Sokak – Bölüm 13

0

Şifan Kalbin Sesinde

Nice yol var canda?
Açılmaya bir nefes bekler
Goncaları.

Sanma ki,
Her kapalı anlamsız değildir
Her suskun, bilmez.
Nerden gelir bu dağın
Dumanı?
Ki tüter tüter bitmez.

İçimde
Bin yolculuk vadiden
Vadilere…
Yağmuru dinmez.

Zaman
Akan suda samandan
Bir sal.
Çarpa çarpa ayrılır.
Takıldığı her kıyı,
Gönlümde bir hatıradır.

Nur Hanım’ın takside söylediklerini düşünüyorum. Dışardan bakıldığında suskun, kendi halinde; ama dağı arkasına almış gibi duran bu kadının söyledikleri, her seferinde beni şaşırtıyor. İçinde nasıl bir bereket var ki, bir esinti almaya görsün, goncalar ardı ardına açılıyor.

Ve bilhassa en son söylediği:

Yolu kıvrıldığında her kıvrım noktası akarsuyun ayrı konağı, ayrı mertebesi, ayrı makamıdır. Bizim de hayatımızda kıvrıldığımız her nokta bilmediklerimizle, tahmin etmediklerimizle dolu. Musibetler, acı sürprizler, tatlı sürprizler… İnsanlık da bir konak, mertebe, makamdır. Beşer olmak da hatta hayvan gibi olmak da…

Evet. Hem beşeriz hem insan. Çoğu kez yaptıklarımız, hayvanları bile utandırır. Başımıza gelenlere tepkilerimiz, bizim ne olduğumuzun delili. Peki, neyiz biz? Başta küçük bir göze; su kaynağıyız; sonra ana rahminde cenin, ana kucağında bebek. Ve sonra kendi mecramızda akmaya, çevreden etkilenmeye, şekilden şekle girmeye başlarız. Nereye kadar? Döküleceğimiz deryaya kadar. 

İnsan olabilmek zor zanaat. Bu madde dünyasındaki dört boyutla hayatımızı kurmaya çalışırız. Boy, en, derinlik ve zaman. Oturup kalkmak, yürümek hep bu dört boyutla gerçekleşir. Sermaye olsa da emek vermeden yol alamayız. Ne öğrenirsek öğrenelim, insanlık becerisi yoksa ve yaşam ustası değilsek; zanaatkar değilsek işimiz zor. Durmadan akar, dururuz. Bazen yavaş, bazen deli deli. Dokunduğumuz, çarptığımız her yerden bir şeyler alırız. İyi midir, kötü müdür, bilmeden. Bu böyle mi devam eder? Hayır. Bir gün bir ses fısıldar kulağımıza: 

.Kurduğun hayat, hayat değil, yavan yaşamlar. 

Fısıldanan ya işimize gelmez ya anlamayız. Ve ses kayıttan silinip gider. Maddî yapı sınırlı. Bununla madde ötesine geçmek, varlık âlemi gibi zor konuları anlamak zor gelir. Bu dört boyut arasında genellikle ne rahatlatır bizi? Geçmişe dönmek. Ancak ne kadar sığınsak da çocukluğa, güzel günlere, sevdiklerimize, hiçbiri huzur duymamıza yetmez. Hatıralar bir şey vermez. Bir de zaman bizim için saman gibiyse takıldığımız her şeyde çabuk kırılır, bizi yarı yolda bırakır. Yine bir gün aynı ses fısıldar kulağımıza:

.Kurduğun ilişkiler sevgi miydi sence? Hatıralar ne kadar ferahlattı seni?

Bu sefer anlarız denileni. Çünkü bir yerlere dokunur. Sesimiz çıkmaz; ama acıtır. Acıttıkça o fısıltı daha da yankılanır. Artık şunu iyice anlarız: Benliğin ördüğü duvarlar arasında sıkışan kalp, kurtulmak için bir başka kalbe içtenlikle yönelmek zorundadır. Kalpler ancak birbirine dönerse yüzler aydınlanacak, gülecektir. Ve zaman o vakit samanlıktan çıkar; nice güzelliğe gebe sürgünler olur.

“Doğru olan buysa ne diye geçmişin gölgesinde kayboluyorum?” diye sormak isteriz. “İstemez miyim aydınlatmayı ve güldürmeyi? Ama elinde feneri olmayan, kalbinde huzuru bulamayan nasıl yapacak bunu?” 

Yine aynı ses -bu sefer tonunu yükselterek- şöyle der:

.Herkes kendi gölgesine bürünmüşse bunlar nasıl gerçekleşecek, diye düşünürsün değil mi?

O anda onu yakalamak isteriz ve bağırırız:

.Evet! Bunları düşünürüm! Her defasında soru sorup sonra beni çaresizliğime terk etmenin sebebi ne? Anlat çare olanı ve anlamam için de zaman tanı! 

Bu sefer ses sıcacık bir soluk olur, sarar bizi; ısınırız.

.Güzel… Zamanı geldi demek. Başta işine gelmedi, anlamak istemedin. Sonra acılarınla anladın; ama gücün yetmedi. Ve şimdi ilk defa sesime ses veriyorsun. 

Ses, karşılık bulursa yankılanır ve ses sesi doğurur. Işık aynaya vurursa akseder ve ışık ışığı doğurur. Aynadaki elbet gerçek değildir, ancak yansıma da olsa gerçeğin tadını verir. O tadı bir defa alan duramaz, gerçeğin peşine düşer. Onun için senin meselen sadece ışığı bulmak değil, ışık olmasını da bilmek. Huzuru bulmaktan öte başkasına huzur olabilmek.

.Doğru, tadı aldım almasına… Ama gerçeğin peşine düşemem. Çünkü ne yol bilirim ne yordam. Bilsem hiç ışık olmak, huzur vermek istemez miyim?

.Yolun, yordamın da yola yatkınlığın da gayretine bağlı. Ben uyardım. Şimdi sıra sende. Unutma! Gayretini besleyen, niyetin. Niyet ise kalbinin sesi. “ Şifan, kalbin sesinde.” Onu konuştur. Konuşturabilirsen nice sorunların üzerinden geçersin. Çünkü selleri aşacak en sağlam köprü kalbin dilidir.

.Neden aklım değil de kalbim?

.Çünkü kalbin kelimeleri madde değil, nurdur. Anlamını, bildiklerinden ve duyduklarından değil, göklerden alır. Aynı gün ışığı gibi. Onun için değişik hallere bürünebilir, nice cana süzülebilir. Kalpten kalbe bu alışverişin bereketi sarar etrafı ve sorunların üzerinden köprüyle geçilir. 

Hem kalp karanlığı sevmez, korkar. Tutunacak yer bulamazsa feryat eder. Bak etrafına! Nuru bulamayanlar, yapay ışıklara tutunmaya çalışıyor. Onun için çoğu çığlığında boğuluyor. Karanlık yerde ancak karanlıktan çıkmak için çare ararsın. Bulduğunda hiç düşünmeden ışığa sarılır, karanlığı terk edersin. Işığın kaynağı bulunduğunda, o kaynaktan kopmamak için gayret edilmeli. Bu nurdan cevherin sürekli ışıldaması için çareler aranmalı. 

.Bütün bu söylediklerine inanıyorum. Işığın kaynağını kendimde buldum, diyelim. Nurdan kelimeler de içimde kaynıyor. Peki, kalbi nasıl konuşturacağım? 

.İşte insanın en çok takıldığı nokta bu? Kalbi nasıl konuşturacağım? O zaman… Kalbini iyice tanımaya çalış. Sahasında dolaş, kabiliyetlerini sor, öğren. Çünkü sorduğun sorunun cevabını yine onda bulursun. Kim bilir gün içinde ne kadar konuşuyoruz kendimizle? Eğer zihnimiz karışık, duygularımız bulanık değilse iç sesimiz ve sezgilerimiz, nefsin olumsuzluklarına karşı bizi uyaran ve korumaya çalışan kâmil dostlarımız. 

Sese hak veriyorum. Çünkü Maide Hanım da derdini olura, olmaza boşaltmamış, kalbin sesinin gösterdiği yoldan gitmeyi tercih etmiş. Bu inançla gayret eden birine yollar açılmaz mı? Elbet açılır; hem de hiç tahmin etmediği yerlerden. Minyatür hocası Nezih Bey, acı çeken bu annenin önce kalbindeki kelimeleri zamanla zenginleştirmiş sonra kalbini konuşturmuş. Kalp dile geldikçe acı dökülmüş, derman bulunmuş. Sadece Maide Hanım değil, Mümtaz Bey de kalbin kelimeleriyle kurulan bu köprüden geçerek hakikate yol almışlar.

.Şimdi bütün bu olanları uzaktan seyret! Bu hakikati başkasına anlatabilmek için acıdan dermana doğru gelişenleri özetle:

.Derde derman bulabilmek için gerçekleştirilen bir yolculuk var. Doğru duraklarda konaklama ve doğru yerde aranılanı bulma. 

Birinci konaklama: “Yaşadığımız her olayda nice hikmetler var ki kardeşim, ancak yıllar sonra çözebiliyoruz.” bakışı. 

İkincisi: “Mademki problemim yaşadığım acılara odaklanmam, hep onları düşünmemdi, o zaman iç dünyamı güçlendirmek ve ruhuma iyi gelecek şeylere yönelerek manevî bağışıklık sistemimi ayakta tutmam gerekiyordu.” teşhisi. 

İki isabetli adımdan sonra aydınlanan şuurla üçüncü konaklama: Derdin dermanının kendinde olduğuna inanarak sağlam adımlarla dermanı aramaya çıkma kararı. 

Sonraki konaklama: Kendine yöneldikçe meziyetlerinin farkına vararak bunu yüksek sesle kendine söyleme: “Psikoloji okudun. Yaradılış, ruh ile iç içelik ilgilendiğin konular. Minyatürde bunlar yoğun.” Kişiliğine en uygun ve ruhuna en yakın olan bu el sanatını seç.

.Doğru teşhis, doğru karar, doğru adımlar… 

.İnsanoğlu elinde tuttuğu veya karşısında asılı duran aynaya sürekli bakarak kendini seyretmekten neden bir türlü bıkmaz?

.Halbuki kendini kontrol için bakabilse veya yönününü gökler aynasına çevirip oradan büyük resmini seyredebilse bu dünyada niçin olduğunu, burada kendine düşen görevleri düşünecek ve düşünürken de huzur yolları bulacak. Fakat bunları yapmıyor ve bir türlü yola çıkamıyor. Çıkabilse engellerin üstesinden gelecek. Aşması söylenilen sarp yokuşu tırmanacak. Ve basamak basamak beşerden insanlığa, kulluğa ulaşarak yokuşun ardındaki güzelliklere kavuşacak:

Felaktehamel akabete.

Fakat o akabeyi (sarp yokuşu) aşmadı. 

Ve mâ edrâke mel akabeh.

Ve akabenin ne olduğunu sana bildiren nedir?

Beled / 11-12

Ancak o sarp yokuşu aşmak için gayret göstermiyor. Bilse ki, gayret ederken kendindeki dermanı bulmaya ilk adımını atacak. Ama atamıyor ve bir türlü bulamıyor. Neden diye sorarsan varlığa hizmet etmeden basamaklardan çıkılamıyor da ondan. Çünkü Murad-ı ilahî böyle. Takip eden ayetlerde sarp yokuşta saklı olan hikmetler veriliyor. Aşabilmek için Allah’ın kuluna şart koştukları sıralanıyor: 

Boyunları maddî ve manevî esirlik zincirinden kurtarmak, her türlü yoksulun ihtiyacını temin etmek, kalbî, ruhî açlığı gidermek. Sabrı, merhameti tavsiye edenlerden olmak. Hepsi kalpteki merhamet, şefkat, sevgi, fedakârlık ve dirençle ilgili. Yani bu madenleri çalıştıran, kazanacak. Hepsi kalbin, vicdanın sandığında kullanılmak üzere bekliyor. Ne yazık ki insanların çoğu bu hazine sandığının farkında değil. Çünkü nefis en büyük engel. Ve sonunda akabenin ardındaki ufuklar görülemeden göçüp gidiliyor.

.“Doğru adresi nasıl bulurum?” mazeretine girmeyeceğim. İnşallah bu anlattıklarından bir şeyler çıkarabilmiş, en doğru yere müracatın her şeyin çözümü olduğunu inşallah anlayabilmişimdir.

.O zaman sana bir ipucu vereceğim: Arının fıtratındaki ihtiyaç, yapacağı bal için kaç hektarlık arazide milyonlarca bitkinin içinden ona öz toplayacağı doğru adresi buldurur. Bu ihtiyacı arıya kim verdiyse, karşılığını da vermis. Fakat çiçeklerde gizlemiş. Neden?

.Arayışa girmesi ve gayret etmesi için. 

.Doğru; çünkü varlıkta yaşam bu dünyada çalışmak, emek vermek üzerine kurulmuş. Kâinatta her şey hareket halinde ve doğru adres peşinde. Ve adres arının fıtratına yerleştirilmiş. Arıya düşen sadece aramak? Arı içindeki muhtaçlık anteniyle kalabalık ve karışık bir alanda da olsa doğru yerlerden doğru sinyaller alır. Ve doğru adres ona hayırlı işler, ballar yaptırır. Peki… bunca çalışma, hayırlı işler kimin için? İnsan için.

.O zaman fıtratındaki ihtiyaç, arıya doğru adresi bulduruyorsa benim de fıtratımda kendime düşen görevi bulabilmem için böyle bir ihtiyaç olmalı.

.Eveet… Şimdi Maide Hanım’ın çare aramada nasıl isabetli davrandığını anladın mı? Sonunda kazançlı çıktığını umarım idrak edebilmişsindir.

Maide Hanım’ın çaresi minyatür oldu. Minyatür bir sanat dalı. Allah’ın Sani isminin tecellisi. Her kalp her isme muhtaç yaratılmış. Ancak birine ihtiyaç daha yoğun. İşte çare bunu bulabilmekte. Maide Hanım’da bu ihtiyaç çok yoğun ki, kalbinin dileği sadece sanat olmuş. İçinde gizli olan duygu bu şekilde ortaya çıkmış. 

Hakikat şu ki, arifler her varlığın, her yolcunun istidadında kemâline doğru bir meyil olduğunu söyler. Varmak istenilene açlık arttıkça meyil, ihtiyaca döner. Daha da arttıkça ihtiyaç, iştiyak olur. Daha da artarsa kalpteki açlığa bir ses karşılık verir: “Bütün ihtiyacın olan şey, bende. Bekliyorum.” 

Bundan sonra kalbe düşen, karşıdan gelen cezbeye kapılıp incizabı; koşulsuz bir itaati yaşamaktır. Ancak bir tehlike var. Başta önemsiz bir meyil, sonunda kendinden geçme ve koşulsuz itaat. Bu meyil Hak yoluna ise güzel. Ya batılaysa? Sinek ısırığı gibi baştan farkedilmez; ama sonu bir kobra ısırığında ölüm olur.

Dileyen, dilediği sanatı kullandıkça Sani Olan’ı tanır, tanıdıkça bilir ve sever. Bu isimle dolup taştıkça içinde filizlenen sanatın ürünlerini etrafına vermeye başlar. Yani Allah’ın kendi üzerindeki muradını; başka kalplere sevgiyle yönelmeyi gerçekleştirir. Ve sonunda Sahibi’nin ikramlarına mazhar olur. 

Maide Hanım’ın yaşadığı buydu ve mazhar olduğu şey de şifa. Neden kesin konuşuyorum. Çünkü ben de yaşadım ve yaşıyorum. Tabii üstesinden gelinemeyecek bir bunalım halinde uzman birine gitmek kaçınılmaz. 

Biz insanız. İyiliğe olduğu kadar kötülüğe de yeteneğimiz var. Hangisi için daha fazla emek verirsek onu yapma yeteneğimiz o kadar gelişiyor ve ona ulaşmamız o kadar kolaylaşıyor. Ve bu hakikati Yaradan şöyle buyuruyor:

Onun için kim (elinde bulunandan) verir, Allah’a karşı gelmekten sakınır ve en güzel sözü1 tasdik ederse, biz onu en kolay olana kolayca iletiriz. (…kolaylık sağlayacağız.)

Fakat, kim cimrilik eder, kendini Allah’a muhtaç görmez ve en güzel sözü yalanlarsa, biz de onu en zor olana kolayca iletiriz. (…zor olanı kolaylaştıracağız.)

Leyl / 5, 6, 7, 8, 9, 10

.İnsan neye muhtaç olduğunu yaşamın içinde nasıl anlar? 

.Deneyerek. Her yemeğin tadını tatmak gibi. Bu da zaman ve sabır gerektirir. Kimini sevmez kimi damağına uygun değildir. Kimi yakar kimi bulandırır. Ama biri vardır ki, ne kadar yese bıkmayacaktır. Bu biri, içindeki kabiliyeti keşfeden kalptir. Bir keşfetti mi, artık onsuz duramaz. Şartlar onu uzaklaştırsa da açlık hiç bıkmadan onu ona götürür.

O anda Sait Faik Abasıyanık’ın Son Kuşlar’ı aklıma geliyor. İçindeki bir bölüm hep ilgimi çekmiştir. Yazmak arzusuyla ilgili bir hal. Ancak şimdi daha farklı yorumluyorum. Yazarın buradaki ruh hali, sadece yazmaya tutku değil. Kalbî kabiliyetlerin kullanılmasının, ruhun açlığını gidermedeki önemi ve bunun dışa vurumu.

Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.

Son Kuşlar / Sait Faik Abasıyanık / s.73

Kabiliyetimizde ne varsa ortaya çıkarmamız için iç dünyamızda çelişkiler yaşıyor ve zorlanıyoruz. İçimizdeki açlığı çoğu zaman anlayamıyoruz. Ben de anlayamadım. Kırklı yaşları geçtikçe ne gezme, giyinme ne eğlence ne başarı beni tatmin etmeye başladı. Sıkıldıkça, bunaldıkça meşguliyetlerimi çeşitlendirdim. Bu da olmadı, oda olmadı derken baktım yollar beni düşünmeye ve düşündüklerimi ifade etmeye götürüyor. Konuştum, tartıştım, paylaştım. Ama yine her zamanki eksiklik. Yazma olabilir miydi? 

Başlarda korktum. Ne yazacaktım? Ben kim, yazmak kim… Olsun… Ben yine yazacaktım. Baktım elim hep şiire gidiyor. Sevdikçe yazdım, öfkelendikçe yazdım. İyi veya kötü… Yazdıklarım hep iç dünyamı dile getiriyor, sonunda ruhum tatlı bir lezzet alıyordu. Bir müddet sonra aklım hikâyeye, düz yazıya takıldı. Yine cesaret edemedim. “Neden?” dedim bir gün. “Sen, kendin için yaz. Beğenmezsen yırtıp atarsın. Mecbur musun göstermeye?” Hayır! O zaman… 

Yazıyor, yazıyor ve sadece ben okuyordum. Ne yazıyordum? Nasıl yazıyordum? Bildiğim tek şey yazdıkça kendimi bulmam ve ferahlamam. Yazmayı bıraktiğımda o ferahlığı kaybediyordum. Ferahlık muazzam bir histi. O zaman sorunların üstesinden daha kolay gelebiliyor, sinirlerime hakim olup daha makul davranabiliyordum. Bulmuştum, arının bulduğu gibi. Rabbimin “Bunu kullan; ama benim yolumda kullan!” diye verdiği kabiliyeti ve dolayısıyla şifa kaynağını bulmuştum. 

Yazmaktı. Korkarak yaklaştığım yazmak. Bunu ellili yaşlarda anladım. O gün bu gündür dağlardan şifalı otlar toplayanlar gibi göklerden güzellikler, gönüllerden duygular topluyorum. Neden bu konu üzerinde bu kadar durdum. Çünkü şifa bulduğum şeyi başkalarına da vermeliyim. Kalbin hazinesinden kendisiyle bütünleşecek kabiliyeti çıkarmanın şifa olduğunu anlatmalıyım. 

“Ve Elif’cim minyatür yapmak benim şifam oldu.” Benim yaşayıp hissettiklerim de bu hakikatin bendeki tezahürü. Yıllardır yanlış bir eğitimle fıtratımızdaki kabiliyetler, sürgünler hep köreltiliyor. Ne kendimize ne başkasına yararımız dokunuyor. Sonuç: İnsanlık ağacının yaprakları dökülüyor. Çünkü kökte hastalık var. 

“Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Bu varış sadece orada kalmamalı ve insan oradan yola çıkıp esas istenilen “Kendini bilen Rabbini bilir.” hakikatine varmalı. Yoksa yazı yazılsa da yanlış yazılanların yükü altında da insan deli olabilir.

Ruhdan alınan, kalbe döküldü.
Hem zaman hem mekân hikmetlerini kaleme sundular.
Kalbinde yeteneği bulan, sevgiyle ufuklara düştü.
‘Emeğim Rabbim ve varlık için.’ dedi.
Bu bir parola mıydı? 

Kapılar açıldı,
Öteler görülür gibi oldu. Bir parmak bal çalındı kaleme.
Kalem o günden bu güne yazıyor.
Yazdıkça dönüyor ucunda ilham.
Ve ilham
yazanın kalbine ve satırlara bir tutam reyhan sırrı2 savuruyor.

***


1. ‘En güzel söz’, Mevlâna’nın sözlerinde “ilahî sırları” sembolize eder.
2. Reyhan koklamak kalbe sükûnet, sinirlere hafiflik verir. Sıkıntıyı dağıtır, depresif ruh halini giderir.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply