Peki Mutluluğu Nerede Arıyorsun?

4

Bir şehrin fakir bir muhitinde yaşayan bir adam hayal edin; zengin bir muhitte güzel bir eve sahip olmayı ister; her tür ayrıntıyla kendisini tüketirken, öteden beri bir süre sonra Ezelî Kudüs’e girmesine imkân verecek altın bir anahtarı da yanında taşımaktadır; yalnızca o anahtara sahiptir, zengin şehrin anahtarı yoktur ve şehir her hâlükârda yok olacaktır.

Frithjof Schuon / Yansımalar / s.110

Bir önceki yazıda geçen bu alıntıda bir adam hayal edilmiş: “Zengin bir muhitte güzel bir eve sahip olmayı isteyen” biri. Gayesi bu. Gaye ne ise hedef ona göre çizilir. Hedefe varmak için yol, yol için azık lazım. Zengin bir muhitte güzel bir eve sahip olmak için yola çıkanın azığı; tutku, hırs, başarmak, sabırsızlık, geceyi gündüze katan koşuşturmalar. Hiç de yabancısı olmadığımız haller. Ama hayal eden adam bilmiyor ki “şehir her hâlükârda yok olacaktır.” Yok olmak bir sonuç. Yolun başındaki buna ihtimal vermiyor. Çünkü zekasına, gayretine, planına güveniyor. Yolun “her tür ayrıntısını” tek tek hesap ediyor. Ona göre başkası başaramamışsa bir eksiklik, hesap yanlışlığı, beceriksizlik söz konusudur. Ama kendisi başaracaktır.

Çok sık şahit olduğumuz bir manzara: Bir pastanenin çevresinde açılan başka pastaneler. Pidecinin çevresinde başka pideci. Giyim eşyası satanlar ve buna benzer örnekler. Ve bakıyoruz birkaç ay sonra kepenkler inmiş. Kısacası kapanış süresi hazırlanma süresinden çok daha kısa. O kadar masraf, çalışma… Nasibini arayan tabii ki takdir edilmelidir; ancak bu kadar sık görülen hayal kırıklıklarının kaynağında ben farklıyım, ben yaparım düşüncesi hiç mi yok?

Ah insanoğlu! Her şeyde ne kadar iddialısın. Senin anneliğin başkadır. Senin gibi baba olamaz. Senin gibi becerikli, senin gibi zeki, senin gibi… senin gibi… Oysa sen de yolcusun, dünyaya gelen her canlı da yolcu. O da yürüyor gerçek âlemine, sen de. Bu dünyadaki gayen ne? Gayen ne ise hedefini ona göre çizmen, yola düşmen ve o yol için azık hazırlaman lazım. Aracın, bineğin ne olacak? Nasıl giyineceksin, ne götüreceksin yanında?

Zavallı bizler “kendimizi tüketirken” esasında varlığımızda neleri taşıdığımızdan habersiziz. Tükenen sadece zamanımız, canımız değil. “Ezelî Kudüs’e girmemize imkân verecek altın bir anahtar” bizi bekleyen sonsuz güzelliklerden nasibini alamayan kalbimiz ve ruhumuz da tükeniyor. Oysa kalp aydınlık, ruh özgür olsa o anahtarla öyle bir kapıdan gireceğiz ki… 

Anahtar altından yapılmış, çok değerli. Paslanmaz, kırılmaz. Onunla Ezelî Kudüs’e adım atacağın kapı açılacak. O kapının ardında bir belde var. Toprağında peygamberlerin ayak izleri, havasında vahyin kokusu. Daha ileride bekleyen ilahî âlemler, cennet bahçeleri, vuslat.

Oysa bizler ne yapıyoruz? Bize verilen paha biçilmez hazineleri pul gibi yere saçıyoruz. Onun için “Bugün de iyi değilim. Nereye gitsem, ne yapsam tadım yok. Nasıl mutlu olacağım? gibi yakınmalar dilimizden düşmüyor. Ne yazık ki düşenler; hayallerimiz, umutlarımız, şevkimiz, cesaretimiz. Bir toplayabilsek… “Ama mecalimiz yok.” Keşke yapabilsek. O zaman mutsuzluğumuzla yüzleşebileceğiz. Dostoyevski’nin “En büyük mutluluk, mutsuzluğun kaynağını bilmektir.” sözündeki gibi belki de bu durumun nedenlerini aramaya başlayabileceğiz.

Çünkü mutsuzluğun meydana getirdiği ruh hali, ardından sorgulamayı da getirecek. Çünkü sorular ruhî soluk kesilmelerinde bize adeta hava gibi gelecek. Yoksa boğulabilme ihtimali var. Ve bu fıtrî hareketle kendimize yöneleceğiz. Akıl ve kalbin merceğiyle inceleyip soru sorabiliyorsak sorgulamamız bizi kendimize ciddiyetle bakmaya, tanımaya götürecek ve böylelikle yaradılışın bizden beklediğini yerine getirebileceğiz. Çünkü bu uygulananlar insanı gerçek mutluluğa yönlendirecek. Geçici olmayan, başa ne gelirse gelsin kalbin tadını aldığı ve asla kaybetmeyeceği mutluluğa. Ve bu durumda mutsuzluğumuz, doğru kullanabilirsek, kendi hakikatimizi fark etmemiz için bize rehber olacak.

Kişisel gelişim türü yazılarda sık rastladığımız bir anekdotta Allah’tan çiçek ve kelebek dileyen bir adam vardır. Fakat Allah istenilenlerin yerine adama bir kaktüs ve bir tırtıl verir. Adam üzülür, dileği yanlış anlaşılmıştır, bir anlam veremez. Sonra şöyle düşünür: Allah’ın ilgilenmesi gereken o kadar çok insan var ki… Ve sorgulamamaya karar verir. Bir zaman sonra, adam öylece bıraktığı dileğinin ne durumda olduğuna bakmaya gider. Fakat gördüklerine inanamaz: Dikenli ve çirkin kaktüsten güzel bir çiçek ortaya çıkmıştır. Göz zevkini bozan tırtıl da harika bir kelebeğe dönüşmüştür.

Bizim de bu dünyada Yaradan’dan istediğimiz hep çiçek ve kelebek. Yani hemen sonuca varmak. Emek vermeden ürünü elimize almak istiyoruz. Çekirdeği ekerek meyve veren ağaç yetiştirmek yerine avucumuza meyvenin konmasını bekliyoruz. Veya görüntüsünden hoşlanmadığımız, yanlış değerlendirdiğimiz olayları anlamakta ve kabullenmekte cahilce davranıyoruz.  

Mutluluk da aynı tohum, çekirdek gibi fıtratımızda olan bir cevher. O bizimle hep var; ama onu gün yüzüne çıkarmak bize düşüyor. Çıkaranlar mutlu, çıkaramayanlar mutsuz. Veya bulduğunu sandığı sahte mutluluklarda şaşkın. 

Nefsimizin gözleri kör; gerçek güzeli göremiyor. Hayat kozasının dışında kalmış; hakikatine inemiyor. Oysa hayatın güzelliğini gören kalp gözümüz ve hakikatini keşfedebilecek ruhumuz var. Görebilenler, keşfedebilenler mutlu; göremeyenler, keşfedemeyenler mutsuz. Bu da bizim başka bir imtihanımız. 

Olumsuzluklar, acılar aynı kaktüse benzer ve ancak bizim şuur anahtarımızla çiçeğe açılır. Yakındığımız eksiklikler aynı tırtıl gibi kendimizi keşfetmemizle kelebek olup bahtımıza konar. Bunalım, tükeniş, kurtulma çabası, arayış, içe dönüş, sabır, emek, değişim ve yepyeni bir hale dönüşüm. Bütün bunlar, mutluluk yolumuzun durakları.

Mutluluk, huzur, saadet, refah. Soyut kelimelere anlam yüklemek zordur. Onları tanımlamakta çoğumuz güçlük çekeriz; anlam karmaşasına neden olabilirler. Onun için meslekî alışkanlığın tesiriyle böyle hallerde kelimenin zıt anlamını, eşanlamını, yakın anlamını bulmak çok sık kullandığım bir yöntem. Ardından üzerinde düşünür çözüm yoluna giderim. 

Şimdi de bu konuda “Mutluluk mu? Peki, mutsuzluk nedir? İnsan ne zaman kendini mutsuz hisseder?” diye soruyorum kendime ve sorular birbirini takip ediyor. Yaşadıklarıma götürüyor beni:

Bir sorunla karşılaştığımda hiç düşünmeden, çözümüne gitmeden en kolay yol olan şikayeti seçtiğimde sonunda hep mutsuz oluyorum. Neden? Çünkü şikâyet yolu türlü türlü hilelerle doludur. Bugüne dek yaşadıklarımdan öğrendiğim: Şikayet adına dilimden dökülenlerin ayağıma dolanmış olması ve ardından bir sürü sorunun sıralanması: Neden? Hep neden ben? Yaşamım hep böyle kötüye mi gidecek? Ya sahip olduklarımı kaybedersem? Neden insanlar bu kadar art niyetli? Yarın ne yapacağım? Ve sonunda içsel bir sızı, boşuna harcanmış bir gün. Daha önemlisi; ardı ardına sıralanan vehimler… Adı üzerinde vehim. Boş korku, kuşku, kötülük, hayal etme, tedirginlik. Tedirginlik ise yeri yadırgama, huzursuzluk hali. Kısaca beynimin içinde durmadan dönen karamsar yorumlar… Peki bu karamsar yorumların sebebi ne? Yaşamınızı hapishane çeviren kim? Yaşamınızın programını kim yapıyorsa o. Yani ben.

Önceleri çok düşündüm. Haklıysam, neden şikayet etmeyecektim? Ancak zamanla öğrendim ki, başıma gelen şey, Allah istemezse gerçekleşemezdi. Her şeyin bir hikmeti, her olayın bir sebebi varsa ve dünya da bir imtihan yeriyse başıma gelenle imtihan ediliyor olabilirdim. Yaptığım bir yanlışın yüzüme çarpan tokadı da olabilirdi. Ayrıca güzel-çirkin, doğru-yanlış, neşe-keder yaşamın gelgitleriyse ve bu da herkes için geçerliyse bunları yaşamamam olanaksızdı. 

Arifler her olayın, her sözün, her davranışın açmamız ve okumamız gereken Allah’ın gönderdiği bir mektup olduğunu söyler. O zaman şikayetim kime oluyordu? Şikayetin anlamı sızlanmaksa ben neden sızlanıyordum? En kötüsü, şikayetin meyyal gücü çok tehlikeliydi. Biri hemen diğerine kapı açıyordu. Sonunda alışkanlık haline gelme ihtimali çok yüksekti. Örneklerini çevremde görmüştüm: Bir küçük şikayetten doğarak kainat dairesine yayılan yakınmalar, sızlanmalar. Kendini hep kurban olarak görmeler. Ve isyan… Korkunçtu. 

Sorun burada bitmiyordu. Zaman zaman bakış açım bulanıyor, neyin iyi olduğundan ziyade neyin kötü olduğuna takılıyordum. Görüş bulanınca ardından güvensizlik geliyordu. Yavaş yavaş herkesten uzaklaşmak… Ve mutsuzluk.

Ancak kendimi bir başkasıyla kıyaslamayı hiç sevmedim. Tecessüs denilen şeyden uzak kalmaya çalıştım. Çok şükür kıskançlıkla da aram iyi değildi. Ama çevremdeki, yakınımdaki insanların bu sebeple mutsuz olmalarına şahit oldum. Kıyaslama, kötü zan, tecessüs, kıskançlık… Ve sonu dedikodu, gıybet batağı. Battıkça batanlar. Tatlı başlayıp acı biten arkadaş toplantıları. Bu da başka bir şikayet, yakınma haliydi ve sonu Yaradan’a uzanıyordu. 

Meslekî hayatımda, bulunduğum çevrelerde çok iddialı insanlar tanıdım. Kendilerini sürekli kontrol etmeye çalışan, yaşamın adeta bir çizelgesini çizerek buna göre koşturanlar. Otuzlu, kırklı yaşlarda ben de biraz böyleydim. Mükemmel olmayı meziyet bildim. Sonra öğrendim ki mükemmeliyetçilik psikolojik rahatsızlığa açılan bir kapı. Çünkü kusura, eksikliğe tahammül edememek, her ayrıntıya takılmak demekti. Kusursuzluk iddiasında olmak, insanın kendi gerçeğiyle devamlı kavga etmesiydi. Ve sonu öfke, hırçınlık, çeşitli kaygılar.

Bütün bu halleri taşıyanlarda gözlemlenen ortak iki özellik var: Geleceğe büyük endişe ve korkuyla bakmaları. Yani hayatın, olayın, bize verilen özelliklerin Sahibi’ne güven duymamaları veya yeteri kadar duymamaları. Ve geçmişten sürekli şikayet etmeleri. Yani kaderin manasını kavrayamamaları.

Yapılan araştırmalara göre, zihnimizden bir saat içinde yaklaşık 2100-3300 farklı düşünce geçiyormuş. Bu düşüncelerin bir kısmı ya gelecek ya da geçmişle ilgili. Kısacası geleceğin endişesi, geçmişin kederi bizi bırakmıyor ve zihnimizde bunaltılara, karışıklıklara neden oluyor. Beden de zihne uyunca ortaya çıkan şey: Bunalım, stres.

İnsan mutsuzluğuyla nasıl başa çıkabilir? Çünkü o, ne görülür ne koklanır ne tutulur.  Her zaman görünmeyenle yapılan mücadele korkutur insanı. Duyguların, düşüncelerin sonuçlarını sadece dille ifade etmek yetmez. İçimizde bilemediğimiz nerelere çarpıyoruz ki, böylesine zedeleniyoruz. Arayıp bulsak, zarar veren yerleri hemen tamir etmeye çalışsak. Kiraladığı, eline sağlam emanet edilen yeri sorumsuzca kullanan, her tarafını kırıp döken; sonra aksaklıklar başlayınca ev sahibine şikayet eden düşüncesiz, acımasız kiracılar gibiyiz. Su boruları patlamışsa sebebi sensin. Dam akıyorsa neden zamanında bakımını yaptırmadın? O zaman bu dünyanın kiracıları olan bizler; örselenen, kırılan, dökülen hayatlarımızı tamir etmezsek ne olur?

Çözüm: “Her zaman şimdide yaşamayı başarabilmek.” “Anı yaşamak.” Ama bunu, sadece kendini düşünen, her şeyi sadece kendine ayırıp gününü gün etme peşinde, zevk düşkünü, tembel egoistlerin uyguladığı şekilde anlamamalı. 

Dikkat edilmediğinde burada da bir kavram karmaşası yaşanabiliyor. Çünkü anlık yaşamak ve anı yaşamak birbirinden farklı anlam taşıyor. Şimdide yaşadığımız; anda olduğumuz zaman kendimizi fark etme ve gözleme şansına sahibiz. Bunun neticesinde davranışlarımızı ve düşüncelerimizi tanır, onları yönlendirebilir, dengeli olabiliriz. Bu durum, iradeyi elimizde tutabilmekle gerçekleşiyor. Ve irade, otokontrolü, kontrol, kaliteyi getiriyor. 

Oysa anlık yaşama bir adamsendecilik, boş vermişlik rüzgârı. Estiğinde ne geçmişin değeri bilinir ne yarının getireceği önemsenir ne de bugün umursanır. Sırf kendini düşünmenin de dışında bir şey. Aklı kullanma yok, kalp görmezden gelinir, vicdan unutulmuş, ruhla kim uğraşacak? Kısaca nefsin tuzağı. 

Mutluluk ruhta hissedilen ferahlık, kalbîn hissettiği bir sevinç ise bir de ruhun ve kalbin oturacağı bir sofra yoksa, açlık, aklın ferini söndürecek ve bedeni yoracaktır. Maddeci bir dünyada sadece eşya değil, insanın bedeni de yatırıma müsait bir meta. Böyle olmasa reklamlar işe yaramazdı. Kısacası insanoğlu kiracı olduğu bu dünyada kendini tüketmek adına milyarlar harcıyor. 

Kendini kandırmak çok kolay; ama sonunda kendini kaybetmek var. Kendini kaybetmek, merkezini bulamadığın hızla dönen çemberinde parçalara ayrılmak demek. Değişik “ben”lere bölünmek. Olmak isteyip olamadıkların. Sana yakıştırılanlar. Modaya göre değişen kalıp

“ben”ler. Peki dünyaya yollanan gerçek “ben”in nerede? İşte onu bulan, gerçek mutluluğu da buluyor.

Adeta nefsi, nefsin hazzını besleyecek, egoyu göklere çıkartacak, kalp âlemini değiştirecek, ruhu bedenden uzaklaştıracak bir karnavalın içindeyiz. Dönme duygular, kendini farklı gösteren imaj aynaları, başı döndüren salıncaklar. Hız, gürültü, koşuşturma, durmadan atıştırma, içme, kahkaha. Sonu iç sıkıntılarından boşalmanın verdiği geçici bir neşe. Yanlış tarif üzerine yanlış adres. “Mutluluğu bulamadım.” 

Fransa’da düzenlenen bir tören esnasında armatör ve iş adamı Aristotle Onassis’in tek kızı dünyanın en zengin kadını olan Christina Onassis’e gazeteciler 

.Gerçekten sen dünyanın en zengin kadını mısın? 

Sorusunu sorduklarında şu cevabı alırlar: 

.Evet! Ben dünyanın en zengin kadınıyım, fakat aynı zamanda dünyanın en mutsuz kadınıyım! 

Dr. Abdurrazzak Ahmed Hasan / Mutluluk Yolunda 25 Vesile / s.15

Neyi arıyorsun? Mutluluğu. Peki mutluluğu nerede arıyorsun? Hazda, malda, müreffeh yaşamakta; yani refahta. Peki refah nedir? Varlık ve bolluk içinde rahat ve kolay yaşama, geçim rahatlığı. Oysa sen saadeti arıyorsun; yani mutlu ve mesut yaşamayı. Yoksa kimse varlık, bolluk içinde gerçek mutluluğu bulamamış. O zaman aradığın mutluluk değil. Kendine sor. Aradığın, sadece şekilde mutluluk olmasın? Bir de ruhuna sor. Söyleyecektir yerini. Ama denedin mi? 

Mal kıymeti bilmeyene ne yapılır? Bir daha verilmez; hatta elinden bile alınabilir. Hele bilemediğin aklın, kalbin, ruhun, vicdanın, hayatınsa…

Tiyatro sanatçısı Leyla Murat1 hatıratında eşinin başından geçen şu kıssayı şöyle dile getirmektedir: 

‘Eşim basit bir tiyatro sanatçısı idi. Günlerden bir gün şöyle dedi: 

.Bir hastalığa düşmem pahasına da olsa bir milyon cüneyhim2 olmasını çok arzu ederdim. 

Ona şöyle dedim: 

.Sen hasta olduktan sonra sahip olduğun mal ne işe yarar?

Şöyle cevap verdi: 

.Malımın bir kısmını hastalığımın tedavisi için kullanır, geri kalanla da rahat bir şekilde yaşarım. 

Eşim daha sonra bir milyon cüneyhten daha fazla para kazandı. Fakat Allah onun başına ciğer kanseri musallat etti. Eşim bu hastalığı için bir milyon cünehyten daha fazla para harcamasına rağmen şifa bulamadı. Kendisinin Allah’ın verdiği nimetlerden birçoğunu yemesi yasaktı. O bu hal üzerine bir müddet yaşadı ve sonunda çok pişman ve kederli bir şekilde ölüp gitti.’

Dr. Abdurrazzak Ahmed Hasan / Mutluluk Yolunda 25 Vesile / s. 10

İnsanın aradığı, ruhun, kalbin, aklın, bedenin buluştuğu, anlaştığı yerde. O yer bir haldir. Tavanı kristal; sonsuzluğu görür. Tabanı kulluk; haddini bilir. Kapısı ilahî âlemlerin tık tık vurmasını bekler. Oysa bu hakikati bırakıyor, gölgesinin peşinde koşuyoruz. Mutluluk halini değil, geçici mutluluklar arıyoruz. Esas hedefimiz bu olmamalı. Esas hedefimiz kemâle yürümek. Bize gerekli olan, kendimizi ayakta tutacak manevî azık, güç, kuvvet. Hem aklımızın hem kalbimizin hem ruhumuzun ferahlanacağı bir atmosfer. “An”lık malzemelerle inşa etmeye çalışmamız gereken bir yer. İç dünyamız; özümüz.

Kabuğu kırmadan öz görülmüyor ve özü tatmadan tadı alınamıyor. Yaşam bir kabuksa, anlam onun özü. Ancak özünden faydalanan insan mutlu. Onun için anlama problemi olanların mutluluğu aramaları, anlık hazlar dışında yorgunluktan başka bir şey getirmiyor. 

Siz hayatın ve kendi yaradılışınızın anlamını bir bulmaya görün; işte o zaman mutluluk kelebeğini başınızda, göğsünüzde hissediyor ve onun kanatlarında nice bahçelere dalıyorsunuz. Ve anlıyorsunuz ki yaşadığınız sıkıntılar, mutsuzluklar sizi arayışa sevk eden “ilahî bir inayet eli”dir. Ve öyle bir eldir ki o, sadece dünya bahçelerine değil, cennet bahçelerine de sizi götürür.

Kendimizi tanımadan, yaradılışın ve hayatın hakikatine varamıyoruz. Varamayan, aklındaki karışıklık, kalbindeki tatminsizlik, ruhundaki daralma sebebiyle yalpalamaya başlıyor. Sıkıntısının sebebini önce dışarda arıyor; sonra kendine sunulanlarda. Daha sonra da kaderde aramaya başlıyor ki, bu tehlikeli yolda attığı taşlar kendine dönerek onu ölümüne yaralıyor. Aklını yaralıyor, kalbindeki sevgiyi, ruhundaki direnci, ferahlığı; en önemlisi onu insan yapan erdemi, imanı yaralıyor. 

Bir taraftan kendini aslında olduğu hâle teslim etmek gerektir, diğer taraftan İlahî Huzur’un bir mekânına dönüşmek gerektir. Her ‘ben’ prensipte Zat’ın bir aracı olabilir ve bu suretle kâfi miktarda tesadüften uzak olabilir.

Bir taraftan kendini aslında olduğu hâle teslim etmek gerektir, diğer taraftan bu mekânı Allah’ı zikirle bir merkeze dönüştürmek gerektir; çünkü Allah her nerede anılırsa, O her nerede izhar edilirse orası Merkezdir.

Bir taraftan kendini yaşamış olduğu ana teslim etmek gerektir ve diğer taraftan bu anı Ebedî Huzur’a dönüştürmek gerektir. O zaman her şimdi Allah’ın zikredilişiyle bu şekilde olacaktır; çünkü Allah her nerede anılırsa, O her nerede izhar edilirse, biz orada Ebediyette oluruz.

Frithjof  Schuon / Yansımalar / s.26

Bir de şöyle düşünün: Vücudunuzda sizi hayli zorlayan bir ağrı var. Veya derinden yaralayan tepkilerle karşılaştınız. İstediğiniz olmadı. Yalnız kaldınız. Ruhunuzda sizi hayli zorlayan bir acı. Ne yapacaksınız? Kullanacağınız ilaçlar neler? İman, tevekkül, teslimiyet ve huzurda olmak. Neye iman? Hakikate iman. Kime tevekkül? Emanetin gerçek Sahibi’ne. Neye teslimiyet? Size takdir edilene. Kimin huzurunda? Sizi siz yapan, her şeyin tek Malik’inin huzurunda. Ve bu tedavinin sonu: Gerçek mutluluk ve huzur. 

“Huzur” kelime anlamıyla hürmete layık bir zatın önünde hazır bulunma; bir başka anlamıyla da gönül ferahlığı demek. Kısacası bu anlam, ilacı önümüze koyuyor.

Kendini aslında olduğun hâle teslim et ve mekânı Allah’ı zikirle bir merkeze dönüştür. Kendini yaşamış olduğun ana teslim et ve anı Ebedî Huzur’a dönüştür.

Gönül, Gerçek Dost’un huzurunda kendini nasıl hisseder? Ondan gelen tecellilerle ne hale gelir? Bir düşünün. Huzurda olma şuuru size ne olduğunuzu, kul olduğunuzu, faniliği, misafirliği, sizi bekleyen ilahî güzellikleri ve asla yalnız, çaresiz olmadığınızı hatırlatır. İşte bu bir huzur anıdır. Bu anı yakalayan, iniş çıkışlarla geçici sıkıntılar yaşasa da gerçek mutluluğu bulmuş demektir. Bunu bulanın hayat iksiri artık “huzur”dur. Bu iksirle akıl ferahlanır, gönül ferahlanır, ruh ferahlanır. Fırtına olsa ne gam. Limanım var. Kuraklık endişesine kapılma! Rahmet var. Çıkmaz sokakta kaybolmazsın, korkma! Hadi’n var.

Kısacası yaşadıklarımın, kat ettiğim yolun, verdiğim molaların bende bıraktığı duygular ve düşüncelerden anladığım: “Huzurda olma şuuru” gerçek mutluluğu getiriyor. “Gerçek mutluluk” da huzurlu olmanın iksiri. 

Evet. Vücudumdaki herhangi bir ağrı, acı beni mutsuz etmiyor. Belki işler aksıyor; ama ruhî direncim azalmıyor. Küçücük, basit bir ortam benim hayallerimi, şevkimi kısıtlamıyor. Çünkü mekânın rengini, genişliğini tayin eden benim iç dünyam. Çok zengin sofralarda nefes alamadığım mutsuzlukları, sağlığın fışkırdığı dönemlerde iki büklüm hissettiğim tükenmişlikleri hiç unutmadım. Ama bir kayanın tepesinde, elimdeki bir lokmayla orucumu açtığımda kabıma sığamayacak kadar mutlu olduğumu biliyorum. Mesele nerede olmamız değil, nerede ne ile meşgul olmamız. Kayanın tepesinde oturup manzaranın, varlığın ihtişamını seyrediyorsam, elimdeki bir lokmayla Rabbimin bir emrini yürekten yerine getirebiliyorsam bu kalbime de ruhuma da yetiyor. Onları sevindiriyor. O zaman mutluluğun kendisi geliyor. Bu hal antenleri yücelere dönük herkes için geçerli. Çünkü öğrendiğim, iç âlemimde anlamaya çalıştığım gerçek bu. Yani ruhuma vuracağım her huzur fırça darbesiyle mutluluk tabloları yapabiliyorum.

Yazarken, okurken, çalışırken, gezerken, sohbet ederken mutlu olduğumda potansiyellerim farklı çalışıyor. Hayatta ne olmak istiyorum? Kul olmak. Ama çok zor. O nedenle yaptıklarıma değil, Rabbimin rahmetine sığınıyorum. Hayatta ne istiyorum? Bana verilen nimetlerle, önüme açılan yolda Yaratan’ın emanetlerini O’na rızasınca taşımak. Onun hoşnutluğunu kazanabilmek, bunun için gayret etmek ve umudumu asla O’ndan kesmemek. Niyetlerin, duyguların, düşüncelerin, yapılacakların tekâmül edebilmesi esas hedef. Ama güç, kuvvet, nur, hidayet, iman gibi azıklar ancak “Yolun Sahibi”nden beklenilmeli. İnşallah kendimizi mutlu hissettiğimizde elimizde daha sıkı tuttuğumuz anahtarla sonsuz ilahî bir âleme merhaba demek bize de nasip olur.

İmdi sorarım size: Nerede olursak olalım, anahtara sahip oluşunuzda mutluluk söz konusu değil midir?

Frithjof Schuon / Yansımalar / s.110 


1. Leila Murad: Mısırlı bir şarkıcı ve aktris
2. Cüneyh: Mısır ülkesinin para birimi.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

4 yorum

  1. Yazınız çok güzel,resimler çok tatlı.Insani kusatan maddiyat ne kadar çoksa kendini bulma çabası o kadar çetinleşiyor fakat insan her zaman daha çoğunu istiyor.Kazandıgini sandıkca vakit geçiriyor, vaktini geciriyor,kendini tüketiyor,samimiyetsizleşiyor. Insanin ruhunda sanki sonsuz rengarenk kuşlar varmış gibi, çevresini saran hırslarla, kuşlar boynu bükük öylece duruyorlar gibi hayal ettim.Oysa kuşlar durmadan uçmalı…
    Ilaç gibi yazılarinız hepsi birbirinden güzel.. sağolun var olun

    • Bir yüzün güzelliğini ortaya çıkaran, ona estetik dokunuşlar. Bir mekanı güzelleştiren onun boyası, düzeni, bakımındaki titizlik. Kıyafetlerimiz bizim ruhumuzu yansıyorsa ortaya çıkan, uyum ve zarafet. Bunun gibi sitemizdeki bütün yazılara da estetikçe dokunan, onları güzelleştiren, resimleri ve fotoğrafları titizlikle seçen, içlerindeki ruhu yansıtan, varsa yazım hataları düzelten; böylelikle sitenin yapısına ahenk, uyum ve ciddiyet kazandıran görünmeyen bir elimiz ve yüreğimiz var:“Mehmet Akif.”
      Kendisine tüm teşekkürlerimizi sunuyoruz.

  2. Ömer Faruk on

    Elif hanım ellerinize sağlık. Düşüncesizce kapıldığımız hayallerin ardını düşünmeden kendimizi kandırarak günler geçiriyorduk. Şu işler olsun da daha fazla kitap okurum, şu olsun da sakince tefekkür ederim gibi örnekleri artırmak mümkün. Kendimizi aldatmamız ne kadar da acı ,ömrümüzü hep “o anı” bekleyerek geçirip gidiyoruz. Hayaller de hep “o an” var. O an gelecek ve ben hep okuyan biri olacağım, o an gelecek ve ben takva sahibi ibadet eden biri olacağım, o an gelecek ve ben berrak tefekkürler edeceğim gibi hayallere kapiliyoruz. şu soruyu da hep unutuyoruz peki “o an” çoktan gelip geçtiyse? ” O an”ı bekleyerek ömrümüzü tüketiyoruz. Yazınız vesilesiyle “bu an”ın önemini tekrardan hatirlattiniz bizlere. Belkide “bu anlar” bizi “O an”a götürecektir. Allah “bu an”ı degerlendirenlerden eylesin bizleri… Ellerinize sağlık tekrardan.

Reply To Ömer Faruk Cancel Reply