Savaşçı – Bölüm 4

0

“Ben ilim şehriyim. Ali bu şehrin kapısıdır.” buyurmuşlardı insanlığın en büyük doktoru olan Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi vessellem). Hakikat ilmine giden yol Hz. Ali (kv) ile başlar bir mânâda… Bu yüzden Hz. Ali’nin bazı tavırları ilim şehrine, Muhammedî ilme giden bir yolda rehberlik yapar bizlere… Bu makalede Ebu Turab’ın enteresan bir tasarrufunu ve ondaki hikmeti anlatmaya gayret edeceğim… Bu hikmetin, Her-an platformunun gayesi ile irtibatının ise ilerleyen satırlarda tebellür edeceğini düşünüyorum.

Hz. Ali ve Hz. Fâtıma annemizin bir oğlu dünyaya gelir. Hz. Ali’nin bu ilk evladını hepimiz tanırız. İlim şehri Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) ona “Hasan” ismini verecektir. Fakat Hasan, bu zatın ilk ismi değildir. Hz. Ali, doğduğu anda,  ileriki yaşlarında çok önemli bir misyon eda edecek bu bebeğe “Harp” ismini verir; yani “Savaş”. Efendimiz (sav) bu ismi değiştirerek, yerine “Hasan” ismini koyacaktır.

Hz. Ali’nin bir zaman sonra bir oğlu daha olur. Hasan’ın kardeşi olan bu yeni dünya misafirine Efendimiz (sav) “Hüseyin” ismini verir. Hasan ismi ile Hüseyin ismi aynı kökten gelen iki kelimedir. Hüseyin, Hasan’ın küçültme sigası ile ifade edilmiş şeklidir. Büyük kardeş Hasan, küçük kardeş Hüseyin… Ama enteresandır, ilk hadisede olduğu gibi ikincisinde de bu isim ilk konulan isim değildir. Hz. Ali yeni doğan evladını Allah Resulü’ne götürmeden önce kendisi bir isim koymuştur zaten. Daha enteresan olan ise bu ismin yine “Harp”; yani “Savaş” oluşudur.  Bu ismi Efendimiz yine değiştirerek Hüseyin ismini vermiştir. İlk hadise tekerrür etmiştir.

Hz. Ali’nin bir oğlu daha olur. “Ben harp ve darbı seven bir adamdım.” diyen İmam-ı Ali, tahmin edeceğiniz gibi bu oğluna da “Harp” ismini verir. Efendimiz daha önce olduğu gibi “Gösteriniz oğlumu bana? Ne isim koydunuz ona?” buyururlar.

Hz. Ali: “Harp ismini koydum.”

Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem): “Hayır o Muhassin’dir (Muhsin).” buyurdu.

Hz. Ali gibi benzersiz bir deha sahibi bir zat, acaba basiretsiz mi davranmış; olması gereken ahengi hissetmemiş midir ki, değiştirilmesi gereken(!) bir isim koymuş ve bu değiştirilmesi gereken ismi -sanki inat edercesine- yeni çocuğuna tekrar koyma teşebbüsünde bulunmuş ve yine aynı sonuç alınarak o çocuğun ismi tekrar değiştirilmiştir ve bu bir kere daha tekerrür etmiştir?

Nedir bu git-gel ve değiştirilme işinin aslı? Neden 3 çocuğa da aynı kökten gelen bir kelimenin değişik ve nüanslı versiyonları isim olarak verilmiştir?

Bu suallerin -kendimizce- açıklamasına girmeden önce, bir konuyu hatırlatmak istiyorum.

Daha önceki bir makalemizde şu ifadeler geçiyordu:

Her alemde bir savaş cereyan etmekte olduğu gibi elbette tüm alemleri içinde barındıracak kadar toplayıcı ve adeta sıkıştırılmış bir dosya olan insanda da bu savaşları gözlemleyebiliriz. İnsan kainatın minyatür bir modeli ve eğer kainatı bir çok dosyayı ihtiva eden bir kitap kabul edersek, aynı zamanda bu kozmik kitabın da bir fihristidir.

100 trilyon kadar hücreye sahip bedenimizi korumak üzere tavzif edilmiş değişik savaşçılar var. İyi ki varlar. Savunma görevindeler. (Acaba buradan, sağlıklı bir yaşam sürmenin ve bunun için de sağlıklı beslenmenin, takva kavramının şümulüne girdiği manasını çıkarabilir miyiz? Zira takva vikaye kökünden gelen bir kelimedir ve “korunma” demektir. Allah’ın bir emanet olarak verdiği bedenin savunma kuvvetlerine destekçi ve yardımcı olmak, herhalde takva’nın bir başka derinliği olsa gerek.)

Bedenimizin savunma ordusunu oluşturur akyuvarlar. Bu ordu değişik uzmanlıkları olan birimlere ayrılmıştır: B Lenfositler, T Lenfositler, monositler, nötrofilller, özonofiller, bazofiller, makrofajlar vs…

İnsan ruha sahip bir bedenden daha çok bedene sahip bir ruhtur. Yani insan dediğimiz varlık daha çok onun ledünnî ve enfüsî yapısıdır. Görünmeyen yönüdür. Ben göz değilim. Ama kendimi daha çok gözlerimin arkasından; göz penceresinden alemi seyreden bir varlık olarak algılıyorum. Kendimi bacaklarımmış gibi, kollarımmış gibi, ellerimmiş gibi, kafammış gibi ve hatta beynimmiş gibi hissetmiyorum. Bütün bunları bir alet olarak kullanan ama gözle görülmeyen bir özne, bir sübje olarak hissediyorum. Bu özneye ve öze ruh, gönül, nefs (bu makalede aradaki nüansları gözetmiyorum) gibi isimler verilmiş. Bunlardan hangisi “ben”i ifade eder; içlerinden biri mi yoksa bütününden oluşmuş bir konsorsiyum mu?… bu başka bir yazının konusu.

Eğer her alemde bir savaş cereyan ediyorsa…

Tüm alemleri içine alacak kadar toplayıcı ve sıkıştırılmış bir dosya gibi olan insan da bu savaş meydanına dahilse…

İnsan denilen bu muamma ve merceksel varlık, bedeninden daha çok ruhu ise…

Bu yüzden ikincil bir öneme sahip diyebileceğimiz bu bedende cereyan eden savaş için “akyuvarlar” adı verilen “B Lenfositler, T Lenfositler, monositler, nötrofilller, özonofiller, bazofiller, makrofajlar” gibi bir çok savaşçı birimler tavzif ediliyorsa…

Birincil öneme; daha doğrusu önemler önemine sahip insanın enfüsünde bir savaşın olmadığını söyleyebilir miyiz?

İlim şehri -Allah gönlümüzde bu şehrin fethini bize müyesser kılsın- Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem), bu enfüsî savaş hakkında bize ipucu olabilecek şu lâl ü güher ifadeyi beyan buyurmuşlardı:

Ruhlar cünûd-u mücennededir. Tanıştıkları ölçüde bir araya gelirler.
.

Ruhlar dizi dizi, saf saf, bölük bölük dizilmiş askerlerdir.

Cünûd;

yani “asker”;

yani “savaşçı”.

Peki hangi savaşın savaşçısı?

FERİDUN B. KAYA

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply