Sadece Tek Bir Gerçek Haz Vardır; İnsanlarla Bir Arada Olabilmek

0

60’lı yıllar… Siyah beyaz filmlerde izlediğimiz dar sokakların, eski evlerin İstanbul’u. Semt Ortaköy. Ortasından dere geçiyor. Daha üzeri kapatılıp caddeye dönüştürülmemiş. Yağmur yağdı mı, derenin iki yanı çamur içinde. Bazı semtlerde su yok. Sucular evlere su taşıyorlar. Bizim sokaktan da böyle bir sucu geçiyor. Omzunda taşıdığı iki tarafında teneke asılı uzun bir sırık ve altında iki büklüm olmuş ufak tefek bir kadın: “Leyla teyze”. Tatlı, sıradan, çabuk unutulan bir yüzü var.

Yıllar geçti. Çizgilerini unuttuğum o yüzü ummadığım bir tarzda hatırlamaya başladım. Çünkü insan bir şeyin gerçek değerini, ancak onu aratacak zıtlıklarla karşılaşınca anlıyormuş. Çünkü Leyla teyze gibi diğer teyzeler ve amcalar o dönemin İstanbul’u gibi birçok eksikliklere rağmen suskun, sade ve asil bir kişiliği taşıyorlarmış.

Şimdiki İstanbul’un sokakları, parkları, caddeleri, imkanları, çoğu ülkeyi imrendirecek şekilde. Toz da yok, çamur da… Değil susuz olmak, bir oda kadar geniş banyolara sahip alabildiğine ihtişamlı evler… Ama ne zaman dışarıya çıkıp dolaşmak istesem, daralıyor ruhum. Evime kaçmak istiyorum. Neden? Neden böyleyim? İlerlemiş yaşıma veriyorum bu hali; Yılların yorgunluğu da olabilir. Belki de daha başka bir şey.

Zaman geçtikçe; sokaklardaki, ekranlardaki yüzler değiştikçe anlıyorum ki beni daraltan İstanbul’un kaybettiği ruhu. Bu mükemmel şehrin çektiği ıstırapla boğuluyorum. Yukarıdan atılan bir tüy gibi değil, kocaman bir kaya gibi hızla düşüyoruz. Yere çarptığında etrafa dağılacak tozlar… Bunların olmaması için dua ediyorum.

Bir sihirli el değse de
Getirse eski günlerini İstanbul’un
Yine yan komşumuz
‘Sabah şerifleriniz hayırlı olsun’ dese,
Yine sınav heyecanına karışsa erguvan kokuları.
Vapur düdüğüyle yarışsam Kandilli yokuşunda
Yine babaannemin yüzünde dinse yorgunluğum. 

Bir sucumuz vardı, Leyla teyze;
Hatırlarım.
Su taşırdı nasırlı elleriyle
Omzunda sırık, iki yanında tenekeler
Aksak adımlar arşınlardı sokağı
Ömrün bu dansında yorulur muydu
Bilemem?
Ama ‘efendim’siz konuşmazdı. 

Ah İstanbul sen neydin o zamanlar…
Belki Leyla teyze gibi sucular yok şimdi
Sokaklarında.
Ama öyle hanımların var ki!
Sucu teyzemin nasırlarını aratır dilleri.

Ya ‘efendim’…
Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş.

O günkü efendimler gönülden gönle muhabbet, saygıydı. Şimdiki efendimler ya boyun eğme ya da riya.

.Peki bu hallerin, bu düşüşlerin nedir sebebi?

.Kâinat bir yazı olarak düşünülürse, Yaradan yazdığı bu yazıda insanı özne olarak almış. O muazzam olayların, muhteşem sahnelerin hepsi ise nesne. O’nun nazarında insanın kıymeti bu kadar büyük. Ama insan ne yapıyor? Bu akledilemez kıymeti hırsı, zaafları uğruna her gün yaptığı hatalarla lime lime ediyor.

.Doğru. Hele bu modern dünyada. Bizi kâinatın gözdesi yapan güzelim değerlerimiz her an yavaş yavaş tüketiliyor. Ama nasıl oluyor bu?

.Modern yaşam, hayatın hakikatini; modern insan, ruhun asaletini; modern ahlak, kalbin bekaretini; materyalizme kapılmış modern düşünce, insanın kendini dişleriyle parça parça ediyor da ondan.

.Peki insanın eli, kolu bağlı mı? Bu kadar kendisine öğretim imkanları tanınmasına, teknik imkanlara rağmen neden tehlikeye karşı çıkamıyor?

.Çıkamıyor; çünkü modern sosyoloji ve modern toplum Yaradan’ın kıymetli öznesini nesne haline getirerek insanın iradesini devreden çıkarıyor. Ve insan; duygularını oradan oraya savuran ve makineleştiren sürat çağının hırs, reklam, başarı senaryolarının önünde iradesiz, dilsiz, düşünmeyen bir varlık olarak öylesine bakakalıyor. Hele hırsın dişleri takmaya görsün… Artık kaçış olmadığını insanoğlu, ölümün nefesinde hissediyor. Tolstoy İnsan Ne İle Yaşar adlı eserinde bu acı gerçeği almış:

Pahom sürekli zengin bir hayatın hayalini kuran ve daha fazla kazanmaya çalışan bir çiftçidir. Bir gün daha verimli topraklara sahip olmak için Başkırlar’ın yaşadığı topraklara gider. İnsanın bütün bir ömrünü ifade eden bir günlük bir yarışa çıkar.

Başkırlar’ın reisi, Pahom’a:

‘Şu küreği eline al, gittiğin yerlere küçük bir çukur aç, akşama kadar gezerek, çukur açarak belirlediğin yerin arasındaki topraklar senin olsun. Ancak bir şartımız var: Güneş batmadan tam buraya dönmen gerek.’ der.

Pahom çok sevinir. Hemen yanına su ve yiyecek alarak güneşin doğuşuyla yola koyulur. Akşama kadar ne kadar yol gitse bu tarlalar onun olacağı için hem hızlı yürür hem de bu topraklarda yapacağı çiftliği hayal eder. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Hoşuna giden merayı büyük bir hızla işaretlemeye başlar. Yolun yarısı geçmiştir ki güzel bir mera daha görür. Burayı da arazimin içine katarsam iyi olur, verimli bir alan der. Sağa doğru koşu alanını daha da genişletir. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneş dağlara doğru hızla gitmektedir. Pahom koşmaya başlar. Tepenin yarısına vardığında güneş batar. Son bir hamle ile koşarak tepeye çıkar ve sevinir; çünkü bu tepeden hâlâ güneş görünmektedir. Ayakları yara içindedir; ama ne olursa olsun güneş batmadan başladığı yere yetişebilmelidir. Hırsı gözünü bürümüştür Pahom’un. Hızını arttırır, var gücüyle koşar ve alkışlar içinde güneş batmadan başladığı yere yetişir. Yetişir yetişmesine; ancak tükenmiştir. O yorgunlukla Pahom’un burnundan kan damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz.

Bu topraklar, daha evvel de nice örneklerine şahit olduğu bir olayı yeniden yaşamaktadır. Yarışın başladığı ve bittiği noktaya hemen bir mezar kazılır ve Pahom defnedilir.

Burada yazar, okuyucusuna ibret verici son sözü söyler:

‘Onun İhtiyaç Duyduğu Üç Arşın Kadar Bir Topraktı…’

Lev Nikolayeviç Tolstoy / İnsan Ne İle Yaşar / İnsana Çok Toprak Gerekir mi?

Hakikat bir derya… Dalgaları gönlün kıyılarına vurdukça sevdası göklere yükselir. Dalgaların köpükleri sadece bir ürperti bırakır üzerimizde ve sönerek kaybolurlar.

Köpükler geçici zevktir; unutulur gider. Hakikat ise bağımızda inci mercan, sayısız hayat barındırır. Bu dünyanın hakikati, Yaradan’ın insandan istedikleri: İlim, güzel ahlak, doğruluk, sadakat, sevgi, merhamet… Köpükleri ise varlığı bu dünyada olup biten, anlık, geçici zevkler.

.Malın ve paranın cazibesi ve sahip olma tutkunluğu… Oysa insan ne kadar az şeye sahip olursa, ruhunu da dünya esaretinden o derece uzak tutar. İnsanın tohumu bir nutfe değil mi? Bir damla sudan yaratılmıyor muyuz? Neden vuslata giden yolda dünyanın kirinden, pasından arınamıyoruz.

Para insan emeğinin bir değiş tokuş ve nakil aracından başka bir şey değildir. Bunu zamanında Karl Marx tespit etmiştir. Gerçek şu ki, ‘ekonomik mucize’den bu yana hızla yayılan bir hastalık olan para hırsıyla ruhumuza zarar veririz.

Saint-Exupéry bu düşünceyi tamamen anlatıya dayalı ve dönüşlü eserinde daima yeni varyasyonlarla1 ifade etmiş ve çalışmaya büyük anlam katan pozitif bir karşıt düşünce geliştirmiştir.

Rüzgâr, Kum ve Yıldızlar adlı eserinde şöyle der: Bir mesleğin büyüklüğü belki de her şeyden önce insanları bir araya getirmesinde yatar. Sadece tek bir gerçek haz vardır; insanlarla bir arada olabilmek… Bizler sadece para ve kazanç için çalışırsak, kendimize bir hapishane inşa eder ve bir münzevi gibi kendi kendimizi içeriye kilitleriz. Para sadece cüruftur2 ve yaşamı yaşanası kılan hiçbir şey cürufla yaratılamaz.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.71

Süs ya da kullanım eşyası yapmak amacı ile ateşte eritilen madenlerin de köpükleri, cürufları; posaları var. Onlardaki köpük de dalgalarda olduğu gibi havaya uçup gidiyor. Fakat insana yarar sağlayacak şey yeryüzünde kalıyor. Yaradan kalıcı olan gerçek ile geçici olanı bu örnekler aracılığı ile anlatıyor bizlere.

Kalıcı olanı geçici olandan ayırabilen kalbe ihtiyacımız var. Denize bakan pencereden dipleri görebilecek gözlere ihtiyacımız var. Hırsın toprağından gökyüzünün berrak özgürlüğüne uçuracak ruha ihtiyacımız var. Ve ihtiyaç duyulan o kalp bir çocuğun masumiyet sırrında. O gözler menfaati tanımamış, zıpzıplarının peşinde koşan bir çocuğun hayallerinde. O ruh, haram bilmeyen bir çocuğun gökyüzünü bir tutuşta sığdırdığı minicik avuçlarında.

‘Evet, doğru,’ dedi Küçük Prens. ‘Peki ne yapıyorsunuz onlarla?’

‘Deftere işliyorum,’ dedi iş adamı. ‘Sayıyorum. Sonra yine sayıyorum. Çok zor iş. Ama ben tam böyle önemli işler için yaratılmış bir insanım.’ 

Küçük Prens hâlâ tam tatmin olmamıştı bu sözlerden.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.60

Sayıyorum. Sonra yine sayıyorum.
.

.Bir paniği yansıtan cümleler değil mi bunlar? Paniğin arkasındaki korkuyu bastırmak istercesine telaş içinde bir üslup… Neyin korkusudur bu? Neye tepkidir iş adamının söyledikleri?

.Modern dünyanın insanı, kendisini bu dünyada kazandıklarıyla, sahip olduklarıyla göstermeyi tercih ediyor. Onun için elindekileri kaybetme korkusunu yaşıyor. Yaradılıştan sahip olduklarının; yani sadece kendisi olmanın ne anlama geldiğinin farkında değil.

Fromm’a göre; sahip olmaya şartlanmak, sanayi toplumunda yaşayan insanlar için karakteristik bir özelliktir. Böyle bir toplumda para, şöhret ve güç avı, yaşamın merkezini oluşturur. ‘Bizler hangi varoluş biçimini seçeceğimize karar vermek zorundayız.’ der Fromm; ‘Sahip olmayı mı, yoksa olmayı mı?’

