Sapere Aude! Kendi Aklını Kullanma Cesaretini Göster!

0

Sapere Aude!1

.Gölgeler asıllarının boylarını geçmeye başlamış. Belli ki güneş batıyor. Vakit akşam. Issız kuytularda üşüyorum. Doğru yolun sükunetindeki huzuru özledim. Umutlarımı ısıtan sabah güneşini, seher vaktini özledim. Nerede kendimi bulacağım hakikat? Nerede beni uyandıracak ses?

.Her an bir tohum çatlıyor; Güne merhaba diyor, yeni doğmuş bebek sesleri. Açılan goncalar yaşamdan renklerini alıyorlar ve her doğan varlık, beraberinde sana Yaradan’dan selam getiriyor.

Al selamı, koy kalbin üstüne. Seher umut demekse, bundan güzel seher mi olur?

Bil selamı, koy fikrin üstüne. Çocuk umut demekse, bundan etkili ses mi olur?

Her çocuk doğduğunda şöyle der: Allah insandan umudunu kesmemiştir.

Tagore

.Kim diyor bunu?
.Bir çocuk. İşte beklediğin ses.

.Kimden getiriyor bu haberi?
.Yaradan’dan. Aradığın hakikat de bu haberin yorumunda. Yaradan insandan umudunu kesseydi, doğum olmazdı. Demek umut edilen şey doğumda, çocuğun varlığındaki İlahî kıvamda. İnsanın bozulmamış özünde; yani pilotun arayıp da bulduğu Küçük Prens’te.

Çocuktaki özü merak etmediğimizden ve bu hazineyi doğru yorumlayamadığımızdan bu hale geldik. Ancak hazineyi merak edip açanlar ve içindekileri doğru değerlendirenler kurtaracak insanlığı. Bizi bu duruma getiren zaaflarımızı, egolarımızı, saf, masum bakışlar keşfedecek ve dindirecek kaygılarımızı.

Küçük Prens uğradığı bu gezegende Kral’ın, nefsinin kurduğu yalancı bir dünyada nasıl yuvarlanıp gittiğine o saf bakışlarla şahit oluyor. Kral’ın garip tavırlarına anlam veremiyor; çünkü onun masum, aydınlık dünyasında bunlar yok.

‘Bana gelince… Emirlerime uyulmasını istemek benim hakkım. Çünkü ben mantıklı emirler veriyorum.’

‘Peki benim günbatımı?’ diye hatırlattı Küçük Prens. Sorduğu bir soruyu asla unutmazdı.
‘İstediğin günbatımı olsun. Gereken emri vereceğim. Ama benim yönetim ilkelerime göre, uygun koşulların oluşması için daha beklemeliyim.’

‘Bu ne zaman olur?’
‘Hımmm, hımmm…’ diyerek Kral kalın ciltli bir kitaba baktı. ‘Evet, akşamleyin tam sekize yirmi kala. Emirlerime nasıl uyulduğunu o zaman göreceksin.’
  

Küçük Prens esnedi. Günbatımı şimdilik suya düşmüştü. Ayrıca sıkılmaya da başlamıştı biraz.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.48-49

Otoritesine saygı gösterilmesini isteyen, buyrukları mantıklı olduğu için onlara uyulmasını bekleyen bir kralın gücüdür bu. Kendi yönetim yöntemine göre uyruğuna bir emir vermek için koşulların uygun olmasını bekleyen, kendisine karşı gelenleri bakan yaparak yanında tutmaya çalışan ve kendisinden kaçmak isteyenleri büyükelçi yapmayı vaat eden bir kral.

Ancak bu karşılaşma, aynı zamanda gerçek gücün mantıkta yattığını ve eğer mantıklı iseler buyruklara uyulmasını istemenin de hak olduğunu ortaya koymaktadır. Haklı olan tek güç, olanaksız olanı isteyenleri ölüme mahkûm etmek yerine herkesi yapabileceği şeylerle yargılayan güçtür.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.65

Kral hakimiyete ve emretmeye tutkun; onun için hep bir uyruğa muhtaç. Dikkat etmezse elinden ikisi de gidecek. Düşünerek davranması gerekiyor. Emrinin yerine getirileceği uygun şartları hesaplıyor. Kral’ın meselesi ne Küçük Prens’in esnemesi ne de gün batımı… Mesele hükmederek diri kalacağına inanmış “egosu”nun yaşamına devam etmesi için yeni kanlar araması.

Küçük Prens’te yer alan “kral dramı” bana hem içimdeki hükmetme hırsıyla yanıp tutuşan tiranı yenmem hem de buna kalkışan kişiye kafa tutmam için cesaret vermeyi amaçlamaktadır.

Jean-Jacques Rousseau şöyle der:

‘İnsanoğlu hür doğmuş; fakat dünyanın her yerinde zincire vurulmuştur.’

Öyle görülüyor ki iki yüzyıl sonra faşizmin, komünizmin ve yanlış istikamete sevk edilmiş globalizmin2 tecrübelerinin ardından bizler bu cümleyi kritik bir noktada değiştirmeliydik:

‘İnsanoğlu hür doğmuş; fakat dünyanın her yerinde kendi kendini zincire vurmuştur.’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.41

Hep emretmek, emrin yerine gelebilmesi için koşulları hesap etmek ve devamlı mantıklı davranmak. Uyruğu kaybetme tehlikesi varsa, onu ikna edecek her şeye başvurmak. Hep hesap, plan, hep taviz… Ve Kral kendini bağladığı egosunun bu zincirleriyle tek kişilik gezegeninde mahkûm.

Eğer hükmetme hırsına karşı koymak istiyorsam, öncelikle korkularım, düşüncesizliğim ya da cahilliğim yüzünden kendi kendimi esir etmiş olduğum zincirleri kırmak zorundayım.

Bu en eski ve daima var olan yeni bir vazifedir.

Filozof İmmanuel Kant (1744-1804) bu vazifeyi 1783 yılında; yani Fransız Devrimi’nden altı yıl önce yazmış olduğu “Aydınlanma Nedir?” adlı eserinde asla akıllardan çıkmayacak olan şu cümlelerle ifade etmiştir:

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu reşit olmama durumundan kurtulmasıdır.

Söz konusu bu reşit olmama durumu, insanın kendi aklını bir başkasının rehberliğine başvurmaksızın kullanma yetisine sahip olmamasıdır.

İnsanın bu duruma düşmesinin suçlusu kendisidir; bunun nedeni akıl yoksunluğu değil, aklını başkasının rehberliği olmadan kullanma kararlılığını ve cesaretini gösterememektir. Sapere aude! Kendi aklını kullanma cesaretini göster!

Bu söz aydınlanmanın sloganıdır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.42

Bir Arap devesini ağaca bağladığında devemi ağaca “ikal” ettim; somut olarak bağladım dermiş. İkal kökünden gelen akıl ve akıl ettim de bir olayın neden-sonuç bağlantısını düşünerek yaptım demek oluyor. Her insan, kendi devesini kendisi bağlamalı ağaca. Çünkü başkasına yüklemek risk getiriyor. Hele mesele bir fikri korumak ise, aklı her daim başkasına bağlamak demek, insanın düşüncede doğru yolu izleyememesi, karar vermede buluğa erememesi demek. İşte bu yapılamayanlar gün gelip de yapılmaya başladığında o insanın da aydınlanma dönemi başlıyor. Bir konuyu enine boyuna düşünmek aklın iliklerinden anlam çıkartmak gibi. Bir başkası bunu ne kadar gerçekleştirebilir ki…

Birlikte düşünmek konuyu bereketlendirir. Bir irşat ehlinden yararlanmak yolun ışığı olur. Ama devamlı, olur olmaz herkesin rehberliğine dayanmak beynin tembelliği ve kişiliğin solmasına neden oluyor. Ve bu tip güdülmeye mahkûm beyinleri güdecek çobanlar da hep hazırda bekliyor.

Budalalığın saçma sapan icraatları karşısında çocuğun kayıtsızlığını bir kez daha keşfederiz. Yüreğimizin miskinliğinden kurtuluruz.

Kant: Tembellik ve korkaklık insanoğlunun böylesine büyük bir kısmının tüm yaşamı boyunca kendi rızasıyla reşit olmayışının nedenleridir. Aynı nedenlerle bu insanları yönlendirmek başkaları için çok kolaydır. Oysaki doğa insanoğlunu dışarıdan gelen bir yönlendirmeye bağlı kalmaktan çok uzun zaman önce kurtarmıştır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.42

Bu fikir tembelliği aynı zamanda verilen nimetlere şükürsüzlük ve nankörlük de demek. Çünkü Yaradan insana kullanabileceği her türlü cihazı en mükemmel şekilde kendisine vermiş. Ama o; nefsinin tutkularının elinde esir. Gaflet, demirin üzerindeki pas gibi insanın gerçek değerini, organlarının, duygularının parlaklığını örtüyor. Ve gittikçe insan özünü ve nereden geldiğinin hakikatini kaybediyor. Halbuki insanı insan eden, “sadece Mevlâ’sına bağlı olan özgür ruhu”. Ruhun yaşam enerjisi ise bu özgürlüğe bağlı.

Ruhum, bedenimde efendim benim. Düşüncemde, duygularımda, tavırlarımda beni ben yapan her şeyim. Onsuz zekâm kısır, kalbim sığ… İç âlemimde denge varsa, yankısı olan ölçülü davranışlarım. Terazinin olmadığı yerde ölçü yok. Vicdanın olmadığı yerde de hak ve batıl; güzel ve çirkin; iyi ve kötü tartılamıyor. Hangisi ne kadar çeker içimizde, bilinmiyor.

Bilinmezlik, kaynağından su çekilen ruha işaret. Su, insanın ab-ı hayatı… hakikati.

Ab-ı hayatsız ruh soluk alamıyor. Onun soluklanmadığı her yer ise insan için bir çıkmaz sokak. Ve günümüzde bu tür çıkmaz sokaklar çoğalıyor. Her çıkmaz sokak bir kaos oluyor yaşamda.

Denge ölçü demektir. Haklı ile haksız, güzel ile çirkin, iyi ile kötü üzerindeki anlaşmazlıklar, elde kesin bir ölçü bulunmadığı zaman patlak verir.

Herkes “benim fikrim!” dediği zaman, hayat bir kaosa döner.

Ortak bir değer lâzım küçük şeye gereken önem verilmezse sonunda fikir ayağa düşer. Bu ise kavram anarşisi demektir.

İnsanın iç dünyasının gıdasız kalışıdır, temelde yatan sorun.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.48

‘Burada yapacak bir şeyim kalmadı,’ dedi. ‘Yola koyulmalıyım artık.’

‘Gitme,’ dedi Kral. Birine krallık yapmaktan dolayı mutlu olmuştu. ‘Gitme, seni bakan yapacağım!’

‘Ne bakanı?’

‘Şey… Adalet bakanı!’

‘Ama burada yargılanacak hiç kimse yok ki!’

‘Bundan emin olamayız,’ dedi Kral. ‘Krallığımın her yanını dolaşmadım henüz. Çok yaşlıyım. Araba için burası çok küçük. Yürümek de beni yoruyor.’

‘Ben çoktan baktım bile!’ dedi Küçük Prens. Bir kez daha gezegenin arka yüzüne bakıp geldi. Hiç kimse yoktu gerçekten…

‘O halde kendini yargılayacaksın” dedi Kral. ‘En zoru da budur. Kendini yargılamak başkasını yargılamaya benzemez. Eğer kendini yargılamayı başarabilirsen, o zaman gerçek bilgeliğe ulaşmışsın demektir.’

‘Evet,’ dedi Küçük Prens, ‘ama kendimi her yerde yargılayabilirim. Bunun için bu gezegende kalmama gerek yok ki.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.49

Kant bu noktada da bizim düşünme ve hareket etme tembelliğimizi keskin cümlelerle ifade eder: Bana akıl veren bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizime karar veren bir doktorum varsa, bizzat zahmete girmeme hiç gerek yok. Bedelini ödeyebiliyorsam, düşünmek zorunda da değilim; nasıl olsa başkaları benim için bu sıkıcı ve zahmetli işi üstlenir.

Hükmetme hırsı olanlar, ister benim içimde, isterse üstümde olsunlar, tehlikedirler. Beni motive eden hükmetme hırsı ise, ben insanlarla saygılı ve yapıcı ilişkiler kurmak yerine onları kullanırım. Hükmetme hırsı olanlar, hangi biçimde olursa olsun, eğer benim üstümdeyseler, beni armağanlarla kandırmaya çalışırlar: ‘Hımm,’ dedi Kral. ‘Sanırım gezegenimde bir yerlerde yaşlı bir fare var…’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.43

‘Hımm,’ dedi Kral. ‘Gezegenimin bir yerlerinde yaşlı bir farenin var olduğu konusunda kuşkularım var. Geceleri sesini duyuyorum. Onu yargılayabilirsin. Zaman zaman ona ölüm cezası verirsin. Böylece yaşaması sana bağlı olur. Ama onu hep bağışlarsın. Tutumlu davranmalıyız, çünkü elimizde başkası yok.’

‘Ben kimseye ölüm cezası vermek istemiyorum,’ dedi Küçük Prens. ‘Hem sanırım artık gitme zamanım geldi.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.50

Bir insanı hayatı sana bağlı olsun diye yargılamak, hem de her şeyin ipinin elinde olduğunu göstermek için onu bağışlamak… Hem korkutarak “hâkim olan benim” demek hem de bağışlayarak “yaşatacak da benim” mesajını vermek. Bu, iktidar hırsının insan egosunu nasıl tanrılaşma arzusuna götürdüğünü gösteren korkunç bir hal.

Bütün bunların yanında Kral, Küçük Prens’e çok önemli bir şey öğretiyor:

Kendini yargılamanın başkalarını yargılamaktan çok daha zor ve çok daha önemli olduğu gerçeğini. Çünkü toplumun bir bireyi olmak, kendini yargılamaktan geçiyor.

Gitmeye kararlı olan Küçük Prens yaşlı kralı üzmek istemiyordu.

‘Yüce Kralım eğer emirlerine aynen uyulmasını istiyorlarsa,’ dedi, ‘bana akla uygun bir emir vermeliler. Örneğin bir dakika içinde burayı terk etmemi emretmeliler. Çünkü sanırım koşullar bunun için uygundur.’

Kral bir şey söylemedi. Küçük Prens bir an duraksadı. Sonra yerinden kalktı.

‘Seni büyükelçi yapacağım,’ dedi Kral arkasından çabucak. Bakışlarında otoriter bir hava vardı bunları söylerken.

‘Şu büyükler çok tuhaf,’ dedi Küçük Prens ve yola koyuldu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.50-51

Bu bölümün sonunda Kral kendisinin de olaylar karşısında ne kadar aciz ve çaresiz olduğunu anlar. Küçük bir çocuğun isteklerini yerine getirememiş, onun önüne bir sürü şart koymuştur. Nefis idrak edebilse ki, güçlü olan tek Yaradan’dır… Ama insanoğlu vicdanını uyandırıp kalbini dünya cürufundan temizleyemediği sürece bu idrak gerçekleşemeyecektir.

Kral’ın hükmetme hırsı, vereceği armağanın derecesini iyice yükseltecektir. Ancak Küçük Prens’in tertemiz aklı nefsin bu tuzağına düşmez; masum, saf kalbi tekliflere kanmaz. Küçük Prens’in Kral’a yardım etmesi zaten mümkün değildir. Nefsin tabulaştırdığı bu yalan, gerçek dışı dünyaya katlanmak, onun saf fıtratına terstir ve ruhu bu hem komik hem de korkunç gezegene tahammül edemediği için hemen oradan ayrılır.

İş yerimde, aile içinde ya da evliliğimde böylesi bir hükümdar tip olursam ne olur?

Uçar adımlarla ve başımı sallayarak sahnemden uzaklaşıp, özgürlüğümü aramak için Küçük Prens kadar kararlı olur muyum? Yoksa dizlerim mi titrer? Karşımdakilerin kendilerine hak gördükleri iktidara ortak olmaya mı çalışırım? 

Yazar Siegfried Lenz, 1964 yılında yazmış olduğu Yüz adlı tiyatro eserinde hükümdarlar ve kullar, failler ve kurbanlar arasındaki vahim ve diyalektik ilişkiyi vurgular:

Her hükümdar mutlaka infazcılara ihtiyaç duyar ve bu infazcılar ne kadar hizmetle mükellef olurlarsa, hükümdar sorumluluk ve suçu o kadar kolay üzerinden atabilir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.41

Kral’daki hükmetme hırsı nefsin sadece bir yanı ve bu yolculuğun ilk durağı. Küçük Prens’in daha önünde insanı kendinden uzaklaştıran, birbirinden garip, komik ve korkunç tehlikeli gezegenler var. Ve bunların hepsi el ele vermiş, çağın modern dünyasını oluşturmuş.

Bu modern dünya geçmişin değerlerini umursamıyor. Geçmişte soyumuz, tarihimiz, adetlerimiz, çocukluğumuz, hatıralarımız var. Pişmanlıklarımızdan ders çıkarmak var.

Tarihî gerçeklere neden niçin sorularıyla değil; ne, nasıl sorularıyla yaklaşılıyor. Ders çıkartmak yerine ezberlenip geçiliyor. Gelecek, bu dünyanın korkulu rüyası. Çünkü nefis kör. “Ancak görürsem inanırım” kafasıyla henüz görmediği, bilmediği geleceği endişeli sorularla bekliyor. Kısacası insanlık, değer veremediği geçmişle anlam veremediği gelecek arasında bir boşlukta kalakalmış. Bu boşluğun nahoş tadı hayatı berbat ediyor.

Bundan kurtulmak için çareler arıyoruz; çareyi yanlış yerlerde arıyoruz. Modern dünya ve çağın felsefesi o anda ne sunuyorsa, onunla avunuyoruz.

Dünyanın sunduğu, sadece kazan ve tüket; çağın sunduğu ise hayat kısa, kendini düşün ve zevkin için yaşa… Sadece kendimiz ve zevkimiz için kazanmak ve tüketim, bizi bencilce yaşamaya götürüyor. “Bir tek ben varım” dediğimiz benlik alanları oluşturuyoruz.

O alanın kralı ve kraliçesi biziz. Kuralları biz koyuyoruz. Alanımıza adım atana hemen hükmetmeye başlıyoruz. Bu hızlı, karmaşık, tatminsiz yaşamın elektriği korkularımızı daha da arttırıyor. Her şeyden korunmak endişesiyle her şeyle aramıza engel koyuyoruz. Bu engel bizi diğer insanlardan uzaklaştırıyor. Dostluk, kardeşlik, fedakârlık, iletişim, paylaşım, saygı, samimiyet gibi insanî özellikler kullanılmaya kullanılmaya körelmeye başlıyor.

Kısacası insanın kişiliği un ufak olup dağılıyor. İç dağınıklığını örtmek için dışına ördüğü kabuğu kalınlaştıkça kalınlaşıyor. Empati kuramıyoruz, samimi davranamıyoruz. İnsana sadece insan olduğu için değer veremiyoruz. Değeri görüntüde, parada, mevkide, menfaatte arıyoruz. Bütün bunlar bizden en anlamlı şeyi; huzurumuzu, mutluluğumuzu, özgürlüğümüzü ve ömrün anlamını alıyor. Her gün onlarca insan içinde olsak da ne çıkar? Onları görebilecek kalp gözümüz, duyacak kalp kulaklarımız, saracak kollarımız ve onlarla söyleşecek dillerimiz, yoksa…

Kule, kent ya da imparatorluk… Bunlar ağaçlar gibi büyür ve gelişirler. Çünkü bunlar yaşamın yansımalarıdır, doğmaları için insana ihtiyaç vardır. Ve insan hesap ettiğini sanır, taşlarının dikilmesini aklın yönettiğini sanır, oysa bu taşların yükselmesi öncelikle onun arzusundan doğmuştur. Kent onun içindedir, kalbinde taşıdığı imajdadır. Aynı şekilde ağaç da tohumun içindedir. Ve hesapları arzusunu söylemek ve onu göstermektir. Çünkü içtiği suyu, mineral özsuları ve ona güç veren güneşi gösterirseniz, katiyen ağacı anlatmış olmazsınız. ‘İşte bu nedenle bu tonoz yıkılmıyor… İşte mimarların hesapları…’ dediğinizde de katiyen kenti anlatmış olmazsınız. Çünkü bir kentin doğması isteniyorsa doğru hesap yapan insanlar her zaman bulunur.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.72 

Hayatta her şey zamanın bereketi kaçmadan iyilik, güzellik, hayır odaklı yaşanabilmeli. Onun için insanın aradığı bir hakikati, peşinden koşturacağı bir amacı olmalı. Sadece sırtından değil, yüreğinden de ter dökeceği ameller gerçekleştiremezse bu âtıl, sorumsuz durum aklını ve kalbini nefsinin eline veriyor.

İşte insanlığı tüketecek olan da bu nefistir. Hayallerini ve ümidini alıyor önce, sonra da şevkin ayağına çelme takarak sakatlıyor. Sonunda “ahsen-i takvim” denilen bu güzelim yaradılış aynası paslanmaya başlıyor ve arkasındaki sırlar döküle döküle ayna aynalığını kaybediyor. İç âleminde hiçbir ilahî tecelliyi yansıtamayan zavallı insan, böylece depresif duyguların tuzağına düşüyor.

Bu tuzağa düşmeyecek ariflere, onların kalplerindeki nurlara, dillerinden dökülen incilere ne kadar çok ihtiyacımız var…

Eğer addan, harften öteye geçmek istersen, kendini kendinden çıkar, kendini tertemiz arıt, kendi nefsinden tamamıyla kurtul. Kirli demir renginden kurtul da pırıl pırıl parlayan hayalî demir gibi ol, riyazetle passız bir ayna halini al.

Hz. Mevlâna

1. Latince bir deyiş. Sapere: Anlamak, bilmek, bilge + Aude: cüret etmek = Sapere aude: Bilgeliğe cüret et. Aklını kullanmaktan korkma.
2. Genel, bütünsel, küresel
Fransızca: Global / Latince: Globus.
Globe: Top, küre
Bu biçim Hint-Avrupa Anadilinde “gel” kökünden türetilmiş. Gel: Topak yapmak, yuvarlamak.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply