Seher Bir Kuş Gibi Kondu Canıma

3

İnsanlara bir düşünceyi aşılamak, anlaşılması zor soyut kavramları açabilmek için bilge kişiler, yazarlar hikâye, kıssa, fabl gibi türleri kullanmışlar. Onlar için şekilden ziyade hedefledikleri anlam önemli olmuş. Eserin hacminden ziyade topluma, insanlara ne verilebildikleriyle, onların seviyelerine ne kattıklarıyla ilgilenmişler. Mesela Mevlâna, toplumdaki halkın cahil tabakasını avam seviyesinden ilim ve yaşantıda üstün olan seçkinler seviyesine çıkarmayı hedeflemiş. Sığ nazarlara sıradan gibi görünen satırlarında hikmetli sözlerle gereken uyarıları yapmış. Mesnevi’sini sadece bir hikâye kitabı zannedenlere şöyle demiş Mevlâna:

Kardeşim, hikâye ölçeğe benzer. Mana da içindeki tanedir. Akıllı kişi, mana tanesini alır, alınıp götürülse bile ölçeğe bakmaz.
….
Aslında bunlar arasında bir söz yok, macera yok, ama sözün sırrı var, manası var. Sen kendine gel de yükseklerde uç! Mana yönüne var, baykuş gibi aşağılarda uçma!

Hakikatleri kendilerine has örgüleriyle açıklayan kıssaları, hikayeleri çok seviyorum. Hem anlatımları içimdeki çocuğun hoşuna gidiyor hem de gerektiğinde mercek, gerektiğinde dürbün olup bulmak istediğim anlamı önüme seriveriyorlar. Masallar da böyle. Yüzeysel değerlendirenler sadece uyuyorlar, gönülden dinleyen çocuklarsa hayal kurarak apayrı bir âleme geçiyorlar. Hayal âlemi gönül âlemine ne kadar yakın bir arkadaş! Onun için surette küçük, manada büyük olan bu dostlarla yazıya başlamak zevkli oluyor.

Cüneyd-i Bağdadi, bir gün pek çok kimsenin telaş ve merak içerisinde bir yere doğru koştuğunu görür ve sorar:

.Böyle telaş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?

.Falan yerden bir alim gelmiş! Allah’ın varlık ve birliğini bin bir delille izah ediyormuş! Ondan istifade etmeye gidiyoruz. İsterseniz siz de buyurun! derler.

Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdadi buruk bir tebessümle şöyle der:

.Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalpler için kâinatta sayısız ilahî şehadet terennümleri ve deliller var. Bizzat Cenab-ı Hakk’ın, kendisi hakkında nice şehadeti var. 

Ey ahali! Bütün bunlara rağmen hâlâ şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde şüphenin kırıntısı dahi yoktur.

Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalpler için kâinatta sayısız ilahî şehadet terennümleri ve deliller var.

Kâinattaki sayısız ilahî deliller kimler için var? Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalpler için. Bazı gözlerse sadece bakıyor, kulak sadece duyuyor ve kalbin hissetme alanı ise gittikçe küçülüyor. Ancak bunun yanında -çok şükür- hangi coğrafyada, hangi zamanda olursa olsun varlıktan “varlığın Sahibi”ne giden yolda doğru istikameti bulan ve kalplerinde Âlemlerin Rabbi’yle tanışanlar hep olmuş. Hatta bize çok uzak sandığımız iklimlerde yetişmiş nice güzel değer yaşamış. Onları öğrendikçe Yunus’un, Mevlâna’nın, nice Hak Dostunun başka coğrafyadaki kardeşlerini tanımak çok güzel.

Sutu Boğda’nın hedefi bu. Allah, insan ve hakikatten yola çıkarak sınırsız, önyargısız, sadece insanı anlamak ve insan olmanın değerini, hayatın amacını, hakikatin iksirini ve hepsinin birleştiği noktada Yaradan’a varabilmeyi anlatmak. Bu yolda aynı J.R.R. Tolkien gibi aklını, kalbini kalemine dökenleri tanıtmak. Sayın İlhan Akıncı da yazılarında bunu gerçekleştiriyor:

Hayatın Amacı Nedir? adlı makalesinden:

Eğer zatı olan bir Tanrı’ya inanmıyorsan, ‘Hayatın amacı nedir?’ sorusu sorulamaz ve cevaplanamaz olur. Bu soruyu kime ya da neye yönelteceksin ki?
….
Zatı olan bir Tanrı’ya, Yaratıcı’ya, inananlar, Kâinat’ın kendisinin tapılacak olmadığını düşünürler, yine de onun (Kâinatın) adanmışçasına incelenmesi O’nun yüceltilmesinin yollarından birisidir.

Yani şöyle söylenilebilir ki, hayatın temel amacı, herhangi birimiz için, Tanrı hakkındaki bilgimizi kendi kabiliyetimizce ne yapıp edip arttırmak ve bundan dolayı tenzih etmek, hamdetmek, şükretmektir. 

J.R.R. Tolkien / J.R.R. Tolkien’in Mektupları / 310. Mektup

…kâinatta sayısız ilahî şehadet terennümleri ve deliller var.
.

Yaradan gözlerimizin önüne kendi varlığına şahitlik edecek nice delil sermiş. Ama insanoğlu sadece bilgi donanımıyla ve bununla gurura kapıldığı benlik gözüyle hiçbirini göremiyor. Hakikate ulaşmada aklını yeterli sanıyor; yetersizliğini idrak edemiyor. Manevî değerlerle besleyemediği kalbî görüşten de mahrum olduğu için varlıktaki delilleri okuyamıyor. 

Frithjof Schuon şöyle izah ediyor bu durumu:

Her şeyi aklîleştiren kafaların düşünce saplantıları vardır. Onlar eşyayı değil, kavramları görürler. Onların vahyedilmiş ve geleneksel öğretilerden yoksun eleştirileri buradan kaynaklanmaktadır. Onlar ne bu öğretilerin sözünü ettiği gerçekleri ne de doğal olarak açıklanmamış şeyleri görürler.

Frithjof Schuon / İslam’ın Metafizik Boyutları / s.174

.Kâinat sadece bir görüntü ya da bir bilgidir, bu görüntü hangi biçimde gerçekleşirse gerçekleşsin, onun bütün gerçekliği/ hakikati Tanrı’dır: Âlemler görüntü dokularıdır ve sonsuz derecede tekrarlanan bu görüntülerin içeriği daima, İlk bilgi ve en son Hakikat olan İlahî Varlıktır, Bilgi ve Hakikat aynı İlahî Sebeb’in iki görünümüdür.
….
Aslında insanda gören kalpten başka bir şey yoktur. Şöyle ki: Dışarıda, zihin ve duyular aracılığıyla âlemi görür; içeride ise, Aklın (intellect) içinde İlâhî Hakikati görür. Fakat her iki görme de, hem zâhirî görme hem de bâtınî görme, eğer tam tamına söyleyecek olursak, aslında tek bir görmedir, yani Tanrı’yı görmedir. 

Frithjof Schuon / İslam’ın Metafizik Boyutları / s.43,45

Kâinatta her can, varlığın gergefine işlenmiş farklı nakışlar gibi. Rengarenk, şekil şekil… Her birinin içinde öyle bir nokta vardı ki; değeri derinliğine indikçe artıyor. Sanki istiridyeleri açılıyor da içinden inci gibi manalar parlamaya başlıyor. Ancak bu incileri görebilmek, gözün kendi varoluşunu idrak edebilmesine bağlı. Kâinattaki görevini bilmesine. O zaman bu idrakle insanın varlığa bakışı, yaklaşımı farklılaşıyor. Bu yaklaşım onu Yaratan’ı tanımaya götürüyor.

Düşündüm. Peki, benim gözlerim kendi varoluşunu ne kadar idrak ediyordu? Merak ettim. Alsam elime aynayı dedim, tutsam yüzüme; onun sırrıyla konuşabilir miydim?                                                 

.Sen bir hazinesin dedi ayna. Elmas gibi gözlerin var. Mercan gibi sinen, inci gibi dillerin. Altın tınısı gelir içinden. Ama ne bilir ne görür ne işitirsin. 

.Zenginliğinin farkında olmayan zavallı biri miyim diye sordum aynaya? Biri fısıldasa kulağıma, beni bana anlatsa, hazinemi gösterse. Kalkıp ayağa kurtulabilir miyim zilletimden? 

.Birileri var fısıldıyor durmadan diye cevap verdi ayna. Ne kadar dinledin? Günler günlere eklendi ay oldu. Ay aya eklendi; zaman hızla geçiyor. Şimdi ise ‘Ramazan.’ Rahmeti yağmur gibi. İçi kuruyana su, bunalana serinlik, hastaya şifa. Sen suyunu içip, serinleyip şifanı bulabildin mi? 

.Bilmem dedim. Bazen üzerimden yükler kalkıyor gibi. Hafifliyorum.

.Doğrudur dedi ayna. Kanatlandıkça ruhunun tekrar tekrar doğumudur ‘Ramazan.’ Yeniden doğmak. Taptaze fideler gibi. Doğum, rahmet, serinlik ve şifa. Hepsinin birlikte göklere selam gönderdiği bir âlemi var bu günlerin. Ama sen bu âlemin ne kadar içindesin? 

.Selam göndereceğim açılan kapılar mı var?

.Evet, mesela: ‘Sahur’ ve ‘Seher.’ Sen onlarla ne haldesin? Çünkü her sahurda seher okuyor selamı. Dağ okuyor, vadiler, ufuklar okuyor. Göllerde saz, deryada balık okuyor. Toprağın sessiz dünyasındaki zerrelerce dil okuyor. Dallarda başaklara yürüyen öz, göklerde kanatlar, yerdeki börtü böcek okuyor. Ve hiçbiri uyumuyor ve her biri gelecek sesi bekliyor. Sen neyi bekliyorsun?

Aynayı bıraktım elimden. Doğru sözün gücü içimde şevk oldu. Ve bekledim gecenin sükunetinde gelecek sesleri. 

Gece ve seher… Daha şafağın sökmesine zaman var. Gece adeta nadasa bırakılmış toprak.  Tam tohum atma zamanı. Atılacak her tohum bereketini görür elbet. İstiğfar tohumları eksem dedim. Aklımda, kalbimde, ruhumda, değerler filiz verse. Hidayet gülleri tomurcuklansa. Gül ışığıyla günüm aydınlansa… 

Seher vakti… Camdan bakıyorum. Henüz aydınlıktan haber yok. Karanlık bütün bağda, bahçede, her yerde. Bağban aldı çapasını, belini, küreğini… Kudret eliyle çapalayacak karanlığı birazdan. Sabah yeli, toprağı havalandıracak. Her yerde, her zerrede ışık ve karanlık iç içe. Zamanda dünya ve ahiret iç içe. Karanlık ve aydınlık, fücur ve takva iç içe harmanlanacak.

Seher, tüm varlığın nokta olduğu an. Gözlerin o tek noktadan göklere açıldığı nazar. Dillerin tek hançereden Yaradan’a haykırdığı boğum. Ruhların aynı “an”dan defalarca dirildiği mucize. Her varlığın kendi âleminden yücelere kanatlandığı gökyüzü… 

Her şey huzurda. Ağaçta dal, ırmakta damla, rüzgârda tüy, damarda kan, tarlada gelincik huzurda. Öyle olmasa bu anın adına, tadına huzur1 denilmezdi. Sultan’ın karşısında selam durup “hazır ol”manın adı, gönülde içten içe çoğalan ferahlığın tadı, huzur olmazdı. 

Seher yeli dualarda barınır,
Dağlar, taşlar ak bezlere sarınır,
Her zerresi sema eder arınır.
Dinle turnam zikrediyor bu cihan
Sen de gir devrana bu meşkle uyan.

İstiğfar tohumları avucumda; uyandı gözlerim. Tam zamanıydı dille serpip, kalple ekme vaktinin. 

Seher bir kuş gibi kondu canıma. Ah… dedim. Ürkmedi sesimden. Okşadım nur saçan kanatlarını; uçmadı. Sadece baktı; öyle derinden baktı. Bir yerlerin aydınlandığını hissettim. Hangi gecenin nurunu almıştı gözleri? Şavkıyla çok başkaydı. Hangi belde onu basmıştı sinesine? Kokusu yayıldı her yana… Başkaydı bu kuş, çok başka…

İstiğfarla iç içe seherin elleri… Rahmeti bıraktı avuçlarıma. Sürdüm yüzüme. “Nuruna boyar mı yüzümü acaba?” diye baktım aynaya. 

.Bakışların sağlam, dilinde sadakat olsun dedi ayna. ‘Selam’a dursun niyetin ve bekle sabırla. Mesele helali haramdan, doğruyu yalandan ayıklaman, arzularını dengede tutman. O zaman karanlığını deler ‘takva’n. Seherin içinden binlerce seher uzayıp gider. Sen bu yoldan ötelere yürü.

Vakit ilerledi. Sabahın altısı. Yücelerden ikram: “Kevser” damlaları… Yağdıkça toprağa, her zerre “fesalli2” buyruğuna “lebbeyk” diyor. Baş veriyor tohum, varlığın şükrünü yerine getiriyor. 

Henüz altısında şafak yüzlüm;
Sihrindeyim
Masum gülücüklerin.

Şimdi hangi gönüldensin
Ey saba?
Hislerin hangi makamda?
Benim olsun hayallerin.

Nurdan ibrişimler uzuyor
Sözlerden ellerime.
Kimin bu İlahî ses?
İçim yanar ateşinden ezginin.            

Dizler pır pır eder;
Yeşil düşler sarar alınları.
Gönüllerde bayramı
Ötelerin. 

Ellerimde tevekkül;
Sinemde saydamlaşır hakikat.
Dermanı kanımla özleşir
Yükselirken seherin.

İnsana verilen her nimet bir “Kevser” ise ben o “Kevser”e neyle teşekkür ediyordum? Bu sefer aynam, penceremin tam karşısındaki ağaç oldu.

.Madde ve manadan oluşan bir varlıksın dedi. Aynı benim gibi. Bedenimiz topraktan. Ama esas yanımız manamız. Çünkü manayı kavrayan O’nu buluyor. Maddî dünyadan her an etkileniyoruz. Sen başka, ben başka kirleniyoruz. Mevsim bahar. Ben başladım yeşermeye, çiçeklenmeye. Sen de bir yerlerden başla temizliğine? 

.Nereden dedim.

.Soluduğum havaya benzer hayallerinden, gövdemde şekillenen dallarıma benzer tasavvurlarından, patlamaya başlayan tomurcuklarım gibi düşüncelerinden dedi. Havadaki zehrin, içimdeki kurdun bana nasıl zarar vereceğini düşün. Çünkü kirlenen her hayal, tasavvur, zehirlenen her düşünce hiç durmadan kalbine akıyor. İhmalin, en acımasız tuzak olur kendine. Çünkü zamanla kalbin bunlara çok kolay alışıyor.

Doğruydu. Kalp aynı bir tablo gibiydi. Resmi çizen düşüncelerim, boyası ise hayallerimdi. O zaman kalemi, fırçayı, boyaları “Tek adres”ten almalıydım. Yaradan’ın kalemi kırılmazdı, fırçası bozulmaz, boyası renk atmazdı.

Neden seher yeli bu kadar tesir ediyordu cana? Merak ettim. 

.Karanlık adına ne varsa süpürür, alır gider de ondan.
.

Nerden geliyordu ses? Baktım dalda bir serçe. Mini mini; ama söyledikleri kalbime sığmadı, coştu gözlerimden. Arınmanın, gönlü süslemenin vaktiydi “Ramazan.” Aklı nurlandırmanın, iradeyi şahlandırmanın. Onunla yapılan, ne muhteşem bir yolculuktu… 

Bir yerden bir yere gitmenin nasıl yolu varsa, yaşanılandan kalbe gitmenin de bir yolu olmalıydı. Görülen, işitilen her şey birer birer bedenin değişik kapılarından giriyordu. Evet. Şimdi olduğu gibi gözlerimden, kulaklarımdan, tenimden, burnumdan, elimin, ayağımın temas ettiği her şeyden bedenim nasibini alıyordu. Hepsi teker teker önce zihnimde şekilleniyor, işlem görüyor; sonra duygularıma sarılarak kalbime süzülüyordu. İçimde ne varsa; onlarla yoğruluyordu. Peki, sonra ne oluyordu?

.Öyle yoğruluyor ki; adeta imbikten geçerek iç âlemine damla damla süzülüyor. Biz buna anlam diyoruz.

Ses çok derinden geliyordu. Duymaktan ziyade hissediyordum. Baktım bu sefer konuşan vücudumdaki zerreler.

.Anlam olan bu damlalar vücudunun her yerine dağılır. Aklında nur, bedeninde afiyet, vicdanında sadakat, adalet; en önemlisi can göğsünden damlayan sütün olur diye ekledi zerreler.

İmanın da böyledir. Kalp âleminin damarlarında hazmedilen tefekkürünün sütüdür. Dilinden akar; ruhuna şifa olur. 

Ahlakın o âlemin damarlarında hazmedilen hakikatin sütüdür. Halinden akar; insanlığına şifa olur.

Neler söylüyordu zerreler? Anlam, yaşamın kalp imbiğinden geçerek öz oluşu muydu? O zaman vefa, emeğin vicdan imbiğinden geçişiyle gerçekleşiyordu. Mesela günün anlamı, zamanın eleğinde elenerek hayat oluşuydu. Gözün, kulağın, dilin, tenin bütün duyuların emeğinden geçerek canda yuva oluşu hayatın anlamıydı. Kısacası anlam hazmın adıydı, emeğin, yurt edinmenin adıydı. Neler öğreniyordum…

Karşımda uzayan denizin mavisi gökle birleşmeye başladı. Ümitlerim yücelere açılan kanatlara dönüştü:

Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim.
.

Ah… dedim içimden. Acaba “Ramazan”ı içimizde hazmedebildiğimizde inşallah kutlayacağımız “Bayram” da zamanın, canın sütü; anlamı olabilir mi?


1. Huzur: Hazır olmak, Allah’ın huzurunda olmak, hürmet edilmesi lazım gelen kimsenin yanında olmak. İbadetten sonra meydana gelen rahatlık, gönül ferahlığı.
2. Fesalli: ‘O halde namaz kıl.’ Kevser / 2. Ayet.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

3 yorum

    • Sutu Boğda on

      Bu çiçeklerden Hakkın çok sevdiği göz yaşına benzer, saf ve temiz (ESSELAM) ile yıkanmış bir su damlası çıkar. Dışardan gelmez, insanlar bunu dışarıdan üzerine düşen su buharından sanırlar. Değildir.
      İşte bu damla suya (Şebnem) derler. Gece yağan rutubet -çiğ demektir.
      Bu şebnemdeki sır için, seher yeli eser.
      ….
      Göz yaşı, su şebnem, gül kokusu… işte seher vakti bu…Bu meltem on dakika eser.
      ….
      Kim görecek. Şebneme basma sakın…
      Bulursan sağ el işaret parmağı ile gözlerine sür bu şebnemi…Sebebini sorma sakın…
      Dr. Münir Derman

      Yorumların, paylaşılan anlamların rengi, aklın ve kalbin kalitesini gösterir. Çünkü kapta ne varsa o sızar dışarı. Ne güzel, sizin gibi ve diğer arkadaşlarınız gibi değerlerle tanışmak. Satırlar üzerinde “özlenen gerçek insanlığın ülkesi”ne doğru yol almak.

      Seher vaktinin yolcuları şebnemin konduğu dalı görürler. Belki gözlerine o şebnemden sürdükleri için nazarları güzeli tanır, dilleri edebi bilir. Onlar için vakti değerlendirmek, hep “Hak” içindir.

      Sayın Alaca, çok değer verdiğim bir zatın yazısını paylaştığınız için teşekkür ederim.

      Elif Kaya

      • Ben teşekkür ederim Elif Hanım. Daha önceki yazılarınızda ki alıntılarınızdan Münir Derman Hazretlerine verdiğiniz değerin farkında olduğum için paylaşmak istedim. Yorumlar şu son dönemlerde paylaşılan makalelerin görüntüsü olabiliyorsa ne mutlu bize. Çünkü o kadar güzel yazılar var ki yorumlar da her halde ondan o şekilde gözüküyor. Asıl sizin gibi (Sutu boğda Ailesi) değerli insanlarla bizi tanıştırdığı için Oktan Abi’ye ve sizlere biz teşekkür ederiz. Kaba sarılanlar ve onu kutsallaştıranlar, anlatmak istediğiniz inceliği biriktirmek gibi algılayan ve bilinçsizce ruhbanlık yaptığını bilmeyen, bugünlerde geçmişin devamı niteliğinde ki felsefeden bile anlamayan kırıntılarıdır. Biz Hem Oktan Abi’den Hem de Münir Derman Hazretlerinden “Bir kabın işe yarar kısmı içinin boşluğudur” sözü gereğince ön yargısız ve boş bir şekilde yaklaşmaya çalışıyoruz. Dolasıyla yazılarınızdan sonra ki yorumlarımızda ki gördüğünüz “anlamların rengi, aklın ve kalbin kalitesi” O kaba sizin ve o güzel insanların kattığınız şeylerdir. Sizin ve Tarık Bey’in nezdinde bütün Sutu Boğda ailesine şükranlarımı sunuyorum. Keyifle takip ediyoruz.

Reply To alaca Cancel Reply