Bu da ne demek oluyor? İş adamımız gibi varoluş biçimi olarak “sahip olmayı” seçen insan fakirleşeceği kuruntusu içindedir. Dünyaya ve insanlara güvenmez.

Kendisini sadece sahip olduklarına adar. Maddi varlığı üzerinde etkinliği yoktur. Aksine maddi şeyler tarafından yönlendirilmeye açıktır. Dünyaya asimilasyonu3 yoktur.

Kitapta bahsi geçen ‘yıldızların sahibi’ gibi sabahtan akşama kadar sahip oldukları için endişelenen bir insan, her türlü değişimden, hatta özgürlüğün havada yarattığı hafif cereyandan, sebep sadece bir mayısböceğinin kanatları olsa dahi korkar. 

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.68-69

Yaşamımı oluşturan anları toplasam, eminim ki sonuç olarak sadece bana dünya malı kazandırmamış olanları bulurum; diyerek eski günleri anar Rüzgâr, Kum ve Yıldızlar’da.

Çünkü: Yüz binlerce yıldızıyla gece uçuşu, birkaç saat süren katıksız mutluluk ve o harikulade duygu, parayla satın alınamaz.

Zor bir uçuşun ardından toprağa ayak basmanın yarattığı duygular, ağaçlar, çiçekler, kadınların o sabah bize yeniden bahşedilmiş olan yaşamla tazelenen gülümsemeleri, bizlerin ödülü olan tüm bu önemsiz şeyler de parayla elde edilemez.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.72

Varlık âleminde her şey muntazam, ahenkli bir nizam içinde, son derece sade ve sükunetle çalışıyor. Karmaşık ve zor eden, iman problemi yaşayan insan. Yaşananların hakikatini merak eden, hayatın idrakine varmaya çalışan bakış da var; farkına varamayan, varmak istemeyen, aldırmayan aceleci, bencil kör bakış da… İki yol ve iki yolcu.

İnsan, “Ben bu sözün, bu gerçeğin neresindeyim, neyi arıyorum, hangi yolun yolcusuyum?” diye kendisine sorabilmeli. İçinin alacasını vereceği cevapla ortaya çıkarabilmeli. Çünkü o alacada nefsin oyunları, yanlış arayışları var. Çünkü neyi arıyorsak, o oluyoruz. Bu çağın insanı şu anda bu soruyu kendisine sormamanın vebalini yaşıyor.

‘Bir ipek atkım olsa,’ dedi, ‘boynuma sarıp götürebilirim. Bir çiçeğim olsa, koparıp onu da götürebilirim. Ama yıldızları gökyüzünden koparıp alamazsınız ki…’

‘Evet, ama bankaya yatırabilirim.’

‘O da ne demek?’

‘Yani yıldızlarımın sayısını bir kâğıda yazar, bu kâğıdı da bir çekmeceye koyup kilitlerim.’

‘Hepsi bu mu?’

‘Bu yeter,’ dedi iş adamı.

‘Çok eğlenceli,’ diye düşündü Küçük Prens. ‘Pek şiirsel, ama çok önemsenecek bir iş değil gibi.’

Önemli işler konusunda Küçük Prens büyüklerinkinden farklı düşüncelere sahipti.   

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.61

Küçük Prens’in bulanmamış aklı, kirlenmemiş kalbi dinlediği bu saçmalıklara bir türlü anlam veremez. Kanaati kısa ve sadedir: “Çok eğlenceli.”; “Çok önemsenecek bir iş değil.”

Saint-Exupéry, Küçük Prens’in gözüyle ve söyledikleriyle insanın kendi kendine oluşturduğu saçmalıklarla dolu ruh halini eleştiriyor. Bizler de yazarın, “Yaşamımı oluşturan anları toplasam, eminim ki sonuç olarak sadece bana dünya malı kazandırmamış olanları bulurum,” sözüyle onun dünya hakikatini anlayabilmiş ruhunu tanıyoruz.

.Peki ne var dünya malı kazandırmamış olanların ardında? Yazar orada neleri bulmuş?

.Güçlü bir kral olması için bir Berberi ağasına babasının verdiği derslerden meydana gelen Kale adlı eserinde Exupéry, manevî hislerini şiirsel bir anlatımla ortaya koyuyor.

Kale adeta yazarın iç sesi. Kabına sığmayan ruhunun soluklanışı. Bir pilot olarak göklerde aradığı şeyi ve çöldeki Küçük Prens’le yaptığı hakikat yolculuğunu Kale’de noktalıyor. Bu nedenle onun neleri bulduğunu Kale’de görebiliyoruz.

Çünkü Exupéry yaşamdan anladıklarını, insan olarak varmak istediği kemal noktayı, Yaradan’a bağlılığını, yaşadığı çağa hiç benzemeyen, onu adeta çevresinde garip yapan iç âlemini bu kitabında dile getiriyor. Modern dünyaya pek uyum sağlamayan ruhu hep emeğin, bir ideal için yaşanılan heyecanların, acıların, dökülen terlerin yanında olmuş. Tüketiciliği değil, üreticiliği; uygarlık adına yapılanları değil, sanatı, gerçek sanatçıyı alkışlamış. Sıradan insanların sade yaşamlarındaki mücadelelerini anlatmak onun tarzı.

Ve objelere karşı büyük mücadele; sana büyük yanlışından söz etme zamanı geldi. Çünkü doğal haldeki değerli taşların kabuklarını karıştıran, yoğuran insanları ateşli ve coşkulu buldum ve mutlu olduklarını düşündüm. Bu insanlar çatırdayan toprakların sefaleti içinde, güneş altında çürümüş bir meyve gibi kavrularak, derileri taşlarda yüzülerek, bir çadırın altında çıplak halde uyumak için toprağı delerek yukarı çıkıyorlar ve yılda bir kez saf elmas çıkararak yaşıyorlar. Ve sürdükleri lüks yaşam içinde elmas alanları da dağınık, mutsuz, acılı gördüm ve bu insanların hiçbir işe yaramayan incik boncuktan başka bir şeyleri yoktu. Çünkü senin eşyaya değil, Tanrı’ya ihtiyacın var.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / Bölüm CX / s.295-296

Ağır çuvallar altında iki büklüm olanlar, bunları değirmene götürdükleri zaman, daha az acınacak durumdadırlar. Ya da undan apak olmuş durumda, geri getirirken. Çuvalın ağırlığı bir dua gibi çoğaltır onları. Ekin demetini bir tohum şamdanı gibi taşırken sevinçle giderler. Çünkü bir uygarlık insanlardan istenene dayanır, onlara sağlanana değil.

Elbette, daha sonra bu buğdayı almaya gelirler, onunla beslenirler. Ama insan için işin önemli yanı bu değildir. Onları yüreklerinde besleyen şey buğdaydan aldıkları değildir, buğdaya verdikleridir.

Çünkü bir kez daha söylüyorum, başkalarının şiirlerini okuyanlar ve başkalarının buğdayını yiyenler ya da kentlerini inşa etmek için getirttikleri mimarlara para ödeyenler aşağılık insanlardır. Bunlar bana göre yerleşik insanlardır. Bunların çevresinde dövülen buğdayın dağılmasına benzeyen bir hale4 göremiyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.52-53

Sahip olmak ve olmak. İki kavram. Sahip olmanın ne anlama geldiğini iş adamının yapısında gördük. Hırsa kapılmanın yansımalarına şahit olduk. Tolstoy’un hikayesindeki korkunç sonuçla ürperdik. Peki olmak derken ne ifade ediliyor, sahip olmanın karşısına nasıl çıkıyor? 

Olmak, kişinin herkeste (değişik oranlarda) var olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliştirmesi demektir. Kendini yenileştirmek, geliştirmek, akmak, sevmek, benliğin dar sınırlarını aşarak diğer insanlara yönelmek, onlarla iş birliğine gitmek ve vermek demektir.

Erich Fromm

Olmayı seçen insan sever; maddi ve manevi gücünden, yaratıcı kabiliyetlerinden, dünya ile yaşamı duyumsayarak bir oluşundan tamamen memnundur. Pek çok insanla ilişki içindedir. Saint-Exupéry şöyle der: Sadece tek bir hakiki lüks vardır. İnsan ilişkilerinin lüksü.

Olan-İnsan özgürlüğü, açık geleceği, sürprizi sever.

Maddi şeylerle saplantılı bir biçimde meşgul olma gereksinimi hissetmez. Nietzche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserindeki şu söz: ‘Olan-İnsanın yaşamında daha ön plandadır: İnsan ne kadar az şeye sahipse, esareti de o kadar az olur.’

Olan-İnsan her nerede olursa olsun, tamamen anda var olma, vermekten ve paylaşmaktan mutluluk duyma yetisine sahiptir. Onun mutluluğunun kaynağı diğer insanlardan sürekli olarak almak ve onları sömürmek değildir. Saint-Exupéry Çöldeki Şehir’de şöyle der. Ne kadar verirsen, sana o kadar kalır.

Olan-İnsan sevgiyi ve hayata karşı saygıyı sever. Fromm’un belirttiği gibi, kendi narsistliğini yenebilecek ve beşerî varoluşun trajik sınırlılığını kabul edebilecek durumdadır. Tüm yaşayanlarla bir olduğunu hissedebilme yetisine sahiptir ve bu nedenle doğayı fethetme, tabi kılma, sömürme, tahrip etme, doğaya karşı zor ve şiddet kullanma hedefi gütmez. Aksine doğayı anlamaya ve onunla iş birliği yapmaya çalışır. Olan-İnsan böylece kendi kendinin ve hususi bir mülk olarak dünyanın efendisi olur. 

Kısmen yüksek olan kazanç paylarını düşünmeden geride bırakmış ve pek çok arkadaşıyla paylaşmış olan uçan yazar, bedeninin ve ruhunun her hücresiyle bir Olan-İnsan’dı.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.70-71 

Ve Exupéry, Olan-İnsanı Küçük Prens’in yüreğinden konuşturuyordu. Savaş Pilotu’ndaki Komutan Alias bu tiplemenin bir örneğiydi.

‘Benim bir çiçeğim var,’ dedi iş adamına. ‘Her gün suyunu veriyorum. Her hafta temizlediğim üç volkanım var. Sönmüş olan volkanımı da temizliyorum ben, ne olur ne olmaz diye. Onların sahibi olmam çiçeğimin de volkanlarımın da biraz işine geliyor. Ama siz yıldızların hiçbir işine yaramıyorsunuz ki…’

İş adamı ağzını açtı, ama söyleyecek bir şeyi yoktu. Küçük Prens oradan uzaklaştı.

‘Şu büyüklerin tümü de çok garip,’ diye söylenerek yine yola koyuldu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.61

Komutan Alias, Komutan Alias; ateşin zevkine varan kör gibi tattım aramızdaki birliği. Kör oturur, ellerini uzatır, tattığı zevkin nereden geldiğini bilmez. Bizler, çıktığımız uçuşlardan bilinmeyen bir tadı, sevgiden başka bir şey olmayan o tadı almaya hazır dönüyoruz.

Sevgiyi fark etmiyoruz tadın içinde. Çünkü hayalimizde canlandırdığımız sevgi, genel olarak, daha gürültülü patırtılıdır. Oysa, gerçek sevgi budur: İnsanı var eden birtakım bağlardan kuruludur o.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.142

Bir fincana,
Bir muma,
Bir çiçeğe sormuşlar:
Nedir hayatın gerçeği diye?

Buhar söylemiş,
Işık göstermiş.
Renk ve koku girmişler
Kalbin kapısından
Usulcacık.

Hayat:
Sımsıcak duygularda
Başkası için erimesini de bilen
Bir güzelliktir demişler. 

1. Varyasyon: Değiştirme, çeşitlilik. Fransızca: ‘variation’
    Latince variare: Değiştirmek, çeşitlendirmek + tion sonekiyle türetilmiş.
2. Cüruf: Curf veya curūf = Akıntıyla sürüklenen şey, maden posası. Arapça.
3. Asimilasyon / Fransızca: ‘assimilation’ : Özümleme, benzeşme
4. Yükselen altın rengi tozları
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply