Sen Rüzgardan Kaçarak Kazanan Bir Servi Gördün mü? 

1

Hasreti haykırırken dudağımda her çığlık.
Ne güzel dilleniyor, suya seslenen çıkrık.
Çölden bize armağan; dinle yavrum, bu şarkı.
Anlattığı hakikat, “ab-ı hayat” olmalı.

Kuyunun içinde uyuklayan, uyanmak için bir temas, ses bekleyen hakikat, çıkrığın şarkısıyla uyanır ve pilot kuyudan çektiği kovadan suyu içer.

Suyu içtim. Ferah bir soluk aldım. Gün doğarken kum bal rengindedir. Ve bu bal rengi de beni mutlu ediyordu. 

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.102

Ufukların ihtişamı çöle vurmuş. “Gün doğarken kum bal renginde” Kumdan peteklere sessizce anlamlar dökülüyor ve yaşamdan nice hikmet toplamaya başlıyor zaman. 

Çöl yokluk mu? Hayır. Her şey, ilhamını gönlünden alanın nazarında bir bal kaynağı. Her varlık güzeldir, güzel görene. Çünkü güzellik Yaradan’dan. Göze ayrı, kulağa ayrı, mideye, ruha, kalbe ayrı ayrı açılan rahmet sofraları… Çöl sofraları ise çok başka… Önce ruhu doyuruyor. Pilotun duyguları da ruhu da bu sofradan doyuyor. “Ve bu bal rengi de onu mutlu ediyor.”  Çölün kendine özgü havasıyla pilotun iç dünyası gittikçe birbiriyle sarmaş dolaş. Ve her yerde sayısız bal renginde petekler… Çölün sırrını içiyoruz onlardan.

Pilot kuyudaki sudan içer. Derin bir nefes alır ve güzelliklerle dolu bir dünyada var olmanın mutluluğunu duyar yüreğinde.

O sırada Küçük Prens de sorumlusu olduğu gülünü koruması için bir yol bulacağına dair verdiği sözü hatırlatır. Bu pilota sevdiklerine olan sorumluluklarını unutmaması için bir çeşit uyarıdır aslında.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.90

‘Sözünü tutmalısın,’ dedi Küçük Prens hafifçe, yanıma otururken.

‘Ne sözü?’

‘Canım, şu koyunum için ağızlık… Çiçeğimden sorumluyum, biliyorsun…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.102

Küçük Prens çok endişelidir. Nefsin haşin, hoyrat ayaklarından çiçeklerini koruyabilecek midir? Kalbine sahip çıkarak ondaki güzellikleri gözü gibi kollayabilecek midir? Çünkü yüreğinde kendi gülünü fark ettiğinden beri nazarında onu binlerce gülden ayırmış, sevgisiyle özel korumaya almıştır. Artık gülün sorumluluğunu taşımak, hep onu düşünmek kalbinin vazgeçilmezi olmuştur. 

Cebimden çizimlerimi çıkardım. Küçük Prens yine hepsine baktı ve güldü.

‘Baobapların… Lahanaya benziyorlar.’

‘Öyle mi?’

Ben de ne kadar övünüyordum baobaplarımla!

‘Tilkinin kulakları da boynuz gibi; çok da uzun.’

Yine güldü.

‘Haksızlık ediyorsun Küçük Prens,’ dedim. ‘Ben fili yutmuş bir boa yılanının içerden ve dışardan görünümü dışında resim çizmeyi öğrenmedim ki.’

‘Çocuklar anlarlar bence,’ dedi Küçük Prens.

Bunun üzerine ağızlığın resmini çizdim. Ona verirken içim burkuldu.

‘Benim bilmediğim bazı tasarıların var galiba,’ dedim.

Yanıt vermedi.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.102

Küçük Prens fili yutmuş bir boa yılanının içerden ve dışarıdan görünümü dışında resim çizmeyi neden öğrenememiştir?

Dünya, bir orman… Her türlü canlının yaşadığı, her türlü tehlikeyi barındıran yabani güzellikler… İçinde saklanan tehlikelerden en korkuncu kocaman boa yılanı. Bir hayvanı yutmuş. Neyi? Yavru bir fili. Pilotun en iyi çizdiği resim bu; çünkü başkasını bilmiyor. Büyükler tutumlarıyla bir çocuğa sadece bir resmin anlamını öğretmişlerse, o çocuk ileride yaşamın başka yüzlerinin nasıl çizildiğini bilemeyecektir. Çizilen korkudur adıdır. Güvensizlik, hep bir şeyin içinde kaybolma kaygısıdır. Bu şartlarda yetişen çocuk bir kuşun kanatlarını çizemez; çünkü özgürlüğü öğrenmemiştir. Bu çocuk gök kuşağını da çizemez; çünkü hayalleri törpülenmiş, gülüşleri susturulmuştur.  

Gül, güneş, su, çocuk hep olağanüstüdür. Fakat bütün bu olağanüstüler hakkında duygumuzu sürekli olarak koruyamayışımız yok mu? İşte bütün felaket oradan doğuyor, oradan başlıyor.

Bütün harikulâdelikleri önümüze olağan bir sergi, bir yaygı gibi uzatan Yaratıcı, bizden, sürekli olarak, olağanüstüne dikkat etmemizi istemektedir. Sürekli olarak, fevkalâdenin duygusunu taşımamız gerekmektedir.

Bütün fevkaladeliklerin karışımından bir alelâledik duygusunu çıkarmak, insanın bahtsızlığının temel sebebi. İnsanoğlu, ruhunu, yaratış zirvelerine yerleştirerek o zirvelerden durmadan inanç ve umut emecektir. Hilkatin bu harikuladelik memelerinden emmeyen ruh, kısa zamanda solacak ve pörsüyecektir.

Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.34-35

Exupery’nin çocukluğunda belki bu kadar olumsuzluklar yoktur; ama büyüklerin çocuğu anlamak istemeyen maddeci kalıplarından o da payını alır. Belki de bu nedenle çocuğu anlamak, kalbin sesini dinleyebilmek, ruhu göklere uçurmak onun gayesi olur. 

Bu gayenin dilidir, Küçük Prens adlı eseri. Masum bir çocuk, kalbindeki elmasla pilotun çevresinde alelade gördüğü şeylerin perdesini yırtmaya (Hāriḳ) başlar. Ve yırtılan görüntünün altından gün yüzüne çıkan varlığın hâriku’l âde1 yüzü, hem pilot; hem Exupéry için muazzam hikmetlerdir.

O her zaman aslolanın peşindeydi. Tilkinin göze görünmez olduğunu söylediği gerçeği arıyordu. ‘Masumiyet’ti bu. Çocukluktan yetişkinliğe doğru ilerledikçe kaybedilen masumiyet… Yitirildiği zaman ancak ölümle yaradılışın kaynağına dönüldüğünde bulunabilecek olan gerçek buydu. Herkese göre özel olan yaşam çizgisini zorlu dönemeçleri kat ederek bu gerçeğe ulaşmaya çalışırken sevgi en güçlü araçtı. Eş ruhuna rastladıysan sevincin yanında elemi de yaşayacaktın.

Belki de Küçük Prens ile gülü arasındaki bu gizemli ilişki kendini en duyarlı biçimde romanda pasif anlatıcı olan yitik pilotun şu sözleriyle kendini belli eder:

‘Şu Küçük Prens’in beni böyle duygulandırmasının nedeni, onun bir çiçeğe olan sadakati. Uyurken bile bu çiçeğe olan sevgisi benliğini bir kandil gibi aydınlatıyor.’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.248

Varlığın ahenkli düzeni ve aralarındaki sadakat, ruhumuz için bitmeyen bir hazine. Gece ve gündüz, ay ve güneş… Aralarında ne hırs var ne kin. Birbirlerine candan yoldaşlar bu düzende. Gün doğarken her zerre İlahî bir aşkın renginde.

Sevgi, iyilik, hakikat, hak, güzellik… Hepsi nur yüzlü değerler. Kandil gibi her yeri aydınlatıyor. Zıtları ise karanlık değersizlikler. Aynı güneşin çekildiğinde ortaya çıkan aysız, yıldızsız gökyüzü gibi.

‘İnanan’ ya da ‘seçen’ fıtrattaki bir insanda, bir kayıp Cennet mirası vardır ve bu kutsal, hissi ve aşkın olan için bir insiyaktır2; bir yandan mucizevî olana inanma mizacındadır, diğer yandan sayıp sevme ihtiyacındadır. 

Bu iki kat kabiliyete normalde iki kat ayrılık eklenmelidir; biri dünyaya ve dünyevî hayata dair olup diğeri nefis, onun hayallerine ve haksiz iddialarına dairdir.

Frithjof  Schuon / Yansımalar / s.43

İnsanoğlu bu kayıp Cennet’in kokusunun peşinde. İçindeki bu hasret adeta yazıldıkça açılan bir cümle gibi. Eğer duygularında samimiyse İlahî bir sevkin parmakları aklını, kalbini ve ruhunu yavaş yavaş şekillendiriyor. 

Pilotu uçma sevdasına götüren de içinde beliren bu İlahî sevk. Her şey bu sevkle başlıyor. Uçağıyla çöle düşüşü ve sonra tek tek yaşadıkları… Hepsi de aynı hasretin açılımları. Bir başka âlemin etkisiyle manevî bir yöne çevrilmiş buluyor kendini. Önünde bildiği bu dünyaya hiç benzemeyen bir âlemin hatları çiziliyor. Burada her yer, gün gibi parlak. Her şey ışığını kalpten, sevgiden almış. Dünyanın sadece, zekaya, kuru bilgilere dayanan atmosferi gölge gibi kalıyor yanında. Bu âlem pilotun içinde ezelden beri var; ama yaşadıklarının etkisiyle uykuda. Nihayet gün geliyor kalbindeki güzel niyet onu uyandırıyor.

Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur. Yitirme, bulma arzusunu uyandırır. Gurbette söylenir sıla şarkısı.

Sevgiye özleyişin katılması içindi Âdem’in dünyaya gönderilişi. Sevmeyi çeşitlendirmek, zenginleştirmek bakımındandı. Ayrılık, gurbet duygusu, sıla özlemi, buluşma, kavuşma sevinci gibi duygu ve duyarlık ateşleyicisi bir demet sunulsun diye Âdem’in ruhuna bu göç ve bu sürgün bağışlandı. Sürgünü düzenleyen ve göçü yürüten hükümdarlık hikmeti, bağlılığı pekiştirmeyi, ateş imtihanından geçirerek sağlamlaştırmayı hedef almaktaydı.

‘Dünya bir köpüktür.’ Evet, ama hakikat denizinin ve sonsuzluk ummanının üstünde. Onun dalgalarının çocuğu olan bir köpük. Deniz dalgalanmasa bu köpük olmayacaktır. Ama dalgalanmadıkça deniz, deniz olacak mıdır?

Çöl, kentleri özletir. Su özleminden seraplar türer.

Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.26-27

Pilot için çöl, bir dönüşüm yeri. O güne kadar çevrenin istediği şekilde oluşan kişiliğini ya çöle gömerek yok olacak ya da kumların arasından bambaşka doğacak. Bu ortamda varlığına anlam verecek yepyeni hisleri çölün peteklerinden içmek, pilotun hoşuna gidiyor. İçtikçe içindeki deryaya ulaşmasını engelleyen benlik duvarı yıkılmaya başlıyor. Çölde attığı her adım, duvarın üstündeki susamış adamın attığı kerpicin sudaki serinliğini getiriyor iç dünyasına. 

Çöl ve diriliş. Birbirine ne kadar zıt…

Zıtlık, bir kavram. Sezaî Karakoç’un “Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur. Yitirme, bulma arzusunu uyandırır. Gurbette söylenir sıla şarkısı.” diye yorumladığı bu kavramın hakikatinde iyiliğe, güzelliğe, hayra, kemale bir dönüşüm var. İşin özü; her şeyin zıddı ortaya konularak onun hakikati kavratılıyor bizlere.

Harfleri göremezsek anlamı kavrayamayız. Kalem ne kadar güzel yazsa da yazılanı okumak için mürekkebin kağıda zıt renkte olması gerek. Gözakının ortasındaki gözbebeği, ona zıt renktedir. Çirkinlik, güzelliğin idrak kaynağı; kötülükler ise iyiliğin. Sıcakta soğuk su, soğukta sıcak çorba aranır. Sıcakta sıcağı, soğukta soğuk içeceği çoğu zaman istemeyiz.  

Pilotun yaşadığı imkanlarla dolu batı dünyası onun ruhuna iyi gelmedi ve arayışa girdi. Peki aradığını nerede buldu? İmkansızlıkların yurdu olan çölde. Çöl ve medeniyet. Yine zıtlık… Pilot susuz ve görüntüde su yok. Ama susuzluğunu çölde bulduğu bir kuyuda gideriyor. Mesele ne? Mesele; arayışın ve arayışta gösterilen hasretin, çabanın, gayretin, hedefin, sadakatin erdemi. Çöldeki susuzluk ortaya konularak kuyudaki “suyun hakikatinin ehemmiyeti” böylelikle kavratılıyor.

Bir şey seninle zıtlaşırsa ve seni huzursuz ederse, bırak bu şey büyüsün ve güçlensin. Bu demektir ki kök salıyorsun ve değişiyorsun.

Sen rüzgardan kaçarak kazanan bir servi gördün mü? Rüzgar onu parçalar; ama yaratır. Kötülüğün iyiliğini ayırabilen biri akıllıdır. Hayatın anlamını arıyorsun oysa anlam öncelikle insanın kendisi olmasıdır ve kavgaların unutulmasının getirdiği sefil barışı kazanmak değildir. Bir şey seninle zıtlaşırsa ve seni huzursuz ederse, bırak bu şey büyüsün ve güçlensin. Bu demektir ki kök salıyorsun ve değişiyorsun. Seni doğuran sıkıntın çok mutluluk veren bir olgudur; çünkü hiçbir şey gerçek kanıtlanmaz ve kesinlikle bu gerçeğe ulaşılamaz. Ve sana sunulanlar uygun düzenlemelerden başka bir şey değildir ve uyumak için alınan sakinleştiricilere benzer.

Ben unutmak için kendiliklerinden aptallaşanları ya da basitleşirken huzur içinde yaşamak için içindeki özlemlerden birini boğanları hor görüyorum. Şunu bil ki çözümsüz her çelişki, telafisi olmayan her anlaşmazlık onları özümsemen için seni büyümeye zorlar. Ve senin köklerinin düğümlerinden yüzsüz toprağı, silekslerini, humuslarını3 alıyorsun ve Tanrı’nın onuruna bir servi yaratıyorsun. Şan ve şöhrette ulaşan, sadece insanlar karşısında yorgunluğunun yirmi kuşağından doğan tapınak olmuştur. 

Ve sen eğer büyümek istiyorsan, kavgalarına karşı kendini yıprat; onlar seni Tanrı’ya götürürler. Bu dünyada mümkün olabilecek tek yoldur. Ve kabul ettiğinde seni büyüten acı orada gelir. 

Ama çöl kumunun hiçbir biçimde yoğuramadığı gelişmemiş ağaçlar vardır. Kendilerini aşamayan gelişmemiş insanlar vardır. Bunlar vasat bir mutlulukla kendilerinden büyük bir parçayı yok ettikten sonra mutluluklarını yaratırlar. Yaşam boyu bir handa dururlar. Kendi kendilerine düşük yapmışlardır. Bunların ne oldukları, yaşayıp yaşamadıkları o kadar önemli değildir. 

Yoksul yiyeceklerinin üstüne çöreklenmeye mutluluk diyorlar. Kendi dışlarındaki ve içlerindeki düşmanları reddediyorlar. Açıklanması imkansız bir ihtiyaç, araştırma ve susuzluk olan Tanrı’nın sesini duymaktan vazgeçiyorlar. Güneşi, orman içinde ağaçları aradıkları gibi aramıyorlar. Onu asla erzak stokladıkları yiyecek gibi bulamayacaklar; çünkü her ağaç öteki ağaçların gölgesi altında boğuluyor; ama görkemli ve parlak sütunlar gibi yükselen, topraktan fışkıran ve Tanrılarının peşinde güç kazanan bu ağaçları izliyorlar.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.160

13. yüzyıl. Zulmün kol gezdiği, düşmanlığın dostluğu öldürdüğü, yaşamın saltanat kavgalarına dönüştüğü yıllar. Hiç farkı yok günümüzden. Ve aynı Exupéry gibi çağının bu sorunuyla dertlenen, derdini şiirleriyle dile getiren bir şair: Yunus Emre.

İnsanları uyarıyor, toplumu yaşanılan bu gaflet halinden uyandırmak istiyor. Çünkü kendi hakikatini bulması için gönderildiği bu dünyada insanın gafletten uyanması, hakikate ulaşabilmesinin kapılarını açıyor. 

Bu dünyanın meseli bir ulu şara benzer
Veli bizim ömrümüz bir tez pazara benzer
Bu şarın evvel tadı şehd ü şekerden şirin
Ahır acısı gör şol zehr-i mara benzer 

Dünya kocaman bir şehre benziyor. İnsanoğlu bu şehirde kurulu pazara gelmiş bir müşteri. Kalabalıkların arasında dolaşıyor; günü birlik, geçici şeyler alıyor. Bu pazarın kurulması ve toplanması tez, çarçabuk. Ama pazarın yüzü çok çekici. Alışverişin başta tadı güzel; baldan, şekerden şirin. Bu aldatıcı güzellik ilkönce oyalıyor, sonra zararlı ortamlara çekiyor insanı. Zamanla tat acıya dönüşüyor, hatta yılan zehri gibi öldürücü bile olabiliyor.

Hepimiz dünya denilen bu pazardayız. Günden geceye bir şeylerin peşindeyiz. Yunus Emre, Exupéry ve onlar gibi düşünenler, uyuyanları uyandırmanın peşindeler. Maddeci yaşamın tüketiciliği karşısında insanın çaresizliğini, düştüğü yanlışlıkları dile getirmeye ve çözüm yollarını göstermeye çalışıyorlar. Mesela Savaş Pilotu’nda şöyle yazıyor Exupéry:

İnsanların birbirine eşit olduğunu söylemeye devam ettik. Ama İnsan’ı unuttuğumuzdan, neden söz ettiğimizi kendimiz de anlamamaya başladık. Eşitliği neyin üstüne oturtacağımızı bilemediğimiz için, hiçbir işe yaramayan, belisiz bir olumlama yaptık. Birey düzeyine indiniz mi, bilge ile dağlıyı, salakla üstün yetenekli insanı nasıl eşit kılabilirsiniz? Eşitliği madde açısından tanımlamaya kalktınız mı, bütün araçların eşit yer kap kaplaması, aynı rolü oynaması gerekir. Bu da saçmadır elbet. O zaman Eşitlik yozlaşır, Özdeşlik biçimini alır.

İnsan’ın Özgürlüğü üstüne vaazlar vermeye devam ettik. Ama İnsan’ı unuttuğumuzdan, Özgürlüğümüzü, başkalarına zarar vermediğimiz sürece kullanılacak belirsiz bir izin olarak tanımladık.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.166

Alias’ın yarın beni başka bir göreve göndermesi mümkün. Bugün, şimdiye dek görmediğim bir Tanrı’ya hizmet için giyindim. Arras’daki topçu ateşi gözlerimdeki perdeyi yırttı, gördüm. Bütün arkadaşlarım gördü benim gördüğümü.

Gün ağarırken uçuşa çıkarsam, bu kez neden hâlâ savaştığımı bilerek gideceğim.

