Sokak – Bölüm 12

0

Oda

“Keşke” dememeye her zaman özen gösteririm. Ama bu sefer olmadı. Keşke aklımdan bir anda geçeni pat diye ortaya dökmeseydim. Dikkatli davranmama rağmen nasıl böylesine düşüncesiz olabildim? Hâlâ aklım almıyor. Ancak “Vardır bunun da bir hikmeti.” diyebiliyorum. Çünkü irademle yaptığım bir usulsüzlük değil. 

Alışveriş için çıkmıştım. Daha doğrusu alışverişi bahane ederek hava almak istiyordum. Evdekilerin uyarılarına rağmen ani bir kararla kendimi dışarı atıverdim. Haklı çıktılar; çok geçmeden artan sıcağın etkisiyle kuvvetim kesilmeye başladı. Burada insana nostalji yaşatan, kendine has atmosferi olan küçük bir meydan var. Asırlık ağaç gölgeleri altında eskilerin âsudelik dediği sihir hâlâ yaşıyor. Onca kentsel dönüşüme rağmen eski İstanbul’u unutmayan böyle köşeler -gençleri bilmiyorum; ama- benim gibi yaşı ilerleyenlerin hayli hoşuna gidiyor. 

Bir banka oturup etrafı seyrediyorum. Kulaklarımda yaprakların ve kuşların, ruhumda vefalı olanlara sinesini açan İstanbul’un ve en vefalılardan bir şairin sesi:

Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Yahya Kemal’in tepeden baktığı muhteşem güzelliğin kırıntılarını, bozulmaya direnen bu küçücük meydanda yaşıyorum. Küçük bir cami. Avlusunda ezanı bekleyenler. Az ötede yıllanmış birkaç dükkân. Kapı önlerine el çabukluğuyla konan küçük taburelerde soluklanan ve o arada birbirlerine tatlı tatlı takılan esnaf. Kimseye aldırmadan ayak altında gezinerek rızıklarını arayan güvercinler beni talebelik yıllarımın İstanbul’una götürüyor. 

Nice revnaklı şehirler görünür dünyâda,
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yâda
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

Güzelin de güzeli, çizgileri efsunlu olan. Bu şehrin taşından, toprağından mı; yoksa toprağın altında yatanların himmetinden mi nedir; çok farklı bir güzelliği var. Yıllarca sığlığın, körlüğün sofrasına tepsi tepsi taşınıyor. Ama hâlâ bitiremediler. Ruh, aydınlıksa güzel rüyalar görür. Yorgun, bunalmışsa kabuslarla çırpınır. Durmadan sayısız çırpınışlarla tüketilen bu ruhun “Hâlâ ayaktayım.” diyen sesini duyuyor gibiyim. Her şeye rağmen kaybedilmemiş yürek sıcaklığını, insanın varlıkla bütünleştiği bu manzarayı seyretmek için bile dışarı çıkabilirim. Sırtımı banka dayayıp ağaçların, kuşların, insanların dünyasını hissetmek çok hoş. Bu halde ne kadar kaldım, bilmiyorum.

.Bak Maide’m! Bizim gibi böyle köşelerin değerini bilenler de varmış.

Yürek sıcaklığı, ağacın serin varlığı derken arkasından bu sürpriz dost sesi bayağı iyi geliyor. Onlar da benim gibi ani bir kararla sokağa çıkmışlar. Aynı zamanda bankada halledilmesi gereken işler varmış. Havanın sıcaklığından, yürürken zorlandığımdan sözediyorum.

.Ben çoktandır yürüyüşlere gelemiyorum. Mümtaz Bey bana nazaran daha iyi. Ancak o da nedense son zamanlarda araba kullanmak bile istemiyor. Bir yardımcıyı da kabullenemiyor. Biz de taksiyle şimdilik idare ediyoruz. 

.Maide’m şimdi bu konuların sırası değil. Elim, ayağım hâlâ tutuyor. Bizi arabanın arka koltuğuna atmak niyetinde misin? İşlerimi bir yardımcım, danışanım, avukatım olmadan da halledebilirim.

.Estağfirullah Mümtaz Bey. Elden ayaktan düşmediğinizi evdeki aylarca süren faaliyetlerde gösterdiniz. Ne yapalım Elif’cim… Yaş hızla ilerliyor; ama gönül yaşlanmıyor. Çok şükür iyi ki yanımızda Nur kızımız var.

Ve işte “keşke” dememe sebep olan o an:

.Çocuklarınız ne yapıyor?

O anda Maide Hanım’ın kaş göz hareketiyle susuyorum. Sessizliğin berbat hali olur mu? Olurmuş. Sükûnetin içine iç kıyıcı bir sessizlik çöküyor. Sanki yasak bir düğmeye basmışım gibi Nur Hanım’ın yüzü gergin.

.Müsadenizle bizim gitmemiz gerekiyor. Planladığımız gibi ben taksiyi çağırıyorum Maide’m.

Mümtaz Bey’in bunu söyleyerek aniden telefonu eline almasına anlam veremiyorum.

Belli ki dokunulmaması gereken bir yere dokundum. O an Nur Hanım’la karşılaştığım gün geliyor aklıma ve Maide Hanım arka bahçeyle ilgili konuşurken içimden geçenler:

Bu iki asil insanın evlilik, eş olma, hayat arkadaşlığı hakkında bize anlatacakları çok şey var. Yalnız dikkatimi çeken şey; konuşmalarında çocuklarından hiç söz etmiyorlar. ‘Evlilik, çocuklar derken Maide’m çalışamadı.’ sözünden başka bir şey duymadım. Etrafındakilere bu kadar hassas, yakın davranan bu iki insan çocuklarından niye bahsetmez.

Eyvah! Ben ne yaptım! Hastalıkla zayıflayan bünyem bu heyecanı kaldırmıyor. Meydan binlerce ağaç dalıyla ve güvercinlerle başımın etrafında süratle dönmeye başlıyor. Nasıl bir hal almış olmalıyım ki, Nur Hanım’ın bağırması kulaklarımda. Birileri su getiriyor. 

Maide Hanım üzgün. Mümtaz Bey mahcup. Hiçbir şey demiyorlar. Sadece derinlerde örselenmiş bir duyguyla bakıyorlar. “İleri gittiysek affedin.” der gibi. “Anlıyorum.” diyorum içimden. “Bu faziletli duruşunuzun altında bir şeyin olduğunu hissediyordum. Belki de açıklayacaktınız. Nasıl böyle düşüncesizce davranabildim? Esas siz beni affedin.” dercesine bakıyorum. Nur Hanım da bir şey demiyor; sadece koluma giriyor. Taksiye biniyoruz. Beni bırakmıyorlar. Kanepeye adeta çöküyorum. 

.Bu şerbeti içmelisiniz Elif Hocam. Yastığa yaslayın hadi başınızı. Dinlenmelisiniz.

Hiçbir şey düşünemiyorum. Sadece denileni yapıyorum. Başımı koyduğum anda derin bir uykuya dalacak gibiyim. Ama evdekiler merak edebilirler. Telefon edip Maide Hanımlarda biraz oturacağımı söylemeliyim. Ve uyumuşum…

Başucumda biri var. Nur Hanım değil. Sesi tanıdık.

.Nasıl oldunuz? Renginiz çok şükür geldi. 

Nur Hanım’ın kızı. Saati soruyorum. Bir saate yakın uyumuşum. Kalkıp eve gitmek istediğimi söylüyorum. 

.Mümtaz amcam; hele annem asla izin vermezler. Siz isterseniz yüzünüzü yıkayıp bir serinleyiverin. Onlar sonra yanınıza gelecekler.

Banyoya girip abdest almalıyım. Vakti kaçırma riskine girmemeliyim. Meramımı anlattığımda banyoya götürüyor. Ve bir odayı gösteriyor.

.Burada gerekli olan her şey var, hocam.

Banyo nerede, oda nerede? Hayal, meyal hatırlıyorum. Ancak kapıdan içeriye adımımı attığımda kendimi maneviyatın tam ortasında hissedişim unutulacak gibi değil. Anadolu’nun eski konaklarından birinde bir odada gibiyim. Geniş bir yer. Tam karşımda iki duvar boydan boya sedir. Minderlerde kanaviçe örtüler. Pencerelerde aynı örtülerden perdeler. Sedirin bir ucuna serilmiş seccade beni kıble telaşından kurtarıyor. Bembeyaz mis gibi başörtüsüyle yeni ruhdaşlarımın kokusunun sindiği bu odada bambaşka bir âleme geçiyorum.

.Allah’ım bu güzel insanlarla karşılaştırdığın için sana şükürler olsun. Belli ki içlerinde dile getirmek istemedikleri acıları var. Onlara yardım et: Onlara destek olabilmem için de bana güç ver. 

Bayılırım bu sedirlere. Aynı çocuk gibi tam köşeye bırakıyorum kendimi. Odanın üçüncü duvarı boydan boya dolap. Üzerindeki ağaç işlemeleri bir sanat eseri. Kulpların yerlerinden anlıyorum ki, bir nevi yüklük. Sadece dolabın diğer tarafı farklı. Pek yüklüğe benzemiyor. Çünkü kapaklarının şekli farklı. Tam o sırada Nur Hanım giriyor içeri.

.Allah kabul etsin hocam. Mümtaz babamlar biraz sonra yanınıza gelecek. Şimdi daha iyisiniz değil mi? İstediğiniz bir şey var mı?

Teşekkür ediyorum. Bayağı iyiyim. Baş dönmem geçti. Etrafı daha alıcı gözle incelemeye başlıyorum. Dolap ve tavandaki süsler evin orijinal yapısı. Kapının bir yanına konulmuş çalışma masası, diğer yanında aynalı konsol, sedir ve perdelerle belli ki burada bir dünya oluşturulmak istenmiş. Perdeler, sedir yeni. Diğer eşyalar en aşağı benim yaşımda. 

Ayak seslerini duyar duymaz kendime çeki düzen vererek sedirin bir ucuna ilişiyorum. 

Maide Hanım her zamanki gibi; ama Mümtaz Bey öyle değil. Duruşunda en ufak bir eğrilme görmediğim bu onur abidesinin halinden hayli etkileniyorum. Benim ağabeyim olmadı. Amcam, dayım, kayınpederim, kayınbiraderim de olmadı. Babam iyiydi; ama çoğunlukla anlaşamazdık. Vakarla güveni sevgisinde yoğuran bu asil adamı bir ağabey yerine mi  koyuyorum yoksa?  

.Oturun Elif kardeşim. Sizi yormak istemiyorum. Bir şey yaşandı ve bunda sizin en ufak bir hatanız yok. Bazen duygular zayıf bir anımızda bizi alaşağı edebiliyor. Sizden affınızı rica ediyorum. Maide’min açıklamak istediği birkaç şey var. Sizden başkasına da açıklamak düşüncesinde değiliz. Neden sadece size? Bunu biz de bilmiyoruz. 

.İçimizden öyle geldi demek en doğrusu Mümtaz Bey.

Önce neden bu odadayız? Açıklamak isterim. Yoksa size olan duygularımızı tam dile getirememiş olacağız. Burası bizim özel yerimiz. Huzuru bulmak, ferahlamak, düşünmek, ağlamak, dertleşmek için; kısaca dünya içinde bir başka âlemi yaşamak için bazen tek başına kaldığımız, bazen bir araya geldiğimiz bir mekân. 

Bu odayı Mümtaz Bey’in dedesi kendisine kitap okuma ve dinlenme yeri olarak ayırmış. Tabii bu ev bir konak değil. Ancak bazı konak adetleri burada da kullanılmış. Mesela eskilerde evin efendisinin özel halvethanesi1 olurmuş. Herkesin girmesine izin verilmezmiş. Tabii bu oda halvethane olamaz; çünkü çok büyük. Bu adetler dedenin zamanında uygulanmış. Lakin sonraki nesil; yani amca ve kayınpederim bunu devam ettirmemişler. Yalnız Ahmet Bey bu odaya düşkünmüş. Gelse de bu odada hasret giderse. Ama bu sene gelecekler değil mi, Mümtaz Bey? Bunları hep sizden dinlemiştim. Ama şimdi bana anlattırıyorsunuz.

Amca, odayı çalışma yeri olarak kullanmış. Masa, konsol o günlerden kalma. Ama sediri, örtüleri ve perdeleri Kula’dan getirttik. Bu oda bizim için sadece çalışma yeri değil. Kulluğumuzu da yaşadığımız manevî bir mekân.  Mümtaz Bey İstanbul’un manevî ruhuna Kula’nın Anadolu erenliğini katmak istedi. Karışım onun dileği. İsabetli olduğunu zaman geçirdikçe daha iyi anlıyoruz. Tabii bir de Melek kızımın çeyizleri var karşı dolapta. Duvarlara bir şey asmadık. Sonra değerlendireceğiz. Şu kenardaki farklı kapaklar dikkatinizi çekti mi? Hadi işin içine biraz latife katalım Mümtaz Bey. Neye açılıyor sizce bu kapaklar Elif’cim?

.Siz demeden önce bir fark sezinler gibi olmuştum; ama hiçbir sonuca varamadım. 

.O zaman size yardım edelim. Ne dersin Nur?

.Bu odanın tam altında mutfak var. Ve biliyorsunuz hocam, eski konaklarda pişen yemek kokusunun etrafa yayılmaması için mutfaklar ya dışarda ya da alt katlarda olurmuş. 

.Yani…. Sonuca varıyorum galiba. O zaman kapakların ardında bir yemek asansörü var.

.Harika hocam! Nerden bildiniz?

.Osmanlı hayatıyla ilgili hatıraları okumak hoşuma gider. Ayrıca filmlerde de örneklerini görmüştüm. 

.Evet. Bu bir mutfak asansörünün kapakları. Bu odaya açıldığı gibi tam yanımızdaki yemek odasına da açılıyor. İyi ki var. Günde kaç kez merdivenleri çıkmak zorlayacaktı bizi. 

Havanın gerginliğinin yumuşadığını fark eden Maide Hanım bir anda konuya giriyor.

.Bizim iki çocuğumuz var Elif’cim. Büyüğü kız, küçüğü erkek. Sağlıklılar, başarılılar. Yaşamdan istediklerini herhalde aldıklarını sanıyorlar. Çünkü sıkıntılı haberlerini almadık. Neden diyeceksin? Çünkü aramızda bir irtibat kalmadı. Kısacası unutulduk. Bizi rahatlatmak için Mümtaz Bey’in kuzeni Ahmet Bey sorar, araştırır; o kadar.

Bazı şeylerin -yakın plandan izlenildiğinde- hiçbir izahı yok. İkisi de orta öğrenimlerini burada yaptılar. İkisi de munis çocuklardı. Başarılıydılar. Sonra ne olduysa oldu. Bir baktık oğlumuz “Ben yurt dışında okumak istiyorum dedi ve Fransa’ya yerleşti. Sonra “Ben dünyayı tanıyacağım.” dedi. O zamandan bu zamana bütün dünyayı dolaşıyor. Bir tek uğramadığı İstanbul. Bir terslik mi gördü diye düşünülebilir. Hayır. Ama edindiği çevresi onu hem bizden hem inancından ettiler. Sevdiği yaşam şekli maalesef daha sonra ona ağır geldi. Kaderin büyük resmine bakmaya gayret ediyor, sabrediyor, dua ediyoruz. 

Kızımız üniversiteyi burada okudu. Üniversitede tanıştığı bir gençle bir beraberliğe girdi. Karanlık yanı olduğunu tahmin ettiğimiz, kabullenemeyeceğimiz; hatta araştırdığımızda kötü duyumlar aldığımız biri. Laf dinletemedik. Son sözü kulaklarımdan gitmiyor:

.İster saygı gösterin, ister göstermeyin.  Bu benim yaşamım ve tercih de ancak bana ait. Kabullenemezseniz unutun beni.

Sonra da izini kaybettirdi. Anne, baba unutun demekle unutabilir mi? Unutamadık tabii. Bu iki şokla epeyi sallandık. Çok şükür Mümtaz Bey benden daha dirayetli çıktı. Lakin ben çok zorlandım Elif’cim, hem de çok zorlandım. Geceleri gördüğüm kabuslara, sayıklamalara eşim şahittir. Canım hayat arkadaşım. Çoğu zaman uyumaz, karanlıkta kalmamam için ışığı açık tutar. Bir yandan da mahcup olmayayım diye ben uyurken o yanımda kitap okurdu.

Hâlâ şuramızda bir ümit taşıyoruz. Pişmanlık, hasret, değişim hep biz insanlar için. Bir bakarsın birinden biri arar, sorar; sürpriz yapar, gelir. Bilmiyorum. Olur da olmaz da. Ahmet Bey, eşi ve birkaç dostun dışında kimseyle paylaşmak istemedik. Çünkü hem konunun tekrarlanmasını önlemeyi hem de her ağızdan çıkacak sözüm ona nasihatlerden uzak kalmayı tercih ettik. En önemlisi; dönerlerse hiçbir şey olmamış gibi devam edebilmek dileğimiz.

Haklıydı Maide Hanım. İnsanları anlamak mümkün değil. Dertleşmenin içine kendi hırslarını, tatminsizliklerini öylesine gizlice yerleştiriyorlar ki, dertleşme denilen şey derdimizin üzerine yığılarak bizi eziyor. 

.Böylece susmayı tercih ettik. Ama esasında bu suskunluğun altında Mümtaz Bey’in kurtulamadığı bir endişesi var. O kabuslu günlere tekrar dönme riski. Yoksa kendi adına bir şey düşündüğünü zannetmiyorum. 

Yaşadığımız her olayda nice hikmetler var ki kardeşim, ancak yıllar sonra çözebiliyoruz. Neyse…  Hemen sıkışıldığında doktora gitmek, ilaçlara yüklenmek çözüm değil. Mademki problemim yaşadığım acılara odaklanmam, hep onları düşünmemdi; o zaman iç dünyamı güçlendirmek ve ruhuma iyi gelecek şeylere yönelerek manevî bağışıklık sistemimi ayakta tutmam gerekiyordu. Bir sanat dalıyla uğraşabilirdim. Araştırdık. Sonunda minyatür dedim. 

Psikoloji okudum. Yaradılış, ruh ile iç içelik ilgilendiğim konular. Minyatürde bunlar yoğun. Seçtiğim konuyu en ince ayrıntısıyla ele alabiliyorum. Her duygumu, düşüncemi istersem kullandığım figürlere aktarılabiliyorum. Kurs yerine özel hocayı tercih ettik. İyiki de öyle yapmışız. 

Hocam Nezih Bey, fasih İstanbul Türkçesi’yle konuşan görgülü bir beyefendiydi. Sonradan öğrendik ki, kendini belli etmekten hoşlanmayan âlim bir zatmış. İlk görüşümde etkilendim. Sabrıyla, yumuşak ses tonuyla hiç zorlamadı. Nasıl oluyorsa her şeyi kolayca öğreniyordum. İnsan yaptığı işi severse hiç yorulmuyor. Günde on saate yakın çalışabiliyordum. Bu işi görev olarak görmüyor; gönülden, severek yapıyordum. Çünkü beni gayrete getiren ruhumdu. Esasında bizi yoran da iş değil, ruhun isteksizliği. 

Bir de Nezih Bey, konuyu kağıda uygularken verdiği bilgilerin arasına öyle güzel manevî dokular yerleştiriyordu ki… Derste kendimizi arifane sözlerin içinde; adeta bir sohbette buluyorduk. Mümtaz Bey o gününü bana ayırdığı için ikimiz de Nezih Bey’i dört gözle bekler olduk. Zaman geçtikçe yüreğimden şekillere neler neler yerleştirdim… Bir şairin dünyasını mısralara dökmesi gibi ben de dünyamı minyatürün motiflerine döktüm.  

Sanki hayatımızda yeni bir dönem başlıyor gibiydi. Gündüzleri aharlı kağıdın2 üzerinde sanatımı geliştirmeye çalışırken akşamları Nezih Bey’den öğrendiklerimi; kavramları, hikmetleri, şahısları, onların fikirlerini araştırıyordum. Mümtaz Bey de hemen hemen her gün elinde birkaç kitapla geliyordu. Klasik edebiyat, batı felsefesi, tarih ilgilendiği konulardı. Ama getirdiği kitaplarla yepyeni bir âleme giriyor gibiydi. Aynı çocuk gibi heyecanla aldıklarını önce bana tanıtıyor, sonra raflara diziyordu. İlk tanıttığı İmam Gazali’nin Kimya-yı Saadet adlı eseriydi. Genellikle akşam yemeğinden sonra seçtiği kitabı saatlerce elinden bırakmıyor, satır altlarını çiziyor, sayfa kenarlarına, defterlere notlar düşüyordu. Kısaca Elif’cim ben minyatürle, Mümtaz Bey yeni kitaplarıyla şifa bulduk. Tabii daha sonra hayatımıza giren Nur’un sevgisi ve derviş kişiliğiyle çok başka hallere büründük.

O an Mümtaz Bey’in hayat arkadaşına bakışı görülmeye değerdi. “Bir yaşamın hayat arkadaşıyla hayat olabileceği, evliliğin en mübarek yüzüdür.” hakikatine bir kez daha şahit oldum.

Bu insanlar, bu iç döküş ve bu oda. Hangisiyle sevinsem, hangisine üzülsem? İç içe hikmetler kaderin goncalarından açılıp ürün veriyor. Kimi gül oluyor, kimi zakkum. Zakkumun gülden hiç farkı olmadığını, sadece kendi görevini yerine getirdiğini anladığımızda her hikmet huzura merhaba diyor. İlahî manayı bilmeyenler, goncanın ucu yırtılıp açılırken yayılan ilahî kokuyu hissetmeyenler ne gülü ne zakkumu ve ne de onları Yaratan’ı anlayabilirler.

Eve gitmeliyim. Mümtaz Bey bütün ısrarıma rağmen taksi çağırıyor ve Nur Hanım’dan beni eve bırakmasını istiyor.

Yol birkaç dakikalık. Ama arabada söylenilenler üzerinde saatlerce düşünülebilir:

.Başta küçük bir pınar, en sonda bir umman. Arasında yatağında durmadan akan sular. Biz de akıyoruz hocam. Yolu nereden geçiyorsa oranın rengine, madenine bulanmadan, oranın kokusunu almadan, kirlenmeden su yol alamaz. Biz de bulanıyor, nice kokular alıyor ve kirleniyoruz. Yolu kıvrıldığında her kıvrım noktası akarsuyun ayrı konağı, ayrı mertebesi, ayrı makamıdır. Bizim de hayatımızda kıvrıldığımız her nokta bilmediklerimizle, tahmin etmediklerimizle dolu. Musibetler, acı sürprizler, tatlı sürprizler… Verdiğimiz her tepki ve içimizden dökülenler ne olduğumuzu gösteriyor. İnsanlık da bir konak, mertebe, makamdır. Beşer olmak da hatta hayvan gibi olmak da…  

Su, ruhun ikizi. Nerden doğduğuna, nereye koştuğuna bakmalı insanoğlu. Bunun da yol haritası elimize verilmiş değil mi hocam? 

“Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn.’”

“Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, ‘Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,’ derler.”

Bakara / 156

Evin önüne geldiğimizde şoförün atik davranıp kapıyı saygıyla Nur Hanım’a açması, günün en hoş sahnesiydi herhalde.

***


1. Halvethane: Sufilerin nefislerini terbiye etmek, seyrüsülûklerinde mesafe almak amacıyla ibadet ve tefekküre daldıkları, halvete çekildikleri ufak boyutlu, dış dünyaya kapalı mekân.
2. Ahar: Kağıdın yazı yazmaya çok elverişli olması için üzerine sürülen madde. Bu işlemin yapıldığı kağıda aharlı kağıt denilmiş.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply