Saint-Maurice-de-Rémens: Yitik Masumiyetimizin Anıtı

0

Yazılanlar akıldan doğmalı, kalpten beslenmeli, damarlardan coşup dilden kaleme dökülmeli. Ama önce gördüklerimiz, yaşadıklarımız, hayallerimiz, ideallerimiz harmanlaşmalı içimizde. İliklerimizden çekilmeli düşünceler ve hisler. Bir annenin verdiği süt gibi olmalı kağıda dökülenler. Bileşiminde uyum ve içtenlikle konunun iç âlemimizdeki yansıması anlatılmalı. Ve

İçimizde sakladığımız, çevreden algıladıklarımız bir araya gelerek uyumlu bir bütün oluşturmalı. Bir bestekârın notaların uyumuyla oluşturduğu beste gibi. Akılla bir eseri güzel değerlendirebilirsiniz; gözünüzle kelime kullanışlarına hayran olabilirsiniz; ama iz bırakabilmesi için okuduğunuzda samimiyet sergilenmeli. Nasıl dilden dökülenin sırrı gönülden geliyorsa, kalemden dökülenin de sırrı oradan geliyor. 

Hangi ülkedenim ben? Çocukluğumun ülkesindenim. Başkalarının şu ya da bu kentli oluşu gibi, ben de çocukluğumun ülkesindenim.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.73

Ne kadar çok ihtiyacım vardı çöle, bu tadı veren eksikliğin ne olduğunu anlayabilene, kurbağaların bile sustuğu bin bir sessizlikten örülmüş bu büyük sessizliğin anlamını bulabilmeye.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.69

Anılarım biriktirdiğim şeyler, bütün sevgilerim var elimde. Bir ağacın kökleri gibi toprağın derinliklerinde kalan çocukluğum var.

Antoine de Saint-Exupéry

Hayır küçükhanım, o bahçenin çok ötesini gördüm artık ben! İnsanın buz tutmuş gecelerde, üzerinde bir çatı, altında bir yatak ve temiz çarşaflar olmadan uyuduğu çöller olduğunu biliyor musun?

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.70

Saint-Exupéry gönlüyle yazan bir kalem. Bu cümlelerin hiçbirinde show yapmıyor. Kelimelerini yapaylıkla süslemiyor. Ortaya koydukları, hep gerçek. O, yaşadığı olayın fotoğrafını çekmesini de filmi banyo etmesini de çok iyi biliyor. Olayı yaşarken hissettiği duygular çok yoğun. İşte bu duygularla ısıttığı kalbinde yapıyor, çektiği filmin banyosunu. Ortaya çıkan ruhsal filmi; kelimeler, metaforlar, cümlelerle karta basıyor. Bu sebeple tasvirleri de yoğun. Ancak dikkatle incelediğinizde yoğunluğun içindeki ruh halini görebiliyorsunuz.

İçinde bulunduğum durumu düşündüm: Çölde kaybolmuştum, tehlikedeydim. Çölde yıldızların arasında tek başıma kalakalmıştım, yaşamın kutuplarıyla aramda sonsuz bir sessizlik vardı. Ve çok iyi biliyordum ki, eğer bir uçak beni bulmazsa veya Mağribiler canıma kıymazsa tekrar hayata kavuşmak için günler, geceler, belki aylar boyunca sürünecektim. Burada artık dünyaya dair hiçbir şeye sahip değildim. Kumlarla yıldızlar arasında kaybolmuş bir ölümlüydüm işte. Hissedebildiğim tek şey kendi hafif nefesimdi.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.69

Yalnızlık buz gibi…
Giriyor içime; titriyor
Takatimde kuşlar.
Islak bir sis çöküyor;
Çekmiyor kanatları. 

Tüyleri öylesi hafif…
Güçlensin diye sarılıyor
Yüreğim.

Yürek iklimi benzemez başka iklime
Sürgün veriyor içimde bir çocuk
Isınıyorum.

Tadı, damakta hasret
Bu yalnızlığın.
Başka geçiyormuş ruhtaki
Mevsimler
Toprakta, ağaçta ve gözlerimde
Can buluyor yer yer…

Aç pencereni, aç diyorum
Dönüşünü hisset anıların. 

İnmek zorunda kaldığı, hayat olmayan yeryüzü parçasında pilot, içinde yarattıkları yumuşaklığın farkına varmadan, düşüncelerinin akışına bırakır kendini.

Birilerinin, yakın bir arkadaşın varlığını hisseder gibi bir duyguya kapıldığına, bir anda anılarının onu Saint-Maurice-de-Rémens şatosunun bahçesine, ailesi ile paylaştığı mutluluklara götürdüğünü anlar ve çocukluğu ile yüzleşir. Uzaklardan birisinin kendisi ile konuşacağından emindir ve bunun sevincini yaşamaktadır. Kendisini kendisine doğru çeken yerçekimi gibi hisseder. Duyduğu sesler, içinde bulunduğu çöl kadar gerçektir. Anılarında yeniden bulduğu Saint-Maurice-de-Rémens, aslında pilotun kendi çocukluğu olan Küçük Prens’in yaşadığı gezegendir.

Jean-PhilippeRavoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.34

Antoine de Saint-Exupéry'nin (sağdaki) Saint-Maurice-de-Rémens'deki çocukluk yıllarından bir kare

Antoine de Saint-Exupéry’nin (sağdaki) Saint-Maurice-de-Rémens’deki çocukluk yıllarından bir kare

Exupéry’nin hassas ve yalnız dünyasında en değerli cevher; anıları. Anılar, hasret yolcusunun sığındığı konak yerleri. Tükenmeyen, anlayamaz bu konaklarda dinlenmeyi.

Gidip gelen rüyalar içinde yuvarlanıyordum. Sessizce geliyordu rüyalar, bir kaynaktan akan sular gibi. Önce beni saran yumuşaklığı anlayamadım. Ne bir ses vardı ne de görüntü; ama bir var olma duygusu, belli belirsiz bir dostluk hissi kapladı içimi. Sonra, yavaş yavaş her şeyi ve kendimi koyuverdim anıların şaşkınlık verici büyüsüne.

Bir yerlerde siyah köknar ve ıhlamur ağaçlarıyla dolu bir bahçedeydim. Kocaman bir ev vardı bahçede, belli ki çok sevdiğim bir ev. Rüya bu ya, evin uzakta olmasının hiçbir önemi yoktu, çatısının altına girip ısınamasam da varlığıyla gemi doldurması yeterliydi. Yapışıp kaldığım kumlardan havalanmış, o eve doğru yol alıyordum. O evin çocuğuydum ben. Hafızam o evin sofalarının serinliğiyle, kokularıyla, o evin sevdiği alışık olduğu seslerle doluydu. Göletlerindeki kurbağaların şarkıları dolduruyordu kulaklarımı. Ne kadar ihtiyacım vardı benim kendi varlığımı algılayabilmek için bütün bu izlere. Ne kadar çok ihtiyacım vardı çöle bu tadı veren eksikliğin ne olduğunu anlayabilene, kurbağaların bile sustuğu bin bir sessizlikten örülmüş bu büyük sessizliğin anlamını bulabilmeye.

Her şey değişiyordu. Artık kumlarla yıldızlar arasında sıkışıp kalmış hissetmiyordum kendimi. Etrafımdaki bütün bu dekor kötü soğuk bir sonu haber veriyor değildi bana. Bu görüntünün içime sapladığı sonsuzluk hissinin kaynağını anlayabiliyordum artık. Evin büyük ağır dolaplarını görüyordum. Yarı aralık kapaklarından üst üste sıralanmış kar gibi beyaz çarşaf yığınlarını, soğuktan donmuş erzakları görüyordum. İhtiyar kahya kadın, fare gibi hoplaya zıplaya dolaptan dolaba koşuyor, düzeltiyor, açıyor, yeniden katlıyor, bembeyaz çamaşırları tekrar tekrar elden geçiriyordu. Evin sonsuzluğunu tehdit edebilecek en ufak bir eskime belirtisi gördüğünde bağırıyordu: ‘Aman Tanrım! Ne felaket!’ Sonra hemen bir lambanın altına koşuyor, gözlerini zorlayarak, bu kutsal mabedin örtülerini onarıyor, bu üç direkli teknenin yelkenlerini yamıyordu. Kendisinden daha büyük bir şeye hizmet ediyordu, orası kesin; ama Tanrı’ya, yoksa bir gemiye mi, orası bilinmez.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.69-70

Duygular… Bedenin ruhla ahengi… Yüreğin gözlerden okunuşu. Alın teriyle nice emeklerin yoğrulduğu eller. Gündüz güneş gibi parladığı davranışlarıyla, gece sadakat yıldızının rehber olduğu vicdanıyla insanoğlu… Bütün bunların hepsi onun yitik cennetinde kaldı.

Exupéry çağın baskısıyla preslenmiş düşüncelerden, kalıplarla gittikçe taşlaşan duygulardan kurtuluşun ancak insanın iç âlemindeki yitik cennetini bulmakla gerçekleşebileceğini biliyor ve bu âleme de ancak “çocuk”la girilebilineceğini insanlığa anlatmaya çalışıyor.

“Bozulmamış insan hakikati”ne ulaşabilmek için bu masum yaradılış, onun romanlarındaki karakterlerin ümidi. Yazar bunaldığı her yerde, anıların içinden çocukluğunun ellerine tutunarak rahatlamaya çalışıyor.

Öyle yaşlandım ki, her şey arkamda kaldı. Önümdeki camdan, hareli, kocaman tekerleğe bakıyorum. İnsanlar onun altında. Bir mikroskop camındaki haşlamlılar1. Haşlamlıların dramından bana ne?

Var olmak güçtür aslında? İnsan birtakım bağlardan başka bir şey değildir. Oysa benimkilerin hiçbir anlamı yok artık.

Nerem bozuk acaba? İnsanlarla iletişim kurabilmenin sırrı ne? Nasıl oluyor da şu anda soyut ve kendimden soyut ve kendimden uzak bulduğum şey, başka zaman benliğimi altüst edebiliyor? Nasıl oluyor da tek bir söz, tek bir davranış, bir insanın yazgısını değiştiriyor; onu ardı arkası gelmez dönemeçlere salıyor?

Adım Pasteur’se, nasıl oluyor da haşlamlıların oyunu beni, bir mikroskop camını balta girmemiş ormandan daha geniş bulacak ve onun üstüne eğildiğim zaman, serüvenlerin en büyüğünü yaşayacak kadar etkiliyor?

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.73

Pasteur ve Haşlamlılar… Exupéry ve Anılar…

Her şeyin sınırını, ona verdiğimiz değerle çiziyoruz. Ve verdiğimiz değer, ona eğilen aklımızdan kalbimizden geliyor. Mikroskobun lamının üzerindeki tek hücreli canlı; bir bilim adamı için yıllarını verdiği emek, yaşamına anlam katan heyecan, dünyaya bırakacağı miras demektir.

Neye ne gözle bakıldığı önemli. Göze anlamı veren, gönül. Gönül, yaşamdan damıtılmış özü taşır içinde. Bu özü gözbebeğine yerleştiren pilotun uçağın kokpitinden seyrettiği de gönlünde saklayıp muhafaza ettiği manzara.

Adım Pasteur’se, nasıl oluyor da haşlamlıların oyunu beni, bir mikroskop camını balta girmemiş ormandan daha geniş bulacak ve onun üstüne eğildiğim zaman, serüvenlerin en büyüğünü yaşayacak kadar etkiliyor?

Onun adı, Antoine Saint-Exupéry. Binlerce fit yükseklikten gördüğü, onun Saint-Maurice-de-Rémens’ı. Bu nokta görüntü, onun hasretle eğilmesiyle bir anda yaprak yaprak açılarak çok geniş anılar bağına dönüşüyor.

Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu

Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu

Nasıl oluyor da aşağıdaki şu minicik nokta, insan barınağı olan şu ev… Birden, eski bir anı geliyor aklıma:

Çocukken… ta çocukluğuma uzanıyorum. Hepimizin ilk yurdu, o uçsuz bucaksız ülke, çocukluk! Hangi ülkedenim ben? Çocukluğumun ülkesindenim. Başkalarının şu ya da bu kentli oluşu gibi, ben de çocukluğumun ülkesindenim. Onun için küçükken, bir akşam, garip bir şey geldi başıma.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.73

Çocukluğun derin içsel yolları büyüklere yaman gelir. Zamanı burun ucuyla seyreden bizler onların denize dalar gibi “an”a dalmalarını anlayamayız. İç sesleri dal der; dalarlar. Yüz der; yüzerler. Heyecanları her dem taze, hayalleri yürekleri kadardır. Çocuk ne bizden zekidir ne de tecrübeleriyle usta. Onun sırrı, yaratıldığı gibi olması. Çünkü insanoğlu varlık hazinesini, içinde; saf fıtratında taşıyor.

Beş-altı yaşındaydım. Saat sekizdi. Çocukların yatma zamanı. Özellikle kış geceleri; çünkü kışın akşam erken olur. Ama o gün beni yatırmayı unutmuşlardı.

O kocaman evin zemin katında bana uçsuz bucaksız gelen bir koridor vardı. Biz çocukların yemek yediği sıcacık oda bu koridora açılırdı. Belki onu güç bela ısıtan ve bir lambadan çok soru işaretine benzeyen tam ortada asılı zayıf ampulden, gecenin sessizliğinde gacır gucur öten doğramalardan, bir de soğuktan ötürü, kendimi bildim bileli korkardım bu koridordan. Sıcak ve aydınlık odalardan çıktınız mı, bir bodruma girmiş gibi oluyordunuz çünkü.

O akşam unutulduğumu görünce şeytana uydum; ayaklarımın ucuna basa basa kapının tokmağına dek süzüldüm, usulca kapıyı ittim, koridora çıktım ve gizli serüvenim başladı.

Doğramaların çatırtısı, aslında Tanrı’nın bir uyarmasıyla. Loş ışıkta beni kınayan kocaman panoları fark ediyordum. İlerlemeye cesaret edemedim; ıkına sıkına bir konsola tırmandım, sırtımı duvara dayadım, ayaklarımı sarkıttım, deniz ortasındaki mercan adasına sığınan kaza kurbanları gibi yüreğimde çarpıntı oracıkta kalakaldım.

Tam o sırada oturma odasının kapısı açıldı; pek çekindiğim iki amcam odanın hayhuyunu, göz kamaştıran ışığını arkalarında bırakarak kapıyı örttüler; koridorda gezinmeye başladılar.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.73-74

Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu

Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu

‘İşte orada. Saint-Maurice-de-Rémens. Aile şatomuz. Yitik masumiyetimizin anıtı. Yetişkin İnsanların Dünyası’na geçmek zorunda kalmak çok acı. İnsanların Dünyası’nda anlattığım gibi, hayatım hep eskiye kaçış düşüncesiyle geçti.’

‘Bir yerlerde, karaçalılarla, ıhlamurlarla dolu bir bahçe ile sevdiğim bir ev vardı. Uzak ya da yakın olmasının, şimdi bedenimi ısıtmamasının, beni barındırmamasının fazla bir önemi yoktu; var olması, gecemi varlığıyla doldurmasına yetiyordu. Bir kumsala vurmuş bir beden değildim artık, yönümü bulabiliyordum, kokularının anılarıyla, koridorlarının serinliğiyle, bir zamanlar kendisini canlandıran seslerle doluydum. Su birikintilerindeki kurbağaların türküsü bile gelip buluyordu burada.’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.22-23

Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu

Saint-Maurice-de-Rémens Şatosu

‘Yaklaşık 100 yaşında olan şatomuz XVI. Louis mimarlık ekolünün izlerini taşırdı.

Giriş katı biz çocuklar için yasak ülkeydi. Burası yetişkinlerin yaşam alanıydı. Havanın iyi olduğu günlerde zaten bütün günümüzü bahçede değişik oyunlar oynayarak geçirirdik. Yemek saatlerinde bile yetişkinlerin kalın duvarlarla korunmuş dünyasından uzak tutulur, yemeklerimiz mutfağa yakın bir bölümde bakıcılar tarafından yedirilirdi.’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.32 

Gün gelir, Exupéry’nin sevgili Paula’sı 1914’de Birinci Dünya Savaşı patladığında, diğer Alman çalışanlarla birlikte ayrılır şatodan. Onun gidişi herkesi çok üzer. Ancak yeni bir Moisie’nin gelmesi de çok uzun sürmez: Marguerite Chapays …

‘Lyon’daki bir tekstil fabrikasında günde on saat çalışan bir işçi iken, Tante Gabi onu Saint-Rémens’a hizmetçi olarak almıştı. Onu diğer sevgili Moisie’mizden ayırt etmek için yeni gelene biraz abartılı bir ıslık sesi çıkarır gibi Moisie diyorduk.

Ama o da kısa sürede gönlümüzü kazandı. İşe dört elle sarıldı. Çarşaf dolaplarını yeniledi. Öyle ki artık kar gibi temiz bir çarşaf yatağımıza serildiğinde üzerinde kaç kat yeri olacağını bilirdik. Ağır kömür ütüsüyle Tanta Gabi’nin bile en ufak bir kusur bulamadığı işler çıkarırdı. 

Gece gündüz demeden her yerde çalıştı. Kalın terliklerinin bir yerden bir yere seğirten fareler gibi çıkarttığı sesi hâlâ hatırlarım. Bu sayede demir teyzenin bile gönlünü aldı. Cyprien’den sonra şatonun kahyalığı ona verildi. 

Al yanaklı, ince kemikli, nahif bir taşra kızıydı. Yaşını hiç belli etmeyen bir dış görünüşe sahipti. Önceleri kızcağıza yapmadığımız zulüm kalmadı. Taşkınlıklarımıza büyük bir olgunlukla dayandı.

Gündüzleri amcalar ve teyzeler, paradan, emlak fiyatlarından, dinî meselelerden konuşurken, o biz bahçede gezdirir, yabanî çiçeklerin isimlerini öğretir, kompostoluk meyveler toplatırdı. Onu da İnsanların Dünyası’nda çöle teslim olmamak için yine anılarıma sığındığım anları betimlediğim satırlarımda katmıştım yapıtımın içine…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.38 

‘Yıllardan sonra hayatının en büyük arzunu gerçekleştirdi. Biriktirdiği parayla güneydeki köyünde bir küçük ev satın alıp oraya yerleşti. Onu da Paula gibi hiç unutmadım. 1939’da seferberliğin ilanına kadar her fırsatta evinde ziyaret ettim. Kıt kanaat geçiniyordu. Ona küçük para yardımları yaptım. Ama en büyük keyfimiz küçük bir karton kutuda sakladığı eski zamanlara ait solgun fotoğraflara birlikte defalarca bakmak olurdu. Yine, İnsanların Dünyası’nda uçağım çöle düştüğü zaman, susuzluğun getirdiği sefaletin dibine vurduğumda, ruhumu kuşatan şefkatinle seni anmıştım…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.39

Ah! Sana ayrı bir sayfa ayırmalıyım aslında. İlk yolculuklarımdan dönüşümde, küçükhanım, seni elinde bir iğneyle, dizlerine kadar kutsal beyaz çamaşırların içine gömülmüş bulurdum. Bize uykularımız için kırışıksız çarşaflar, yemeklerimiz için kat izi olmayan örtüler, ışıltılı kristallerden şölenler hazırlarken her sene biraz daha kırışmış, biraz daha solgun olurdu tenin. Yanına, çamaşır odana gelirdim. Karşına oturur, seni heyecanlandırmak, gözlerini dünyaya açmak, sakin dünyanı sarsmak için başımdan geçen ölüm tehlikelerini anlatırdım. Hiç değişmemiş olduğumu söylerdin sen, ‘çocuk’ derdin; ama kendi gömleklerimi -ne büyük felaket!- artık kendim onarıyordum. Ama dizlerimi yaraladığımda, eve dönüyordum işte onları sarmak için, tıpkı bu akşam olduğu gibi. Ama küçükhanım artık o bahçeden dönmüyordum ben, dünyanın öbür ucundan geliyordum ve gelirken yanımda yalnızlıkların acı kokularını, kum rüzgarlarının fırtınalarını, sıcak iklimlerin parlak aylarını getiriyordum!

‘Erkek çocuklar böyledir işte, atlayıp koşarlar, kemiklerini kırarlar ve kendilerini çok güçlü sanırlar.’ derdin bana. Hayır küçükhanım, o bahçenin çok ötesini gördüm artık ben! Bahçedeki o ağaç gölgelikleri o kadar da büyük şeyler değilmiş! Yeryüzünün kumları, kayaları, el değmemiş ormanları ve bataklıkları arasında kaybolup gider o gölgelikler. Karşılarına çıktığın anda silahlarını omzuna dayayacak insanların yaşadığı topraklar olduğunu biliyor musun bu dünyada? İnsanın buz tutmuş gecelerde, üzerinde bir çatı, altında bir yatak ve temiz çarşaflar olmadan uyuduğu çöller olduğunu biliyor musun?

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.70-71

‘Hakkını helal et, sevgili Moisie… Alınan sevgi ve şefkate olan borcun ödenemeyeceğini biliyorum. Seni çok sevdim. Sadece bunu bil…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.39

Exupéry’nin eserlerine ilgi ve hayranlık gittikçe artıyor. Bir çeşit otobiyografi sayılabilecek kitaplarındaki karakterler, yazarın yaşamını paylaştığı kişiler. Paula ve Marguerite Chapays…  Antoine’nın kalbinde iki sevgili Moisie. Onlar da kitaplara olan bu ilgiden nasiplerini alıyorlar. 

Hakkını helal et, sevgili Moisie… Alınan sevgi ve şefkate olan borcun ödenemeyeceğini biliyorum.

Ah… Sevgili Yazar’ım! Bundan güzel, anlamlı ve değerli bir ödeme olabilir mi?


1. Haşlamlılar: Bir hücrelilerden, vücutlarında hareketi sağlayan kirpiğimsi titrek tüyleri veya beslenme işini gören çekmeleri olan, çoğu sularda yaşayan ve ancak mikroskopla görülebilen hayvanlar sınıfı.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply