Senin Gizlediğin Başlıca Korku Nedir? 

3

Bitki örtüsüdür toprağı koruyan. Bu örtünün yok olması sonucu suyun, rüzgarın etkisiyle aşınır toprak ve bulunduğu yerden başka yerlere taşınır; yani erozyonlar olur.

Toplumu koruyan, ayakta tutan da ahlakî değerler. Her savaşın tahribatıyla bu değerler zarar görüyor ve insanoğlu ne aklını ne kalbini, ruhunu ne de yuvasını koruyabiliyor. Aklın, kalbin, ruhun erozyonu demek; düşüncenin, duygunun ve insanı ayakta tutan kuvvetin zayıflaması demek. Kuvvet zayıflayınca kaybedilen denge ve oradan oraya savrulmak demek.

İki “Dünya Savaşı” yaşayan 20. yüzyılın manzarası buydu. Savaşın tahribatı büyüktü. Korku, çaresizlik, umutsuzluk, yabancılaşma, inançsızlık… Hayatları felç eden psikolojik sorunlar önce savuruyor, sonra yok ediyordu her şeyi.

İşte Saint-Exupéry, 2. Dünya Savaşı’nın yol açtığı bu yıkımı, duygu erozyonlarını Küçük Prens ile bütün insanlığa göstermek istedi.

Küçük Prens dünya politikasının yarattığı tehdidin geride bıraktığı endişe verici bir duygudan ve bunun yanı sıra edebi nitelik taşıyan bir ‘kendi kendine terapi ürünü’ olarak doğar. Aynı zamanda baştan itibaren varoluş korkusunu yansıtır; bu korku bir birey olmaya katlanma zorunluluğudur (Kierkegaard). Bu her çocuğun hissettiği korkudur ve çocukluğun pembe düşüncelerine karşı karanlık bir kontrpuan1 oluşturur. Anlatıcının burada kendine has bir üslupla vurguladığı dev yılanla ilgili küçük bir epizottur2. Anlatılan kayıtsızca küçük bir fil yutuveren boa yılanıdır. 

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.14

Eser, bu sorunlardan “korku”yu bir çocuk üzerinden ele alarak başlıyor:

Altı yaşındayken Gerçek Öyküler adlı balta girmemiş ormanlardan söz eden bir kitapta korkunç bir resim görmüştüm. Boa yılanının bir hayvanı nasıl yuttuğunu gösteriyordu. Resmi yukarıya çizdim.    

Kitapta şunlar yazılıydı: ‘Boa yılanı avını bütün halinde çiğnemeden yutar. Ondan sonra hiçbir yere kımıldayamaz ve altı ay süren sindirimi boyunca uyur.’ 

Balta girmemiş ormanlar üzerine uzun uzun düşündüm bunları okuyunca. Sonra da biraz çaba ve renkli kalemle ilk resmimi yaptım. İşte l numaralı resmim aynen şöyleydi:

Küçük Prens'in Fil Yutmuş Boa Yılanı

Sanat yapıtımı büyüklere gösterdim. Korkup korkmadıklarını sordum. ‘Korkmak mı?’ dediler. ‘Şapkadan mı?’  

İyi ama, şapka resmi yapmamıştım ki ben. Fili yutmuş olan bir boa yılanı resmi yapmıştım.  

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.7-8

Altı yaşında bir çocuk ve elinde çizmiş olduğu resim. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor büyüklere. Neyi anlatmaya çalışıyor? Neyi istiyor? Dinlenilmesini, ona değer verilmesini mi? Korkup korkmadıklarını neden merak ediyor, ne demek istiyor?

Büyüklerden aldığı cevap bu istenilenlerden çok uzak ve onların zaman geçtikçe bu masum, ürkek dünyayı ne denli unuttuklarının göstergesi:

Korkmak mı?” dediler. “Şapkadan mı?”
.

Hiç düşünülmeden, duygu iletişimine girilmeden yüzeysel bakışın oluşturduğu kalıplar…

Çocuk hassas ise ezik; kurnazlık peşinde değilse aptal, işe yaramaz. Çok soru soruyorsa geveze. Sakinliğe yakıştırılan, hımbıl; hayallerle yaşamaya deli ve serseri…

Ne kolay diyebiliyoruz, çocuğun içindeki sorunu fiile nasıl döktüğüne aldırmadan?

Şapka zannettiklerinde belki de korkunun yuttuğu kendisi var; göremiyorlar. Oysa psikologlara göre çocuk, yaptığı resimde, çizdiği şekillerde iç dünyasındaki kelimelere dökemediği sorunlarını yansıtabiliyor. Birtakım sembollerle, çizgilerle bilinçaltındaki korkularını, endişelerini, arzularını, hayallerini dışarı vurabiliyor. Ama büyükler bu iç dökmeyi anlayabiliyor mu? Hayır. Çünkü onların şapka yorumunda hiç hayal gücü yok.

da566c32431831.568267a1281a2

Küçük Prens, yazarın en çok ilgisini çeken, düşüncelerinin temelini oluşturan sorunun açıklanması ile başlar: Bilincin sözcüklerle anlatılmasının zorluğu, onu anlatacak ortak bir dil bulunamaması. İletişimdeki bu başarısızlığı en trajik şekilde çocuk ile yetişkin arasında keşfeder: 

Çocuk ile yetişkin arasında. Yani şiirsel, saf, umut vaat eden seçenekler, güzellikler ve gerçeklerle ruhu büyüleyen, şaşkınlıklarla dolu bir dünya ile vasatlıklarla ve mantıkla; yani aşkın ışığından yoksun olan zekayla, olayların ardındaki asıl gerçeği aramak yerine onları açıklamaya çalışan eleştirmenlerin ve mantıkçıların dünyası arasında. Yani Maddenin Ruhu Sönükleştirdiği Dünya Arasında… keşfeder.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.41

Çocuğu anlayamamak büyük sorun. Resimde ne var? Fili yutan bir boa yılanı. Yutan ve yutulan iki figür. Zaman tanınsa, önem verilse belki de şifre çözülecek. Kim bilir küçük dünyasında sözcüklere dökemediği hangi korkusunu, korkularını iki simge ve en önemlisi bir fiil ile ortaya döküyor.

Fiil ne? “Yutmak.” Çocuğu kim yutmakla tehdit ediyor? Onu korkutan nedir? Çocuğa nasıl yardım edilebilir?

Fantezi yoksunu yetişkinler o zamanlar hala çocuksu olan anlatıcının çiziminin bir şapka resmi olduğunu düşünürler. Küçük çizere; hayır bu resim korkutmuyor diye cevap verirler. 

Neden bir şapkadan korksunlar ki? Bu hassas çocuğun ihtiyaç duyduğu bir şeyi çizdiğini anlamak için psikolog olmak gerekmez.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.14

Onlara göre yetişkin adam kuvvetlidir. O hiçbir şeyden korkmaz. Ama küçük bir çocuğun karşısında kuvvetli adam, kendini kanıtlama gereğini nedense hissedebiliyor. Korkmak mı?

Sık sık ortaya konulan bu cesur söylemlerin içinde belki de saklı tutulan bir dünyanın nice gökdelenleri var? Esasında kendisinden korkuyordur yetişkin adam. Olmak istemediği “ben”inden korkuyordur. Konuşmaları, tepkileri iç iletişiminin veya iletişimsizliğinin yansımasından başka bir şey değildir. İletişim yoksa kendini doğru ifade edemez. Kendini tanımayan ve keşfetmek için yola düşmeyen, yeteneklerinin nasıl farkına varabilir? Kendine nasıl inanabilir, güvenebilir? Gerçek âleminin kainata eş olduğunu nasıl hissedebilir?

Mutlu olmak istiyorsan, sınırlarını tanı ve onları kabul et.

Carl Gustav Jung

Sınırlarını kabul eden kişi kapasitesinden haberdardır. Güçlü ve zayıf yönleriyle kendini olduğu gibi kabul eder. Yaşamına yansıyan görüntüsünden rahatsız olmaz, kendisiyle kavga etmez.

Korku ne kadar azsa ruh da o kadar azdır (Søren Kierkegaard). İçimizdeki çocuk’ bir zorlayıcılar ve ‘mantık’ yığınının altında gömülüdür. Biz yaşarken ölüyüz. Dünyanın içinde bulunduğu durum. Auschwits, Hiroşima ve Çernobil karşısında duyduğumuz korkuyu bilinçaltımıza iteriz. Briç, golf, siyaset ve moda konuşmayı tercih ederiz.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens /s.17

Kemal Ural’a onunla yapılan bir röportajda soruyorlar:

En çok hayret ettiğiniz şey?’

Yazarın cevabında ise şapkayı üreten sebep var:

İnsan, öz gerçeğinden doludizgin kaçıyor! Haberler… Haberler… Haberler… Saat başı ve adım başı haber. Neyi bekliyor ve arıyor insan? 

Sonunda dayanamayıp soruyorum. Gece ve gündüz. İnsanın dünyaya gelişi. Güneşin doğuşu ve batışı. Kalbinin atışı. Bunlar haber değil mi?’

İnsanın yaptığı şey sadece bakmak. Hiç görmeye çalışmıyor. Histen, hayalden uzaklaşınca etrafındaki sayısız mucizeleri de algılayamıyor; çünkü görmek, bir şuur faaliyeti. Bakmak ise bir göz hareketi. İnsan doğruya açılan tüm kapıları kapatıyor. Fikir çilesi çekmek istemiyor. Sorumluluk istemiyor. Elini taşın altına koymaktan korkuyor; çünkü gören kişi sorgular ve yorumlar. Bakan ise sadece anlatır.

Kısa, günlük meselelerle, anlık basit heyecanlarla kendini avutuyor ne yazık ki… Bunun sonucu algıları zayıflıyor; çünkü aklını, kalbini ve gözünü devreye sokmuyor.

Peki neden böyleyiz?

Çünkü bu asır, enaniyet asrıdır. Yaptığımız işlerde Ben yaptım! Ben ettim!” diyerek her şeyi kendimizden biliyor ve gurura kapılıyoruz. İlahî işaretlerden, delillerden gafil, birbirimizin enaniyetini okşuyor, nasıl şiştiğimizin farkına varmadan kandırılmış sanal dünyaların içinde gittikçe kalınlaşıyoruz.

Nefsimiz kalınlaşıyor, hassasiyete yer kalmıyor. Düşünceler kalınlaşıyor. Yere çakılı taşlar gibi yeni anlamlara, yeniliklere açılamıyoruz. Sınırlarımız kalınlaşıyor, birbirimizi anlayamıyor empati kuramıyor, uzaklaşıyoruz. Kelimelerimiz kalınlaşıyor; kalıpların içinde manaları çürütüyoruz. Kısaca ölüyoruz. Kalbimize, vicdanımıza, ruhumuza rağmen ölüyoruz.

Kavramlar, kelimeler üzerinde hiç tefekkür ediyor muyuz? Oysa tefekkür; kavramın, olayın üzerinde derin düşünmektir. Derin düşünmek ise insanı insan eden en önemli özellik.

Kavramın içi boşaltılırsa veya başka bir şekilde kullanılırsa anlamın kaybedileceğini bir bilebilsek… Çok fazla tekrar edildiğinde sıradanlaşmasına neden olunabileceğini…

Mağrur kime denir; gurur nedir? Hiç düşündük mü?

Mağrur; Arapça, aldattı, boş görüntüyle kandırdı anlamında “gara”dan geliyor. Yani gurur, aldanma, aldatma demek ve mağrur da kandırılmış, aldatılmış.

Halbuki mağrur diyerek Fransızca’dan dilimize kazandırılmış şeref, haysiyet, itibar olarak tanımlanan onuru kastediyoruz.

Niyet önemli; ne olur yanlış kullanıyorsak, diyebilirsiniz.

Bir durumun yanlış tanımlanması, yanlışı doğru hale getiren yeni bir davranışa yol açar.

– der Sosyolog Merton.

Mağrurluğuyla övünen roman, film, medya kahramanlarının gölgesinde yetiştiriyoruz çocuklarımızı. Gururlu olmak büyük bir şereftir diyoruz. Onur ve gurur arasındaki ince çizgiyi gösteremiyoruz onlara.

Peki ne oluyor sonunda?

Sözlerimiz bilinçaltında büyük etki oluşturuyor. Her ifade ettiğimiz kavram, zihinde o kavrama dair bir inanç kurguluyor. Ve biz kurgulanan o senaryo üzerinde hayatımızı oynuyoruz.

Akıl için en tehlikeli hastalık gururdur.

Aristotales

Her kötülük gururdan doğar.

Frediko Horca

Küçük insanların büyük gururları olur.

François-Marie Arouet (Voltaire)

Sonuç:

Aklını kullanamayan, hayat pusulasının ibresi bozuk, yaptığı kötülüklerden bi-haber zavallı küçük insan modeli. 

Böylece bu kurguyla yaşadıklarımız, bedenimizi ruhumuzdan ayırıyor. Bir ipliğin sağlamlığı liflerinin sımsıkı sarılışından gelir. Yıprandıkça iplik, lifleri birbirinden ayrılmaya başlar ve çatallaşmış ucunu iğne deliğinden geçiremeyiz. Onun gibi bizler de bu perişan çatallaşmış kimliğimizle zamanın iğnesinden geçemiyor, ardındaki hak olanı işitemiyor, sadakatin kokusunu alamıyor, hakikati göremiyoruz. Ve iğneyi alıp elimize, hiçbir işin üstesinden gelemiyoruz.

Büyükler anlamadığı için onlara bir resim daha yaptım. Büyükler açık seçik görüp anlasınlar diye fili yutmuş olan yılanın içini çizdim. Şu büyüklere her şeyi tek tek açıklamak gerekir hep. 2 numaralı resmim de şöyle oldu:

Küçük Prens'in Fil Yutmuş Boa Yılanı

Büyükler bu kez de boa yılanının içinin ya da dışının resimleriyle uğraşmayı bırakıp, kendimi coğrafya, tarih, aritmetik ve dilbilgisine vermemi öğütlediler. İşte daha altı yaşındayken belki de çok büyük bir ressam olma fırsatını böylece kaçırmış oldum, 1 ve 2 numaralı resimlerimin başarısızlığı hevesimi kırmıştı doğrusu. 

Büyükler hiçbir şeyi kendiliklerinden anlamıyorlar. Onlara hep bir şeyleri açıklamak zorunda olmak ne kadar da sıkıcı bir şey çocuklar için.

Ben de başka bir meslek seçtim kendime: pilot oldum. Dünyanın her yerinde biraz uçtum.

Antoine de Saint-Exupéry/ Küçük Prens / s.8-9

Sadece “Pilot Exupéry” değil, küçük Antoine da bu sığ dünyalardan hep kaçıyor.  

Psikolog Fritz Riemann, Korkunun Temel Biçimleri adlı eserinde karakter gelişimini söz konusu spesifik korkulara dayandırarak açıklar. Her insan korkunun kendine has bireysel biçimini öğrenir; der Riemann. Korku bireyin ve onun tabiatının bir parçasıdır; tıpkı her bireyin kendine özgü bir sevgi biçimine sahip olduğu ve kendine has bir ölümü tatmak zorunda olduğu gibi…

Antoine Saint-Exupéry çocukluk çağının mutluluk ve korkularını örnek gösterilebilecek biçimde bizzat yaşamıştır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.17

Hatıra bir cennettir ve o cennetten kovulmak mümkün değildir. Hiç şüphe yok ki Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu, gün ışığını örten köknar ağaçlarıyla dolu parkıyla Saint-Exupéry’nin kız kardeşi Simone’un hatırladığı kadarıyla gizli bir krallık; güller ve perilerle dolu bir iç dünyaydı. 

Bu krallıkta küçük Antoine lüle lüle sarı saçlarıyla Güneş Kral lakabını aldı. Ancak ne yazık ki Güneş Kral büyük kayıplar vermek zorunda kaldı. Antoine üç yaşındayken babası öldü. Babasının ardından en iyi arkadaşı olan küçük erkek kardeşi François’yı kaybetti. Sonra kız kardeşi Gabrielle öldü. 

Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle çocukluk çağında ağır bir darbe aldı. Antoine evinden elli kilometre uzaktaki bir Cizvit okuluna gönderildi; çekingen, dünyaya yabancı hayalperestlerin kendilerini yalnız ve mutsuz hissettikleri bir okula…

Burada bir lakap daha aldı ki bu lakap Küçük Prens’te de dikkatimizi çekmektedir. Pique la lune.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.16

Antoine de Saint-Exupéry'nin çocukluğunun geçtiği Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu

Antoine de Saint-Exupéry’nin çocukluğunun geçtiği Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu

Antoine, Saint-Maurice’deki çocukluk cennetinin krallığından yollandığı bu yabanıl sürgüne bir türlü alışamadı. Artık durum farklıydı. Kökten dinci Katolik eğitim koşullarında papazlarca göz açtırılmayan çocuklar birbirlerine karşı da çok acımasız olabiliyorlardı. 

Örneğin daha ilk günlerde koskoca ayaklarından dolayı ona Tatane “Pabuç” demeye başladılar. Bununla da kalmadılar; hafifçe kalkık burnu onu da rahatsız edici olan Pique la lune adının takılmasına neden oldu. Güneş Kral yerine koca ayak ve kazma burun olmak… Bunlara dayanması zor oldu. Ama yapacak başka bir şeyi de yoktu. Kendisine takılan bu isimlere karşı isyanı Küçük Prens’te şöyle bir anekdotla yer almıştı:  “Hem ben güneşle aynı anda doğdum.” 

Çocukluk krallığından hoyratça kovulduğunu hisseden Antoine bu yeni otoriteye karşı pasif direnişe girmişti. Bunu da derslere olan kayıtsızlığıyla gösteriyordu. Okuduğu en kalabalık sınıfta 19 öğrenci vardı. Aldığı notlar onun hep en alt sıralardan derecelendirilmesine neden oluyordu. 

 Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.43

Tavan arası, yetişkinlerin «gerçek dünya»sından kaçtığımız gizemler âlemiydi. Duvardaki çatlakların arasından yıldızları seyrederdik. Renkli düşler bazen karabasanlara dönüşürdü. Ancak burada kendimiz için kurduğumuz dünyada mutluyduk. Ayrıca tavan arasının ışık girmez karanlıklarının ardında büyük bir hazinenin gizli olduğuna da emindik. 

Güney Postası’nda yetişkinlikten kaçış özlemimi anarken şunları yazdığımı hatırlıyorum:

‘Kaçmak, en önemlisi kaçmaktı.’ 

On yaşındayken tavan arasına sığınırdık. Çatı aralıklarında ölmüş kuşlar, kapakları kırılmış eski sandıklar, tuhaf giysiler vardı; hayatın kulisleriydi burası.

Ya bildiğimiz define, o eski konakların definesi, peri masallarında sözü edilen yakutlar, zümrütler, elmaslar, hafif parıltılar saçan bir define. Her duvarın, her kalasın varlığını sağlayan define.

Evi Allah bilir neye karşı koruyordu bu kalaslar. Herhalde zamana karşı koruyorlardı. Çünkü zaman en büyük düşman sayılırdı bizim çevremizde. İnsanlar geleneklerle savunurlardı kendilerini, zamana karşı. Geçmişe sımsıkı sarılmakla. Aşağıda salonda misafirler konuşur, güzel kadınlar dans ederdi. Ne aldatıcı bir güvendi onlarınki…

Ey geçici yolcular! Oysa biz, yukarıda çatı aralıklarında mavi gecenin sızıntılarına bakardık. Ufacık bir delikten bir tek yıldız düşerdi üzerimize. Cennetten bir yıldız süzülürdü bizim için.

 Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.34-35

Boa yılanının yuttuğu sadece çocuk değildi. Çocuk en azından korkunun farkındaydı. İşin acı tarafı bunun farkında olmayı istemeyen büyüklerdi. Geçmişe bu denli bağlılık neden? Seni şimdi yaşadıklarından, yaşayacaklarından korkutan ne? Geçmiş olmasa, tutunacak dal mı bulamayacaksın? Neden zamanın “gerçek sahibi”ne itimat etmezsin? Gelenek olmasa üreteceğin bir şey mi olmayacak? Soyundan gelen marka, insan olmandan daha mı değerli?

İnsan zamandan korkuyordu? Çünkü yorgun, zihni bulanık, inancı zayıftı. Çünkü onun ne olduğunu, değerini, kapasitesini ortaya koyan zamandı. Zaman bir turnusol kağıdı gibiydi. Turnusol sıvıların asit veya baz olup olmadığını nasıl ayırt ediyorsa, zaman da insanın gerçek kişiliğini ortaya koyuyordu.

Bir çocuğun sessiz korkuları, yetişkinlerin gürültülü dünyasında kolaylıkla duyulmaz olur. Yetişkinler bu korkuları hatırlamaktan hoşlanmazlar. Onlar bilinçaltına itme konusunda uzmandır; özellikle de «güçlü erkek» olan türleri… 

Saint-Exupéry yetişkinleri keskin sözcüklerle karakterize ederken ruhun betonla kaplanmasını, tüm ruhsal gözeneklerin kapatılmasını, korkuların, çocuksu gereksinimlerin ve iptidai özlemlerin bastırılmasını kasteder: Büyükler bu kez de boa yılanının içinin ya da dışının resimleriyle uğraşmayı bırakıp, kendimi coğrafya, tarih, aritmetik ve dilbilgisine vermemi öğütlediler.   

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.17

Büyüklerin çocukları anlamaktaki yeteneksizlikleri… Saint-Exupéry’e göre onları rahatsız eden şey, resmin kimliğini saptama noktasındaki acizlikleri.

Bir insanı anlayamamak, özellikle bir çocuğu… Belki de en önemli sorunlarımızdan biri. Yaşanılan her şey o kadar gürültülü ki, ruhun ihtiyacını duyamıyoruz. Neyi aradığını bilemiyoruz.

237cdf32431831.568267a12db35

Kişinin değeri nedir?

‘Aradığı şeydir! Eğer sen, can konağını arıyorsan, bil ki sen cansın.’

 Hz. Mevlâna

Aradığın, aç olduğun şeydir. Neye açsan doymak için onu ararsın. Kendine aç olduğunu bir bilsen… Kendini birey hissettiren varlık hakikatlerine aç olduğunu. Doyabilsen, hayatın anlamına bir başka sarılacaksın. Kendini ve kendinde Yaratan’ı tanıyabilmek için yollara düşeceksin. Ama bilirim her yanını dünyanın “izm”leri sarmış; yol vermiyor.

Kapitalizm, narsisizm, komünizm, ateizm, feminizm, liberalizm… daha niceleri… Hangi değere el atsan bir izm çıkıyor karşına. O “izm”, sen olmadığın “başka bir sen” çiziyor model olarak. Bu modele göre kesiyorlar kumaşını; ona göre dikiyorlar elbiseni.

İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri.

 Cemil Meriç

Üstünde toplumun istediği bir model var. Buna göre kesilen, dikilen duyguların, düşüncelerin, hedeflerin… Kelimeler, kelimeler üstüne yığılı; cümleler cümlelerin. Anlamı sıkışmış ruhunun; nefes alamıyorsun.

Oysa ruhunun otağı göklerde. Yaşamını hayata dönüştürecek iksir, Yaradan’dan geliyor. Ruhun bedene ilk üflendiği gibi. Duru, lekesiz, saf, tertemiz… Bir çocuk dünyasından başka nerede bulabilirsin ki bu güzelliği?

Çocuk ‘korkuyorum anne’ diyorsa, korkuyordur… Böylesi bir anı yaşayan çocuğa “Ne var bunda korkacak” demek çok kaba ve çocuğun ruhuna saygısızca bir davranıştır. Özellikle 6 yaş grubu çocuklarda çok sık görülen korkular, birçok anne baba tarafından “abartılı” bulunduğu ve gerektiği gibi müdahale edilmediği için ilerleyen yıllarda birtakım ruhsal kırılmalara neden olabilmektedir.

 Pedagog Dr. Adem Güneş

Anneler Masal Anlatır 

Evler içinde bir ev
Yaşıyor içimde.
Yaşayamadığım odalarında
Lambalar sönüyor.

Ah, neden öyle güzeldir
Eğilmiş anne yüzleri…

Korkular içinde bir korku
Çocuğun gözlerinde.
Yastığa gömüyor
Karanlığı.
Masal anlatacak rüyasında
Kendine.

Halbuki korku, insanî bir reflekstir ve çocuk ‘korkuyorum’ diyorsa korkuyordur. ‘Ne var bunda korkacak’ demek yerine çocuğun korkularına sahip çıkmak gerekir. Velev ki çocuk yalan söylese, aslında niyeti farklı dahi olsa, çocuğu ‘korkusuzluğa’ teşvik etmemeli, sorunun kaynağına inilmelidir.

Pedagog Dr. Adem Güneş

Zaman zaman aralarında birazcık daha zeki görünenler olmadı değil. Öyle zamanlarda hemen hep yanımda taşımakta olduğum l numaralı resmimi çıkarıp denememi yapıyordum, bakalım kavrayışı yerinde mi diye. Ama ne çare, o da sözleşmiş gibi ötekilerle aynı yanıtı veriyordu: ‘Şapka.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.9

Kim bilir o şapkanın gizlediği ne sorunlar var?

Mesela savaş yutuyor. Neyi? İnsanlığımızı… Çiğnemeden, aniden, beklemeden. Ümitleri, sevgileri, hayalleri, insan olma, düşünme özgürlüğümüzü çıtır çıtır sindiriyor. Baskıcı, bağnaz yaklaşımlar, yanlış tutumlar, kötü modeller; tefekkür etme yeteneğimizi, hakikati, Yaradan’ı bulma, severek kul olma idrakimizi yutuyor. Değerlerimiz hakkında sık rastladığımız kof, edebi aşan söylemler, sınırsız saldırgan özgürlük sanılan başıbozukluklar bilhassa gençliğimizi yutuyor. Kemiklerin kırılma sesleri duyuluyor her yerde. O zaman sadece uzaktan bakıp “şapka” mı olacak tepkimiz?

7e6b3832432307.56826e1d6fa05

Aile bireylerinin tek tek aralarından ayrılması onu büyük bunalımlara sokuyordu. Hayal şatosu Saint-Maurice-de-Rémens çöküyordu artık. Babası ile iki kardeşi ölmüş, diğer kız kardeşlerinden Gabrielle evlenmiş, Simone ise bulduğu bir kütüphanecilik işini kabul edip Vietnam’a gitmişti. Annesi koca şatoda bir başına kalmıştı. Bu dönemde kız kardeşi Simone’a yazdığı bir mektupta ailenin çöküş sürecine ilişkin şöyle diyordu:

Zaman içinde Babil’in çocukları gibi dört bir yana savrulduk3. İnsanlar konuşmadığım için benim kalpsiz olduğumu düşünüyorlar. Ancak, yaşadığım melankoliden ölebileceğimin farkında değiller. Geçmişin bir yıkıntı haline gelmesinden, bütün yıkımlardan…’

Saint-Maurice’in gizemleri geçmişin sisleri arasında kayboluyordu. Onun yerini artık eserlerinde canlandıracağı şatoları ve ejderhaları çağrıştıran bulutlarla, uçsuz bucaksız okyanuslar gibi uzanan çöllerde yaşanacak serüvenler alacaktı. Ancak hayatının yıkık mabedi olan çocukluğu onun ayrılmaz bir parçası olarak kalmaya devam etti. Zaman akıp gidecek, hayatının son yılında yazdığı Küçük Prens, masalsı çocukluk anılarıyla bir türlü barışık kalamadığı yetişkinliği arasında sonsuza uzanan bir köprü kuracaktı.   

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.86

Yaşanan onca yıkım bir canı ölebilecek hale getirirken, duygusal sarsıntılarla kelimeler boğazda kilitlenirken Exupéry gibi anlaşılamamak ne acı!

Çağın insanının dramıydı bu. Dünyanın yaşamında yankılar yoktu. Savrulan suskunluğundan, gittikçe küçülen benliğinden çöller oluşuyordu. Exupéry’di boğulan. Boa yılanı, duyarsızlığın içindeki yalnızlıktı. Şapka ise “konuşmayan kalpsiz bir adam.” Çöl… Yokluk, yalnızlık, kaybolma ve korkuydu.

Ama bir çöl daha vardı ki idrak edebilirse insan, varlığını onunla gafletten uyandırabilir ve gizemindeki kuvvetle ayakta tutabilirdi.

Exupéry’nin de iki çölü vardı: Biri savaşların bitirdiği dünya; elde kalan perişanlığın, zilletin çölü; diğeri yalnızlığıyla, çaresizliğiyle insanın varacağı, onu adeta içine çekecek sırların, nice hakikat vahalarının çölü.

Pilot yazar, bu iki çöl ortasında çırpınacak; ama kaybolmayacak, vahasını bulacaktı. Güney Postası, Gece Uçuşu, İnsanların Dünyası, Savaş Pilotu, Kale ve okuyan milyonları adeta tedavi eden Küçük Prens, bu vahanın ürünleriydi.

Küçük filin boa yılanı karşısında duyduğu korku…  Saint-Exupéry bize kendi korkularımızla yüzleşmemiz gerektiğini hatırlatır. 

SENİN GİZLEDİĞİN BAŞLICA KORKU NEDİR, SEVGİLİ OKUYUCU?

Mathias Jung İçimizdeki Küçük Prens / s. 19

Benim korkum, kendi hakikati kendisine unutturulmuş yığınlar içinde hakka ve hakikate ulaşamamak.

Her diken söz
Çentik attı yüreğime.
Onlarla dökülüyor pul pul…
Benliğimin boyası.

Her şaşı
Takıldı, yırttı perdesini dünyamın.
Onlarla bulsam keşke…
Hakikat  yollarını.

Hakikati bulma sınavındasın. Her zorluğu, seni benlik labirentinden çıkartacak bir işaret gör. Yücelerden dökülen işaret dilini işit. Aymazlıkların oluşturduğu her çölü, sana ab-ı hayat kuyusunu arattıracak bir sır bil. Bu sınav aklın değil, gönlün sınavıdır. Onu da çocuk dünyasından öğren. Riyakarlığın, menfaatçiliğin, yalancılığın çoğaldığı ortamlardan masumiyete, duruluğa sığın.

Çocukların dünyası sahte olmayan, ruhun görünüşe aldırmadığı ve varlıklarla olayların hayal ettiğimiz veya istediğimiz ya da göründükleri gibi değil, oldukları gibi kabullenildiği bir dünyadır. 

Büyüklerin dünyası ise körleştirici mantığın, hayattan kopuk bilimin, gerçekle değil mantıkla dolu söylevlerin baş tacı edildiği, insanların onlara dünyanın hâkimi ve efendisi olduğu inancını veren yanılsama teknikleriyle körleştirildiği, boa yılanı ve fil resmini anlamayan insanların arasında yitip giden bir dünyadır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.41

1. Kontrpuan: Farklı iki melodiyi birbiriyle uyumlu hale getirme sanatı. Fransızca: Contre-point
2. Epizot: Bir roman veya hikâyede olay. Fransızca: Épisode
3. Babil, İbranice kargaşa sözcüğünü çağrıştırır.

‘Küçük Prens’ illüstrasyonları © Ann Baratashvili
Paylaşın.

Yazar Hakkında

3 yorum

  1. Merhaba,

    Metinde yer alan Søren Kierkegaard’a ait olduğu belirtilen ilk alıntı başka birine ait olsa gerek. Çünkü Kierkegaard’ın vefat tarihi 1855.

    Søren Kierkegaard’a ait olan ikinci alıntıda ise (Korku ne kadar azsa ruh da o kadar azdır) bahsi geçen kelimenin ‘korku’ değil ‘kaygı’ olarak çevrilmesi gerekirdi.

    Beğendiğim bir yazı dizisi ancak bazı bölümler azıcık uzun olmuş. Selamlar.

    • Sayın ve sevgili okuyucum, yorumunuza teşekkür ederim. Son zamanlarda içimde geçmeyen bir ağırlığın hazmının başlamasına neden oldunuz. Ülkemde gördüğüm portreyi bir türlü kabullenemiyor, benim insanım böyle mi olacaktı diyerek uzun zamandır bir yorgunluk yaşıyorum.

      Okuyan, okuduğunun şuuruna vararak yaşamına ve başka yaşamlara anlam katan taze beyinlere, dinamik ruhlara ve önyargıdan uzak kalarak değerli olan, Exupéry gibi, her yazara dokunan ruhlara ne kadar ihtiyacımız var. Yorumların içeriğinin okuyucu kalitesini gösterdiğine inanırım. İnşallah sayınız çoğalır. Ve sizlerle Sutu Boğda’nın kalemlerinin şevki daha nice ufuklara açılır.

      Üzerinde durduğunuz yazıya geleyim:

      Küçük Prens ve Antoine de Saint-Exupéry hakkındaki yazılarımda kullandığım kaynaklardan biri “İçimizdeki Küçük Prens”. Yazarı, Mathias Jung. Kitabın 14. sayfasından alıntı yaptığım paragraf aynen şöyle:

      “Küçük Prens dünya politikasının yarattığı tehdidin geride bıraktığı endişe verici bir duygudan ve bunun yanı sıra edebi nitelik taşıyan bir ‘kendi kendine terapi ürünü’ olarak doğar. Aynı zamanda baştan itibaren varoluş korkusunu yansıtır; bu korku bir birey olmaya katlanma zorunluluğudur (Kierkegaard). Bu her çocuğun hissettiği korkudur ve çocukluğun pembe düşüncelerine karşı karanlık bir kontrpuan oluşturur.”

      Paragraftaki yorum, yazara ait. Ancak parantezin ve sonundaki noktanın yanlış değerlendirilmesi sizin haklı olarak temas ettiğiniz yanlış anlamaya neden oluyor. Yazı çıktıktan sonra hep kontrol ederiz ama bu gözümüzden kaçmış. Uyarınıza tekrar teşekkür ederim.

      Diğer değindiğiniz mesele, kitabın 17. sayfasında şu şekilde geçiyor:

      “‘Korku ne kadar azsa ruh da o kadar azdır’ der Sören Kierkegaad. ‘İçimizdeki çocuk’ bir zorlayıcılar ve ‘mantık’ yığınının altında gömülüdür. Biz yaşarken ölüyüz. Dünyanın içinde bulunduğu durum…”
      Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / 2007 / Yurt Kitap-Yayın / Çeviri: Çiğdem Canan Dikmen

      Saygılarımla.

      • Rica ederim, dönüş yapmanız beni ziyadesiyle mutlu etti. Site ve yazarların değerli yazıları nitelikli ve farklı bakış açıları sunuyor, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine gibi.
        Bilirsiniz ki bu tür hazinelerin başında ejderhalar bulunur ve sadece şövalyeler bu hazinelere ulaşmak için gerekli cesarete sahiptir. O yüzden müsterih olunuz. (:

        İkinci hususa ilişkin şöyle bir not bırakayım: Søren’in kullandığı kelime angst’tir. Dilimize ‘Kaygı Kavramı’ olarak çevrilen eseri İngilizceye ‘Concept of Dread’ olarak çevrilmiştir. Bahsi geçen kitapta benzer bir çeviri hatası yapılmış olsa gerek.

Reply To Elif Kaya Cancel Reply