Oturduğum Dağdan Aydınlıkta Bir Dağın Yükseldiğini Fark Ediyorum

2

Kuyunun yanında yıkık bir duvar kalıntısı vardı. Ertesi akşam işimi bırakıp geldiğimde Küçük Prensi duvarın üzerine oturmuş, ayaklarını sallarken gördüm. Bir yandan da, ‘Yanlış hatırlıyorsun. Burası değil,’ diyordu.

Birisi ona yanıt veriyor olmalıydı ki, yine, ‘Evet, evet! Bugün, ama burası değil,’ dedi.

Duvara doğru yürüdüm. Henüz kimseyi görememiştim. Ama Küçük Prens yine, ‘Aynen öyle,’ dedi. ‘Kumda ayak izlerimin başladığı yeri göreceksin. İşte orada bekle beni, bu gece geleceğim.

Duvardan yirmi metre uzaktaydım. Hâlâ kimse gözükmüyordu.

Bir süre sustuktan sonra Küçük Prens yine konuştu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.105

Pilot nihayet uçağını tamir etmiştir. Bunun müjdesini vermek için sabahleyin Küçük Prens’in yanına gider. Birisiyle konuşurken bulur onu:

Yanlış hatırlıyorsun. Burası değil.
.

Bu sözden Küçük Prens’in konuştuğu kişiyle daha önce burada beraber olduklarını; Bugün, ama burası değil,” sözünden de bu beraberliğin bir yıl önce bugün olduğunu anlıyoruz.

İşte orada bekle beni, bu gece geleceğim.
.

Demek ki bir önceki yıl beraber olduğu kişiyle geceleyin aynı yerde buluşacaktır. 

Kumda ayak izlerimin başladığı yeri göreceksin.
.

Ayak izleri bir yerden başlıyor. Küçük Prens kendi gezegeninden çöle indiğinde tam o noktaya ayak basmış. O yerde buluşmalarını istiyor. 

‘Zehrin etkili mi? Bana fazla acı çektirmeyeceğine emin misin?’

Olduğum yerde kalakaldım. Yüreğim parça parçaydı, ama hâlâ bir şey anlamıyordum.   

Küçük Prens’in “zehir etkili mi? Bana fazla acı çektirme” sözleri hiç de güzel şeylerin olmayacağının habercisi. Ölümle randevu gibi bir havanın etkisiyle pilot dehşete düşüyor. Kimle buluşacak, kim zehirleyecektir onu? 

‘Şimdi git,’ dedi Küçük Prens. ‘Duvardan inmek istiyorum.’
.

Burada duvar metaforu çıkıyor karşımıza. Yüksek bir duvarın üzerinde oturmaktadır Küçük Prens. Konuştuğu kişiye onun ulaşamayacağı bir yerden bakmak… Korkmanın belirtileridir bunlar. Korka korka randevulaşmak. Kiminle? Katiliyle.

Duvar aynı zamanda bir engelin de metaforu olabilir. Küçük Prens ile “ölüm hakikati”ni idrak etme arasındaki engelin.  

Manevî büyüklere göre insan için üç türlü ölüm var:

Vücudumuzdaki 100 trilyona yakın hücrenin saniyede ortalama 50 milyonunun ölümü, ölümün bir çeşidi. 

Faniyiz, bu dünyada geçiciyiz: Ecelimiz geldiğinde istesek de istemesek de öleceğiz. Tasavvufta “mevt‐i ıztırâri” deniliyor. Bu da ölümün diğer çeşidi. 

Surette insan olarak gözüksek de iç dünyamız hayvanî özelliklerle dolu. Nefsimizin bu hayvanî tutkularından, bedenin lezzetlerinden kurtularak kendi yaradılış hakikatimizi bulmak ve bu hakikatten yola çıkarak Allah’a ulaşmak dünyaya geliş sebebimiz. İşte o zaman kalp, ebedî hayatın tadını alacak, ruh huzura kavuşacak. Bunun için isteyerek, iradî olarak bu hayvanî yönden kurtulma gayreti ölümün üçüncü çeşidi: İhtiyarî ölüm; yani mevt-i ihtiyarî. 

Esas yurdumuz burası değil. Onun için gerçek yurdu özlüyoruz. Bu özlemle iç âlemimizde bir yolculuğa çıkıyoruz. Nice gayret, nice sıkıntıyla hakikati perdeleyen kabuktan sıyrılarak gönüldeki İlahî mana âleminde dirilebilmek bu yolculukta varmak istediğimiz menzil. Buna kavuşanlara “ölmeden önce ölenler” deniyor. Kendi isteğimizle ilmimizle, dünyayı ve kendimizi, nefsimizi idrak ederek gerçekleştirdiğimiz bir hal, “Ölmeden önce ölmek.”

O zaman duvarın dibine baktım. Bakar bakmaz da yerimden sıçradım. Önümde, Küçük Prens’in tam karsısında insanı otuz saniyede öteki dünyaya yollayacak sarı yılanlardan biri duruyordu. Tabancamı çıkarmak üzere elimi cebime atarken bile geriye sıçramaktan kendimi alamadım.

Ama çıkardığım ses üzerine, yılan hafif metalik bir ses çıkararak hiç acele etmeden suyu kesilen bir fıskiye gibi küçülüp kayaların arasında kayboldu gitti.

Tam zamanında duvara sıçrayıp küçük adamımı kollarıma aldım. Yüzü kar gibi beyazdı.

‘Ne oluyor?’ diye bağırdım. Neden yılanla konuşuyorsun?

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.106-107

Bu satırların arasında Küçük Prens’in ölme isteğini görüyoruz. Görevini başarıyla yerine getiren ve geldiği yere geri dönecek biri vardır karşımızda. 

Bedenin feryadıyla kırılan kabuktan çıkan saf öz; yani Küçük Prens kendi ilahî âleminden; gezegeninden inerek çöle ayak basmış; sonra da pilotla karşılaşmıştır. O günden bugüne kendini tanıma ve olgunlaşma dönemi yaşanır. Uçağın bozulan motoru tamir edilmiş; pilotun düşünceleri, kalbi ve ruhu çok farklı, güzel, aydınlık, yepyeni bir âleme doğru bir dönüşümü yaşamaya başlamıştır. Pilot’un iç dünyası değişir, arzu edilen gerçekleşir. Bir beden, nefsinin çamurlarından sıyrılarak adeta ruhuyla yücelere kanatlanacak hale gelir.

Küçük Prens’in görevi bitmiş, dönüş vakti gelmiştir. Bu dönüş yılanla gerçekleşecektir. Buluşmak için Küçük Prens gezegeninden inerek ilk adımını attığı; yani beden kabuğunun kırıldığı yeri tarif eder yılana. Ancak bu iş için neden yılan seçilir?

Yiyenlere ebedi yaşam, ölümsüzlük bahşeden otu, Lokman Hekim, araştırmaları sonunda Çukurova Bölgesi’nde bulur. Keşfinin heyecanıyla köprüden geçerken düşürdüğü otu Lokman Hekim eline geçiremeden bir yılan yer. Bundan dolayı yılanın ölümsüzlük, yaşama gücü ve sağlığı temsil ettiğine inanılır.

Mar kelimesi Farsça ‘yılan manasına gelmekte olup, maristan (yılan yurdu) kelimesiyle duvarlarında yılan sureti bulunan bina, yani hastane kastedilmektedir. Darüşşifalara maristan; yani yılanlı bina denmesinin bir başka nedeni ise, yılanların kötülük ve hastalıkları yutarak iyilik ve şifa dağıttıklarına inanılmasından dolayıdır.

Kızılderililere göre yılan; deri değiştirerek doğum, yaşam ve ölüm arasındaki metamorfozu simgeler. Böylece tarih boyunca yılana atfedilen özellikler doğurganlık, ölümsüzlük, sağlık, hekimlik, sağduyu sahibi olmak, bilgelik, kehanet, iyi talih, fiziksel güç ve hız olarak sıralanabilir.

Dr. İ. Hamit Hancı

Bu bilgilerden yola çıkarak şöyle diyebilir miyiz? Yılan zehrinden öte, görüntüsüyle çok korkutucu bir varlık. Bu güç ona kutsallık kazandırıyor. Çünkü korku, aynı saygı gibi karşı güce itaati ve ondan umut beklemeyi getiriyor insana. Bu nedenle ölümsüzlüğü, bilgeliği, doğurganlığı, şifayı simgeliyor. Küçük Prens’in manevî şifa bulan pilotun bedeninden ayrılabilmek için yılanın kendisini zehirlemesini istemesi yılanın taşıdığı bu özelliklerden olabilir.

Varlıktaki İlahî öz (Küçük Prens) pilotun bedenini olumsuzluklardan arındırarak, çıktığı yere tekrar dönecektir. Beden ölmez; ölen, ruha zararı dokunan nefsin zararlı yönüdür. Bu, gerçek bir ölüm değil; sadece görevi teslim ederek ayrılmadır. Nefis, kalbin ellerine teslim edilir. Zekâ, nurlu akla dönüşür. 

Ayrıca Exupéry’nin bu bölümdeki çizdiği resimde yılan duvarın dibinde dikey durarak Küçük Prens’e bakmaktadır. O anda Küçük Prens’le konuşan ve ona rehberlik edecek bir varlık görünümündedir. 

Hep boynunda duran altın sarısı atkısını gevşettim. Şakaklarını ıslattım ve biraz su verdim. Ona soru sormanın sırası değildi. Yüzüme çok ciddi baktı ve kollarını boynuma doladı. Yüreği vurulmuş, ölmek üzere olan bir küçük kuşun yüreği gibi çarpıyordu…

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.106-107

Yazar bir ayrıntıya yer verir burada: “Hep boynunda duran altın sarısı atkısını gevşettim.”  

Küçük Prens’in boynundan hiç çıkarmadığı atkının rengi sarıdır. Nerden gelir bu renk? 

Sarı, çocuk Antoine-Exupéry’nin saçlarının rengi. Çünkü Küçük Prens; yazarın adeta karanlığı delip geçen ışığıdır. Kalbinin şifası, ruhunun soluğu, hiç unutmadığı çocukluğu, onda aradığı masumiyet cevheridir.

Evet, Cennet’in krallığı benim yönetimim altındaydı. Bu yüzden de bana, uzun bukleli altın sarısı saçlarımdan dolayı Fransa Kralı 18. Louis’ye atfedildiği gibi Roi Soleil (Güneş Kral) demeye başlamışlardı.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.32

Önümde, Küçük Prens’in tam karşısında insanı otuz saniyede öteki dünyaya yollayacak sarı yılanlardan biri duruyordu.

Yılanın rengi de sarıdır. Sarı, sonbaharın ve güneşin rengi. Sonbahar geçiciliğin ve fani oluşun hissedildiği mevsim. Ne zaman sarı rengi görsem, ilk aklıma gelen sonbahar olur. Kışı, yokluğu, ayrılığı hatırlatan hüzünlü dekorudur hem toprağın hem yaşamın. Bir yerde okumuştum; dikkat çeksin ve geçici olduğunu ifade etsin diye taksiler sarı renkte olurmuş.

Sarı yılan. Ölüm ve güneş. Ölüm ve aydınlık… Ölümün aydınlık yüzüne mi değiniyor yazar burada? Ölümün hakikate açılan kapısını mı simgeliyor sarı yılan? Kim bilir? Bildiğim, okuduğum, Exupéry’nin ölümü çok küçük yaşlarda tanıdığını belirten satırlar:

Baba Jean, şatonun yakınındaki La Foux tren istasyonunda 41 yaşındayken geçirdiği bir kalp krizi sonucu karısının kollarında hayata veda ediyor. Antoine henüz dört yaşında bile değil. İleride hayatını kalın çizgilerle şekillendirecek olan babasızlığın başladığı bir döneme böylece giriyor.

Kardeşleri ve annesiyle birlikte, yarı kapalı gözlerle yitirdikleri babalarına bakıyorlardı. Tanrı’nın orağı, ölüm meleği Azrail aracılığıyla, yaratılmış her şeyi zamanı geldiğinde biçecekti. Bu olay insanların bildiği biçimde bir sıra takip etmiyordu. Olgun başakların arasında narin çiçekler de biçilebiliyordu. İlerde küçük kardeşi Francois’yı yitirdiğinde bunu daha da hüzün yüklü bir biçimde anlayacaktı. 

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.26-27

Antoine kardeşinin rahatsızlığını başlarda hiç önemsemedi. Hatta okuldan yırtmak için ustaca kotarılmış bir numara olduğunu sandı. Doğru bile olsa, en geç yaz tatiline kadar iyileşir, o gelene kadar hiçbir şeyciği kalmazdı. Sandığı gibi olmadı.

10 Temmuz günü sabaha karşı 4.00’te hemşire Antoine’ı uyandırdı. Kardeşinin onunla konuşmak istediğini söyledi. Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Telaşla kardeşinin odasına gitti. François ise sakindi. Gülümsüyordu ona.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.56

On beş yaşımda almıştım ilk dersi: Küçük kardeşim, birkaç gündür umutsuz durumdaydı. Bir sabah saat dörde doğru, kardeşime bakan hemşire gelip beni uyandırdı:

Kardeşiniz siz istiyor.

Kötüleşti mi?

Hemşire karşılık vermiyor. Hızla giyinip kardeşimin odasına koşuyorum. Sakin bir sesle:

‘Ölmeden seninle konuşmak istedim,’ diyor. ‘Az sonra öleceğim çünkü.

Bir nöbet geliyor, susmak zorunda kalıyor. Nöbet sırasında eliyle,hayır anlamına gelen bir işaret yapıyor. Ben hiçbir şey anlamıyorum. Ölmek istemiyor herhalde, diye düşünüyorum. Nöbet geçince açıklıyor:

Korkma sakın… Hiç acı çekmiyorum. Sıkıntım yok. Ama elimde değil. Vücudum beni dinlemiyor.’

Vücudu… Yabancı ülke, daha şimdiden kendisi olmaktan çıkmış varlık…

Ölmüyoruz. Ölümden korkacağımızı sanmıştık. Oysa beklenmedik olaylardan, patlamalardan, kendi kendimizden korkuyoruz. Ölümden? Hayır. Çünkü yüz yüze geldiğimiz an, ölüm yoktur artık. 

Kardeşi, ‘Bunları kağıda geçirmeyi unutma… demişti. Vücut çözülüp dağıldı mı, asıl öz çıkıyor ortaya. İnsan için yalnız ilişkiler önemlidir.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.123-124

Ölüm kararını veren vücut mudur?

François’nın bu sözleri Antoine’ı bir anda ergenlikten yetişkinliğe taşıdı. Ruhun kaldıramayacağı kadar ağır olan bu gizemli vücut fenomeni1, Küçük Prens’te doruk noktasına ulaşana kadar yapıtlarındaki en anlamlı taşıyıcı öğe olacaktı.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.56

Uçağının motorundaki arızayı bulmana sevindim,’ dedi. ‘Artık evine dönebileceksin.

‘Bunu nerden biliyorsun?’

Ben de tam, hiç beklemediğim bir anda motoru tamir etmeyi başardığımı söylemeye geliyordum.

Sorumu yanıtlamadı, onun yerine ekledi:

‘Bugün ben de evime dönüyorum…’

Sonra üzüntüyle, ‘Çok daha uzak… Çok daha zor…’ dedi.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.107

Varlığın bir mülk yönü; yani sureti var. Bir de melekût yönü. Bu yön varlığın hakikatini ve özünü ifade eder. Küçük Prens’in kirlenmemiş çocuk fıtratı Yaradan’a bizlerden daha yakın… İlahî isimlerinin, O’nun isimlerinin yansımaları onun masum aynasında çok daha parlak… Onun için “Tanrı’nın krallığı göklerdedir. Çocuklar gibi olmadıkça o krallığa; melekûta eremezsiniz.” denir.

'Güneş Kral' Küçük Prens

‘Güneş Kral’ Küçük Prens

‘Bugün ben de evime dönüyorum…’ Sonra üzüntüyle, ‘Çok daha uzak… Çok daha zor…’ dedi.

Kıvamına gelen, tadını bulan meyvenin özden ayrılması zor. Ama özün, elinde olgunlaşan meyveyi bırakması daha zor. Annenin mi çocuktan ayrılması, yoksa çocuğun mu annesinden ayrılması daha güç gelir diye sorsak? Bu durumda olgunlaşan pilot olduğuna göre çocuk durumunda. Besleyen, süt veren, yetiştiren ise Küçük Prens. “Çok daha uzak… Çok daha zor…”

Pilot, bir dünya insanı. Daha çok eşyanın suretiyle ilgilenmiş biri. Hakikati idrak etmekten ve dile getirmekten çok uzak. Onun için Küçük Prens’in ileriyi görebilen basireti, görülmeyeni bilen gizemli dünyası onu şaşırtıyor. Çocuk ruhu sonsuz bir hazine. Onun sırrını çözmek, Allah katındaki değerini idrak edebilmek maddî dünyanın insanı için ne kadar zor… 

Olağandışı bir şeylerin olduğunun farkındaydım. Küçücük bir çocukmuş gibi kollarımda tutuyordum onu, ama bana öyle geliyordu ki hızla korkunç bir uçuruma doğru gidiyordu ve onu kurtarmak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu…

Bakışları çok uzaklarda bir yere bakıyormuş gibi donuklaşmıştı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.107

Küçük Prens uzaklarda neye bakıyordu? Neden donuklaşmıştı? Hepsi pilot için birer muamma. Sadece karşısındaki bu küçücük suretin içindeki gizemlerle dolu çok büyük bir dünyanın varlığını hisseder. Her geçen an, hakikat gözlerinin önünde usul usul açılacak ve gerçekte onun uçuruma gitmediğini, aslında kendisinin uçurumdan kurtulduğunu anlayacaktır. 

Açgözlü insanların bakışları arasında sıradanlıkla hiç ilgisi olmayan tapınakların yükseldiğini gördüm. Zindancılar tarafından kırbaçlanan, taş taşıyan köleleri gördüm. Onların gündelik ücretlerini çalan ekip şeflerini gördüm. Ah! Tanrım, miyop ve görmek istediği şeye burnunu dayayan biri olarak alçaklıktan, budalalıktan ve açgözlülükten başka bir şey görmedim. Ama oturduğum dağdan aydınlıkta bir dağın yükseldiğini fark ediyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.465

Öyle bir dağın tepesine çık ki, şimdiye dek göremediğin hakikatlerin farkına varmaya başlayasın. O’ndan geldiğimiz O’na gittiğimiz bir yolculukta sınırlı bir ömre sahip olduğunu göresin. Sor erenlere: İnsan kendisine sahip midir? “Hayır!” cevabını verecekler. Sor bilenlere: Varlığındaki hücrelerin de her an gelip, her an gittiğini öğreneceksin. “Onlar da senin gibi birer yolcudur.” diyecekler. Gerçek bu ise anlık lezzetlere, hırpalayan tutkulara takılıp yolda kalmak ne büyük gaflet! Geçici bir güzelliği, ebedî güzelliklerin tohumu olarak saklamak; bunun için zamanı ve mekânı bereketli toprak haline getirebilmek senin görevin. Ecel saati çalmadan kendini gözden geçirerek, iç âleminin tasarımını yeniden yapabilmek senden beklenen. Dünyanın üzerindeki kirinden arınmaya çalışarak çevrende seni engelleyen ne varsa onları kalbinde tek tek yok edebilmek senin kurtuluşun. İşte iki ölümü taçlandıracak üçüncü ölüm, bu kurtuluş: Ölmeden önce ölmek… Aynı Mevlâna’nın ve Sezai Karakoç’un değişik ifadelerle yansıttıkları gibi.

Sonsuz olan hayat nehrini görünce, kâsedeki suyunu, yani şu fani ömrünü, sonsuzluk nehrine kat! Su, hiç nehirden kaçar mı? Kâsedeki su, nehir suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, nehir suyu haline gelir. Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da zatı kalır. Artık bundan sonra o ne eksilir ne kirlenir ne de kokar.

Mevlâna

Bardağımızdaki bir içimlik suyu; geçici hayatımızı, sonsuz olan hayat nehrine dökebilsek içimizdeki her zerre karanlıktan nura dönüşecek. Bu dönüşümün sonunda kendimizden eriyip ebediyet sularında dirileceğiz.

Öldükten sonra insan nasıl dirilecekse
Ölmeden b
en öyle dirildim. 

Sezai Karakoç / Hızır’la Kırk Saat / s.187

Diriliş, Hızır ve 40 saat. Bu kelimeler yan yana gelince kafamda Exupéry’nin yaşamıyla ilgili bazı çağrışımlar oluşuyor. Bunlar sadece gönlümün sesleri… o kadar.

Saint-Exupéry 1939 yılında Fransa ile Almanya arasında savaş çıkınca savaş pilotu olarak orduya çağrılır. Ancak Fransa işgal edilir. Ordudaki görevi sona erince New York’a gider. Artık yaşamında Amerika günleri başlamıştır ve Pilot Exupéry’nin yerini yazar Exupéry alır. 

Boynundan sarı atkısını hiç çıkarmayan Küçük Prens ve Savaş Pilotu bu yılların ürünüdür. Ve 1900 doğumlu yazar 40 yaşlarındadır. 

Bazı düşüncelere göre “40” sayısı dirilişin ilk durağı. Bekleme ya da hazırlanma süresinin, bir arınma döneminin simgesi. Tasavvufta kâmil insanın izleyeceği 20 basamaklı iniş yolu ile 20 basamaklı yükseliş yolunun basamak sayısı. Arayışlar, inişler, çıkışlarla uzayan bir arayış yolculuğu. Exupéry’nin iç dünyası da farklı arayışlar içindedir. 

1942’de Amerika savaşa katılmaya karar verdiğinde pilot olarak göreve atanır. 31 Temmuz 1944’te bir Alman uçağı tarafından vurulduğu söylenir ve bir bilinmezliğin içinde kaybolur.

Küçük Prens adlı eserinde kendisini yansıtan pilot ve yaşadığı çöldeki yolculuk bir değişim modeli ve bir dönüşüm halidir. Ve eserin sonunda dirilişle sonuçlanacaktır. İlk önce küçük bir çocukla beraber pilotun dünyasına değişik duygular katılır. Sonra yol boyunca olumsuz yönlerden arındıracak Hızırî nasihatler dinlenir. İç dünyada savrulan esintiler ve bu esintilerle oluşan “bir dönüşüm” gerçekleşir. Ardından içinde hakikate yönelen aklî ve kalbî bir duruşa, varlığı sarmalayan nurlu bir bakışa açılımlar yaşanır. Kısacası yepyeni bir anlayışa, kendini tanımaya merhaba der “Pilot Exupéry.” 


1. Fenomen (phenomenon): Duyularla algılanabilen, somut, gözlemlenebilir olay ya da nesne.
Numen (noumenon): Fenomenin ötesindeki bilinemez ve tanımlanamaz gerçek bilgi.
Varlığın kendi içindeki varoluşsal özü.


‘Küçük Prens’ İllüstrasyonu © Nika Goltz

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Nasıl güzel, duygu yüklü yazıyorsunuz insanın içine işliyor.. Defalarca okunası, idrak edilesi cümleler..Allah razı olsun. “Sordum sarı çiçeğe ” şiirini aklıma getirdi.
    Emeklerinize sağlık

  2. “Nefis, kalbin ellerine teslim edilir. Zekâ, nurlu akla dönüşür.”

    Doğumda bundan farklı mı ki?
    Emeğinize yüreğinize sağlık. Bu makaleyi bir öncekiyle birleştirmek gerekir. Çok güzel tamamlama oldu.

Reply To Oya Cancel Reply