Ama gördüğüm şeyi unutmamak, hatırlamak istiyorum. Bunun için de basit bir amentüye ihtiyacım var.

Ben İnsan’ın birey’den -Evrensel’in Özel’den- üstün olduğunu göstermek için savaşacağım.

İnancım odur ki, Evrensel’e duyulan saygı, özel zenginlikleri yüceltir, bir araya getirir; ve biricik düzeni, yaşam düzenini getirir. Ağaç dallarıyla kökleri birbirine benzemediği halde, tam bir düzen içindedir

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilot / s.170-171

Akşam vakti, ağır adımlarla halkımın arasında dolaşıyorum ve halkımı sevgimin sessizliği içine kapatıyorum. Endişeli olanlar, sadece boş ve yararsız bir ışıkla yananlar, şiir sevgisiyle dolu; ama kendi şiirini yazmayan şair, aşka aşık; ama seçim yapamadığından gelişmeye kaydedemeyen kadın, bunalım içinde olanlar… Onları bunalımlarından kurtaracağımı biliyordum ve bunun için onlara fedakarlık ve tercih ve evreni unutma yeteneği vermem gerekiyordu. Çünkü bir çiçek her şeyden önce diğer bütün çiçeklerin reddedilmesidir. Ancak bu güzel bir çiçek olmalıdır. Bir alışveriş nesnesi gibi…

Yaşlı kadının yanına gidip başka bir şey örebileceği gerekçesiyle işlediği nakışı eleştiren deli hiçbir şey yapmamayı, yaratmaya tercih etmiştir. Gidiyorum ve her şeyin yavaş yavaş, neredeyse hiç kimsenin düşünmediği bir şekilde olgunlaştığı ve sessizlik içinde biçimlendiği konaklama yerinin kokularının üstünde duaların yükseldiğini hissediyorum. Meyve, işlem ya da çiçek olmak için zamanın içine dalıp çıkmak gerekir.

Ve ben uzun gezilerim sırasında şunu çok iyi anladım ki imparatorluğumun uygarlığının değeri katiyen yiyeceklerin kalitesine dayanmıyor, ihtiyaçların, arzuların, özlemlerin değerine ve emekle ilgili olarak gösterilen çabaya dayanıyor. Burada kesinlikle sahip olma değil, verme söz konusudur.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.40

Öyle bir pazar düşünün ki orada emek satılsın, sevgi ödensin. Değer verilsin, saygı gösterilsin. Özlem uzatılsın, vefa alınsın. Burada satılanların kalitesine hiçbir pazar erişemez. Çünkü dünya pazarı değil, gönül pazarıdır burası. 

Oysa şimdi gördüklerim tam tersi. Zaman zaman işim kalmamış buralarda diyorum.

Kalemim kırıldı
Bilemem nedendir?
Tozları dökülüyor zaman
Aralarına.
Parmaklarımda izi;
Silmek istedim.

Duruluk, sadelik…
Suyu çekilmiş vadi.
Artık buralarda kalmamış
İşim.

Sermayem sevgi; satamam.
Yürekler kör, duygular sağır.
Satışa çıkarılmış yaşamlarda
Akşam çöküyor ağır ağır.

1. Hârik (yırtan) + âde (alışılmış şey) = Hâriku’l âde (Âdet yırtan, olağan dışı)
2. İnsiyak: İlâhi ve manevî sevk. Bir kuvvetin tesiriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.
3. Sileks: Kahverengi, gri ve siyah tonlarında doğada bol bulunan bir taştır.
Humus: Bitkilerin çürümesiyle oluşan koyu renkte organik toprak.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Gül, güneş, su, çocuk hep olağanüstüdür. Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.34-35

    Aslında bunların hepsi aynı şeydir. Rüzgarda, Servi de aynıdır. Derler ki tohumda ağaç gizlidir. Rüzgarda da tohum gizlidir.

    Kehf 45
    Zariyat 1

    Emeğinize yüreğinize sağlık.
    Çok güzel bir yazı.

Leave A Reply