkeksiniz.

.Bunlara cevap vereceğim. Merak etme. Şimdi sen söyle bakalım. Neden takip ettin beni?  Vakit hayli geçmişken. Hiç korkmadın mı?

.Hayır… Neden korkmadığımı bilmiyorum; ancak söyledikleriniz çok korkuttu. Hastalık ne? Nerede hastalar çoğalıyor? Hem o kadar sese rağmen neden kimse uyanmadı? Bunların hepsi çok garip.

.Garip değil. Çünkü bu olanları sadece sen duyuyor ve görüyorsun. 

.Nasıl? Neden sadece ben?

.Kafanda ne zamandır kurduğun insanlarla ilgili kaygıların yok mu?

.Var… Hem de çok.

.İşte ben onlar için buradayım. Peki neden bir şeyler yapmıyorsun? 

.Yaşlı bir kadınım. Bir erkeğin gücü ne arasın bende?

.Ama arkamdan koşabiliyorsun. Sen, kendinin farkında değilsin. Güç dediğin ayakta, kolda mı ki, yaşlı ve zayıf bir kadın acizliğini yaşatıyorsun kendine. Kaygıları nerede kuruyorsun? Aklında. Neden üzüntülüsün? Çünkü kalbin acıyor. Neden uykudan uyandın? Çünkü işittin ve merak ettin. Neden koştun arkamdan? Başıma bir şeylerin geleceğinden, polislerin beni alıp götürmesinden korktun. Kendin için değil, bir başkası için kaygılandın ve arkamdan koştun. Aklın, duyarlılığın, merakın, merhametin, gayretin ve cesaretin. Şimdi söyle bakalım: Bunlar için genç ve de bir erkek olmak gerekli mi?

.Her şeyi önüme döktüğünde anlıyorum. Galiba sen haklısın.

.Galiba, falan değil. Gerçek bu. En büyük cesaret ve yiğitlik insaniyette, merhamettedir. Ben senin aklındaki aydınlık düşüncen, yüreğindeki gerçek cesaretim. Vicdanındaki merhamet, ruhundaki insaniyetim. Şimdi hiç soru sorma ve beni takip et. Bir yere götüreceğim seni. Hasta olanlar kim, hastalık ne? Bunları yakından tanımaya gideceğiz. Ancak vardığımızda ben yok olacağım. Hastaya muhatap olacak sensin. Hasta gerçeği bulursa o yok olacak ve beni yanında bulacaksın.

Yolda hiç konuşmuyoruz. Sadece yürüyoruz. Neden sonra dalga sesleri geliyor kulağıma. Az sonra karşımızda alabildiğine uzanan bir sahil. 

.Haydi, bana eyvallah! 

Ve sahilde tek başına kalıyorum. Güneş tam tepemde, etraf adeta cayır cayır yanıyor.

.Yandım!…

Bir bağırma sesi. Sese doğru yürüyorum. Deniz kenarında bir adam; bir yandan “Yandım!..” diyor, bir yandan elindeki kepçeyi denize daldırıp içiyor. Yanına yaklaşıyorum.

.Hem “Yandım!” diye bağırıyorsun hem içmeye devam ediyorsun. Bu mantıksız ısrarının sebebi de ne?

Adam aptalmışım gibi bakıyor yüzüme. 

.İçim yanıyor. Susuzluktan dudaklarım kurudu. Su içiyorum. Bu sefer çatlayan dudaklarım yanıyor. Ne kadar içsem de susuzluğum geçmiyor. Görmüyor musun? 

.Görüyorum. Ama yanlış yaptığını da görüyorum.

Bir anda öfkelenerek “Zaten bu sıcakta canıma yetti. Sen ne konuşuyorsun?” der gibi bakıyor:

.Neresi yanlış bunun? Suya ihtiyacım var ve kocaman bir suyun yanındayım.

.Peki, sen deniz suyu nedir bilir misin?

.Hayır. Bizim oralar dağlık, bayırlıktır. Biz kaynak sularını, pınarları, kuyu sularını biliriz.

.Peki içtiğin, o sulara benziyor mu?

.Benziyor. Avuçlarımı daldırıyorum, aralarından akıyor. Yıkanıyorum; serinletiyor. İçine baktığımda dibindeki taşları görüyorum. Rengi yok. Daha ne olsun. Sadece kokusu bir tuhaf.

.Fakat sen sürekli “Susuzum, suya açım.” diyorsun. “Yıkanmaya, serinlemeye ihtiyacım var.” demiyorsun. Senin ihtiyacın içilerek giderilecek bir şey. Bunun kararını da ellerin, gözlerin değil, dilin dudakların, boğazın, miden verir. Adresi yanlış yolda arıyorsun. 

Bu sefer kızmadan hak verir gibi bakıyor yüzüme. Buralı olsa bu hataya düşmez.

.Peki, burayı nasıl buldun sen? Birine mi sordun? Buralı mısın?

.Buralı değilim. Birine sordum. “Su arıyorum; bana yerini söyler misin?” dedim. O da burayı tarif etti. “Ağaçların yanında bir pınar var. Suyu hoştur, şifalıdır.” dedi. Baktım çevreme doğruydu. Az ileride ağaçların yanında küçücük bir memba var. Suları kendiliğinden yatağını oluşturmuş, ilerideki ekili yerlere usul usul akıyor. Ama azıcık suyu var.

.Doğru demiş. Senin aradığın işte bu memba. Ama sen orada değil de neden buradasın? Ne işin var denizin yanında?

Şaşkın şaşkın bakıyor.

.Kör müsün be kadın? Bak bakalım! Hangi su daha çok ve hangisi daha güçlü? Nereden bilirsin bana ne gerekli olduğunu? Hem yaşın ilerlemiş. Evinde otursana!

.Bırak şimdi bunları. Hele gel bakalım sen benimle.

Ve pınarın yanına gidiyoruz.

.Daldır bakalım ellerini suya ve yüzüne, gözüne sür. Ne hissedeceksin?

Azıcık gördüğü suya ellerini daldırıp yüzüne, gözüne sürüyor.

.Buz gibi, aynı bizim oraların suyu. Gözlerimi yakmıyor, derimi kurutmuyor. 

.Şimdi dudaklarına götür ve iç.

.Oh… Dünya varmış. Aradığım işte bu.

Öylesine susamış ki, bir müddet kendine gelemiyor. İçtikçe içiyor. Ellerini, yüzünü yıkıyor.

.Anacım var ol. Ayakların dert görmesin.

.Şimdi, gel bakalım… Biraz evvel ölecek gibiydin ve böyle devam etseydi ölebilirdin de. Ben gelmeseydim ne olacaktı? Oysa mesele halledilemeyecek bir şey değildi. Zaten sen de sordun birine. O da kendince tarif etti. Ama nereden bilsin bu hataya düşeceğini? Geldin buraya ve iki çeşit adres buldun. Peki, ne yaptın? Hiçbir şeye dikkat etmeden, düşünmeden, verilen tarife sadık kalmadan kendi tercihini kullandın. Büyük ve güçlü olanı seçtin. Çok olanı arzuladın. Küçük olana belki de hiç bakmadın. Baksaydın akan suyun etrafındaki çiçekleri görecektin. Bak bakalım, tamah ettiğin bu büyük suyun etrafına. Hiç çiçek görüyor musun? Birkaç tane yeşillik. Etraf çakıl taşı ve kum. Görüntüde gördüğün su; ama deniz suyu. Deniz suyu tuzludur. İçindeki mineraller farklıdır. Ve senin midene uygun değildir. Bu hatan seni neredeyse hastalanmaya; hatta ölüme götürüyordu. 

Şimdi beni iyi dinle ve söylediklerimi unutma. Sizin oralarda tavuk, kuş var mı?

.Var.

– Hepsinin gagası, kanatları, iki ayağı var mı?

.Var.

.Ama biri uçuyor, diğeri uçamıyor; çünkü dışarıda ilk bakışta aynı gibi görülse de dikkat edince farklı olduklarını anlıyorsun. Çünkü biri kuş, diğeri ise tavuk. 

.Tamam da neden bunları söylüyorsun? Biliyorum biri tavuk, diğeri kuş. Biri uçar biri uçamaz.

.İkisi de follukta gelişir, zamanı gelince yumurtadan çıkar.

.Evet, aptal değilim. Bizim tavuklarımızın kuluçka dönemi 21 gün kadar sürer. Serçenin ise 11-12 gündür. 

.Peki, aynı dikkati neden suyun kenarında göstermedin? Çünkü kuşun, tavuğun farkını düşünmene gerek yoktu. Sana bu böyledir demişlerdi. Sen de kabul ettin. Farkı fark edecek olsan da yine düşünerek değil, yaşamın içerisinde öyle kabul edildiği için kabul edecektin.

Bu bir kişilik zayıflığı. Ve şeytanın yararlandığı bir boşluk. Çünkü şeytan insanın düşünmesini istemez. Onu devamlı taklide sevk eder. Sen de onun hoşlanmadıklarını yaşamından çıkarıp hoşlandıklarını uyguladıkça her davranışı, her sözü taklit etmeye başladın. Hiç düşünmeden, delil aramadan, büyük olan, kuvvetli olan ne varsa onu takip ettin.

‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (yola) tâbî oluruz.’

Bakara / 170

…zihniyetiyle gözlerini, aklını, kalbini kilitledin. 

Ayetin sonundaki…

‘Ve eğer, onların ataları hiçbir şeyi akıl etmiyor ve hidayete ermemiş olsalar bile mi?’

Bakara / 170

…hakikatinden bihaber, korkunç bir akıbete sürüklenmeden kendine gelmen lazım. 

Burası sana yabancı. Hakkında hiçbir şey bilmediğin deniz denilen bir suyla karşı karşıyasın. Eğer kendi kendine muhakeme edebilmenin, farkındalığın değerini öğrenebilseydin bu başına gelmeyecekti. Neredeyse hayatından olacaktın.

.Siz gelmeseydiniz bedenim zarar görebilirdi, hatta ölebilirdim. Allah gönderdi sizi. Ancak sadece ben değil, benim çevremden kim düşse bu hale; aynı tehlikeyi yaşardı. Çünkü onlar da düşünmüyorlar ve taklide meyilliler. Ancak bizlere muhakeme etme ve farkındalık öğretilmemişse ne yapabiliriz? Bütün bu eksikliklerin, yanlış düşüncelerin sebebi hep şeytan mı?

.Hayır. Bir de nefsimiz var. Yani başta kendimiz bu halimize sebebiz. Sonra şeytan geliyor. Bir kere nefis çalışmaktan, emek vermekten, zorlanmaktan hoşlanmaz. Düşünmeyi; hele enine boyuna düşünmeyi hiç sevmez. Nerede zevkine uygun, nerede hazıra konacak bir şey bulursa hemen yakalar. Halbuki sende öyle değerli şeyler var ki… 

Kendini merak etmemenden, aklını çalıştırmamandan, tembelliğinden en çok kim memnundur? Şeytan. Bu nedenle hiç vakit kaybetmez. Senin için hazırladığı bir sürü tasarıları, planları hemen uygulamaya başlar. 

.Ne gibi?

Biraz önce söylediğim gibi taklide sevk eder. Mesela içine boş kuruntular atar. İçi boş, işe yaramayan düşüncelerle oyalar seni. Yaşadığın gerçeklerden uzaklaştırır, nefsinin hoşuna gidecek hayallerle gözünü boyar ve sen ipe sapa gelmezlerin peşinde koşmaya başlarsın. Hakikat yerine batılla, hurafelerle uğraşırsın. Ve şeytanın verdiği sözü yerine getirmesine vesile olursun.

‘…Ve onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntularla oyalayacağım…’

Nisa / 119

Şeytanın tahmin edemeyeceğin kadar çeşitli, renkli, ışıklı hileleri ve yaldızlı sözleri var. Kelimelerin arasına tuzaklar kurar. Söz oyunlarıyla akla zehir, vesvese akıtır. İnsanı “Acaba mı?” tuzağına düşürür. “Madem Rabbin merhametliydi, bunlar neden oluyor? Hem doğru, müstakim yolda hem de yokluktan sürünüyor.” dedirtir. Hikmet hep göz ardı edilir. Kaderî çizgilere girilmez. Buna benzer değişik yollarla mikroplar, virüsler atar vücuduna. Başın, gözün, kolun, miden ağrımaz; ama bakışın bulanır, aklın karışır. Kalbin acıkır, susar ve ruhun ağrımaya başlar. Bunlar da senin bulaştığın manevî hastalıklardır.

.Biraz evvelki halim gibi. Demek ki kalbim susadı ve ben istedim. Yola çıktım. Sordum. Adresi öğrendim. Ve karşıma iki adres çıktı. Fakat bulanık bakışım yanlış adrese götürdü. Karışık aklım işi oluruna bıraktı, hiç gayret göstermedi. Ve iradem kalbimin istediğini değil, nefsimin istediğini seçti. Ama sadece ben böyle değilim ki… Yaşadığım yerdeki hemen hemen herkes böyle. 

.Bak gördün mü? İsteyince pekâlâ birçok yanlışı görebiliyorsun. Gerçeklerin de farkına varabiliyorsun.

.Yani… Benim bakışım, aklım, iradem, kalbimde mi hastalık var? O zaman benim memleketimde bir sürü hasta var. Doğru adres bulamazsak sonumuz tehlikede. Peki bunun tedavisi nerede?

.Seni kim yarattıysa, sana her şeyini kim verdiyse O’nda. O’na her şeyinle; aklınla, kalbinle, vicdanınla, ruhunla dön ve dua et. Lakin menfaat için, mal, çaput istemek için yapma bunu. O Yaradan, sen de O’nun yarattığı kul olduğun için aç ellerini. Cevabını alırsın.

O anda çevrede ne adam kalıyor ne de pınar. Sanki boşluktaymışım gibi ürperiyorum. Ve nefes nefese koşmaya başlıyorum. 

.Elif… Elif… Uyan. Ne oluyor? Durmadan sağına, soluna dönüp durdun. Kâbus mu gördün?

.Kâbus değil; ama farklı bir rüya. İyi ki uyandırdın. Bir yerlere koşuyordum. Nereyeydi, bilmiyorum. Neyse sonra anlatırım… Rabbim hayırlara çıkarsın.

Vakit çok erken; ama etraf o kadar davetkar ki… Alelacele bir şeyler hazırlıyorum. Çayı da termosa koydum mu işim tamam…

.Bu sabah kahvaltıyı sahilde o sevdiğimiz yerde yapalım mı?

Bugün Pazar. Onun için arabalar tek tük. Ama bu vaktin müdavimleri hiç de az değil. Sevdiğimiz yerde çimlerin üzerinde Adalara karşı portatif masamızda hayat arkadaşımla bir Eylül ziyafetindeyiz. 

Eylül… En sevdiğim ay. Her duygunun bir şiiri var. Eylülse benim için gizemin şiiri. Azaldıkça içimde çoğalan bir âlem gibi. Yaz bir avuç ateş bırakır göğüslere. Kavruluruz, kurur damarlarımız. Ve sonra gökten yumuşak inişlerle erir yazdan kalanlar. O toprağın asaleti, dalların göz yaşı, benim dünyam. 

Gözlerimi kapıyorum. 

Eylül! Ufuklar ardında bir başka ülkem! Ruhum cennetini buluyor serinliğinde. Sen öylesine geçilecek bir zaman değilsin. Öyle unutulacak bir yâr hiç değilsin. Issızlığını seviyorum senin, güngörmüşlüğünü, derin bakışlarını. Ey mevsimlerin masum ecesi! Seni seviyorum. Seni Yaratan’ı çok seviyorum. Hangi ilahi ismin aynasısın? İçimdeki dünyanın gittikçe boyut değiştiriyor renkleri.

Rüzgâr esiyor.
Sonsuz bir âlemin seyyahı mı?
Başka dokunuşlarla uzaklaşıyor yanımızdan.
Hüzünle neşe arasında hüzne yakınım
ve
hasret kokuyor ufuklarım.
Ne yer ne soluk ne de an vazgeçemiyor bu gidişten.

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply