Onlar Bundan Böyle Bu Evin Rabbine İbadet Etsinler

5

Rahman olan, bütün varlığa göklerden güneşi, güneşten ışık tellerini, tellerden hayatı döşedi. Rüzgardan bulutlar tozlaştı. Bulutlardan yağmura, yağmurdan can damarlarına rahmet yağdı. Kaya parçalandı, toprak oldu. Nasibi olana topraktan buğday, buğdaydan nimetler uzandı. Ve Halik olan, “Sevgim size, rahmetim sizin için…” diye buyurdu. Sonsuz bir kucaklamayla sarıldı kullarına.

Kainatın merkezine öyle bir değer konuldu ki adına “aşk” denildi. Bütün varlıkça taç edildi; öpülüp kalp üstüne kondu. Ve şu söz yankılandı her yerde:

Dünya sevgileri ‘Gerçek Sevgili’ye yükselecek ‘İlahî aşkın basamaklarıdır.

Söz etkisini buldu. Herkes kendine düşeni yaşamaya başladı. Her çizgi, hikmetle döşendi deftere. Sarmaşık, gövdelere dolanmayı sevdi. Şahinin pençeleri aslanınki gibi keskindi. Kartalın gözleri mesafelerden yakaladı istediğini. Damlalar yücelerden akarken dallar tam zıddına yerden yücelere yükseldi. 

Her yerden yine aynı ses yayıldı:

Bütün kuralların sahibi ancak ‘Ben’im.
.

Göz manzaralarla beslendi, kulak ezgilerle. En geniş, en özgür yanı hep ruhu oldu insanın. O nedenle ne zamana ne de mekana sığabildi. Gün kaplayınca her yanı, nasıl ortam aydınlanırsa kalbin dokunduğu her düşünce nurdan fikirlere büründü. Nasibini alan, nasiplendiğinden memnun kaldı. Cennet bahçelerine döndürdü yüzünü.

Ne oldu birdenbire? Kalbin duvarlarına birden gölgeler düşmeye başladı? Bunca ikrama karşı bazı yüzler asıldı? Çünkü nasipsizdiler. Nasipsizlik, bir akıl ve yürek tutulmasıydı. Hak’tan yansıyan hakikatlere çekilen bir örtüydü. İlahî kaderin planını göremeyen körlük. Yağmur yağdı, nice avuçlar göğe açıldı ve rahmeti biriktirdi içlerinde. Bazıları ters çevrilmişti ve rahmet üzerlerinden kayıp gitti. Yaradan’ın varlığa taktir ettiği nimetten payını alamamaktı nasipsizlik. Çünkü nasip insanı bulurdu. Kapı açıksa girerdi. Eller açıksa birikirdi avuçlarda. Kapıları kapatana, ellerini açmayana düşen, nasipsiz kalmaktı.

İşte onlar ki, onların, kazandıklarından nasibi vardır. 

Bakara / 202

Varlık dünyasında her şey nizama göre şekillendi. İlahî irade, kainattaki ahenk ve düzen için programlar düzenledi. Sebepler yarattı. Kulun cüzi iradesine bağlı işlerdeki başarısı, onun sebepleri yerine getirebilmesine bağlandı. Ve yücelerde ezelî ilmin ve kudretin kalemi şunları yazdı. Gözler okudu yazılanı, diller tek ağızdan dile geldi:

Kullarım! Bu dünyada imtihan olmak için, iradenizle değerlendirilmek için varsınız.
.

İmtihan için varsak nerden gelecekti sorular? İradeyi nerede, nasıl değerlendirecektik? Her kulak işitti bu sözü, her göz gördü yazılanı; ama çok azı dinledi ve çok azı gördüğünün farkına vardı.

Farkındalık şuur işiydi. Şuurlu olan, fark ediyordu. Neyi? Kendinin ne olduğunu, nelere sahip olduğunu, nelere ihtiyaç duyduğunu. Bir yerden bir yere gittiğini; yani yolcu olduğunu kavrıyordu. Önünde bir sürü yollar… Hangisinden gidecekti? Yol uzunsa neyle geçinecekti? Nereleri aşacak, nelerden geçecekti? Hepsi bir muamma… Oysa gün be gün yücelerden yankılanan her söz ona doğru, sağlıklı, huzurlu bir yolculuğun sırlarından haber veriyordu:

Önce farkında ol; sonra nasibini ara!
.

Rahat ve emniyet içinde yol alabilmesi için nasipler dağıtılıyordu insanoğluna. Ancak nasip kapısında beklemek, şuur işiydi. Farkına varana açılıyordu. Ama yine çok azı farkına varabildi. Bedene ayrı, kalbe ayrı, ruha ayrı Rabbanî sofralar döşendi… Rahmet sağanağından nimetler serpildi sofralara… Peki bütün bunlara karşı ne yaptı âdemoğlu? Rabbin işaret ettiklerinden mi yedi? Hayır. Adımı doğru attığında önünde açılan istikametten mi gitti? Hayır.

Şuursuzluk gözü kör etti, aklı bulandırdı, kalbi zedeledi. Gözler, kiniyle ilk kez kirletti saflığı. Anlam verilemezdi bu nankörlüğe. İlk kez ak gönüllere hüznün elleri dokundu. İlk kez adımlar takıldı, körlüğün ağlarına. Düşmelerden feryatlar yankılandı. Göklerin melek ruhu bu görüntüyü sevebilir miydi? Hayır. Hiçbir zaman sevmedi. Çekilen tespihler, çığlıkları bastırırcasına yükseldi. Neydi bu acımasızlık? Nasıl olurdu bu kıymet bilmezlik?

Her yerde aynı ses tekrar yankılandı:

Hikmetini ancak ‘Ben’ bilirim. Size düşen: Beklemek…
.

Yücelerden gelene sırtını dönen, varlığa da sırtını döndü. İçi boşaldı tohumun. Kabuk kırıldı. Gölgeler örttü güneşi. Karanlık, karanlığa gebe kaldı. Zulmün rengi karaydı. Kara yürekli bedenler çoğaldıkça çoğaldı. Onların arasında nurlar daha bir parladı. Onlar parladıkça kara yüzler zifire daha da battı. Neydi bu zıtlık? Neydi bu devran?

Sükûnet sardı her yeri, varlık kulak kesildi ve yine o ses duyuldu:

Hangisi sağlam, hangisi çürük? Kimse bilmez Ben’den başka? Bu âlemde hep böyle ayrışacak renkler. Sağlam çürükten ayrılırsa; bozulmadan menzile varacak verilenler.

Hakikat buydu. Hüküm böyle verilmişti. Nitekim günü gelince öyle bir rüzgar esti ki… Çürükler savruldu. Sağlam olan, toprakta; yerinde kaldı. Yerinde kalan, toprağa yasladı başını. Teslimiyet ve sabır filizini verdi. Verdi ki, ne verme!… Kök gövdeye yürüdü; gövde dallara… Boyunca heybetli, köküyle kavi, dallarıyla müşfik, ulu bir ağaç göklere uzadıkça uzadı. Görüntüsüne hayran olanlar, etkisinden tat almaya başladılar. Görüntüsüne hasetlik duyanlarsa hiç hoşlanmadılar ağacın varlığından. 

Filizini çıkaran sonra onu kuvvetlendiren, böylece kalınlaşan, sonunda gövdesi üzerinde yükselen, çiftçilerin hoşuna giden ekin gibidir. Onlarla kafirleri öfkelendirmek içindir. 

Fetih / 29

İşte o günlerden birinde bir çift kanat sesi duyuldu ağacın etrafında. Ağaç baktı ki, küçücük bir kuş. Sanki medet aramaktaydı yapraklarından:

.Ses, seda yoktu ne zamandır diye seslendi ağaç. Herkes bir yerlere gitti diye düşünüyordum. Bir şey mi var?

.Hem de neler var. Neler ki görülmemiş, diye cevap verdi kuş. Nefes nefeseydi. Devam etti:

Bir araya gelen herkes, hep yaşananları konuşuyor. Nasıl olur da duymazsın!

Kuş anlattıkça anlatıyordu. Buralarda değil; çok uzaklardaymış olay. Aynı bir felaket gibiymiş. Can taşıyan, canın kıymetini bilir ya… Belli ki kuş da sanki kendisine olmuş gibi hissederek anlatıyordu olanları.

.Ne ben duydum ne milletim duydu böylesini. Pençeler bileylenmiş, gagalar hançer gibiymiş. Koyunlar çakal pençesine kurban. Kuzular sütsüz günlerce melemiş.

.Hem de ne kurban?

Uzaklardan bir ses. Kimden geliyor diye baktılar ki, bir küheylan. Sadece yeleleri değil, içindeki yangın da rüzgara karışa karışa yaklaşıyor ağaca.

.Nasıl bir haldir ki bu, ninniler ağıt eyler, diye başladı anlatmaya:        

Niye bu kadar acımasızdı eller? Nasıl böylesine çevirdiler devranı? Ne oldu da tersine akmaya başladı dereler? Dönen yaşam değil de sanki güneşten uzak bir çemberdi. Sadece korkular mı paylaşılacaktı, sadece vahşet mi çökecekti sinelere?

Anladı ki ağaç, küheylanın bakışlarındaki acı hiç de yabancısı değil. Sabırla dinledi:

.Demek yarasalar yine çıktılar harabeliklerinden diye söze başladı. Kafesler açıldıysa eyvah ki eyvah… Sırtlanlar, leş yiyiciler, akbabalar demek ki yine fora dediler…

.Daha önce de mi yaşandı bunlar? diye hayretle sordu kuş.

.Evet. Yaşandı. Hep yaşandı ve hep yaşanacak.

.O zaman ne yapacağız. Buralara gelirlerse, nerelere kaçacağız? Neler olacak bu âlemde?

Kuş çaresizliğinden uçmaya başladı ağacın etrafında. Telaşı, korkusu kanatlarında döne döne etrafa yayıldı.

.Kendine gel, dedi ağaç. Büyüklerin sana buna benzer olayları hiç anlatmadılar mı? Yavaş ol. Bak çevrene… Şu yamaçlar… Şu gökyüzü… Hiç anlatılanlara benziyor mu? “Her şeyin Sahibi”ne sığınanın aklı böylesine gider mi? Koyun kuzuluyor. Süt akıyor değil mi göğüslerinden?

.Evet, dedi kuş.

Sonra küheylana döndü ağaç:

.Akbaba bekliyor mu başucunda Küheylan? Sırtlan yanaşabilir mi yamacına?

.Hayır, dedi küheylan. Doğrudur dediklerin. Ama…

.Aması maması yok. Şimdi siz susun ve beni dinleyin bakalım:

Emir büyük yerdendi. Ulu bir ağaçtandı. Göklere uzanan dallarıyla, toprağa yayılan gölgesiyle kocaman bir ağaç. Sustular.

.Filler ve ebabil kuşları diye bir şey duydunuz mu?

.Ben duydum, diye atıldı kuş. Atalarımdan beri anlatılır. Övünç kaynağımızdır. Büyüklerimden dinlerim hep.

.Peki neyi anlatırlar büyüklerin? diye sordu ağaç

.Yine böyle kötüler saldırıya hazırlanmışlar. Komutanın adı Ebrehe’ymiş. Hem de Yaratan’ın evine ve onu gözetip koruyanlara saldırmışlar. “Ev”in gerçek Sahibi hiç evini baş tacı edenleri ortada bırakır mı? derdi dedem. Tabi ki bırakmamış. Benim atalarımı göndermiş düşmanın üstüne. Yani ebabil kuşlarını. Her yer toz, duman… Nerede fillerin heybeti… Nerede atalarımın küçük bedenleri… Ama olmuş işte. Atalarım zaferi kazanmış; düşman ezilmiş.

.Peki aklınız alıyor mu? Küçücük bedenler koskoca orduyu nasıl ezer de geçer? Hiç düşünmüyor musunuz?

.Elbet düşünüyorum ve aklım almıyor, dedi kuş.

.Nasıl olur? Böyle bir şey duymamıştım. diye ekledi küheylan.

.O zaman şimdi tek tek sıralayacağım hakikatleri; bütün varlığınızla dinleyin:

Çevrenizde ne görüyorsunuz?

.Gökyüzünü, bulutları, yerde uzanan çayırları, rengarenk çiçekleri, dallarda parlayan yemişleri, arıları, böcekleri…

.Bu gördükleriniz ve göremedikleriniz; her şey, Yaratan’ın askerleridir. Bu, birinci hakikat. Siz O’na itaat eder de buyruklarını uygularsanız hiç darda kalmazsınız. Allah ordularını gönderir; siz de kurtulursunuz. Ne Ebrehe sırtlanının hilesi ne tiranların akrep iğnesi… Hiçbiri zarar veremez. Bu da ikinci hakikat. 

Ama… itaatte kaçamaklarınız varsa… “Sen Rabbimizsin; ama bazı şeylere de ben karar veririm.” rollerine giriyorsanız. Yani edepte, saygıda kusurlar ayyuka çıkmışsa… Sonunuzu düşünün derim. Bu da üçüncü hakikat.

Şimdi şu söyleyeceklerimi aklınızda tutun ve anlatın herkese:

Kureyş’in emniyetini sağladığı, yaz ve kış yolculuğunda onları ısındırıp yakınlaştırdığı için. Onlar bundan böyle bu evin (Kâbe’nin) Rabbine ibadet etsinler. O ki, onları büyük bir açlıktan kurtardı ve müthiş bir korkudan emin kıldı.                  

Kureyş / 1-4

Rabbinin Ashab-ı file ettiklerini görmedin mi? Onların hile ve düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine ebabili, sürü sürü kuşları salıverdi. Bunlar onlara pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Derken onları kurt yeniği ekin yaprağına çeviriverdi.   

Fil / 1-5

Ağaç konuştukça coştu. Kuş ve küheylan düşünceden düşünceye çalkalanmaya başladılar:

.Yani, dedi Küheylan: Kurtuluşumuz “Malik Olan”a itaatte mi?

.Evet. Her şeyde itaatte. İlk önce şöyle bir kendine dön bakalım. Bak bedenine… Neden ön bacakların arkadakilerden daha fazla ağırlık taşıyor? Neden her yönü görebiliyor gözlerin? Neden böyle bir bakış açısı verilmiş sana? Ve düşün: Rüzgarları delercesine koşmaya ne de güzel düzenlenmiş yelelerin. Yorulmak bilmeyen azminin hikmeti ne? Ya mesafelere sığmayan nefesin… Nereden geliyor bunlar? Veren Kim?

Ya sen kuş… Kanatların göklerde süzülür; ama bedenini boşlukta tutan, sanır mısın ki kendinsin? Konduğun her yere kursağına uygun, damağının lezzetinde darılar, yemler döşenir. Nedendir? Kim sever seni böylesine, bilmez misin?

Düşünüldükçe bir hayret, bir hayranlık kapladı her yeri. Sonra derinleri yakan; ama acıtmayan bir duygunun elleri okşamaya başladı başlarını…

.İşte hepimizi okşayan bu duygu ilahî sevgidir, diye devam etti ağaç. “Yaratan” ve “Yaratılan” bağının sırrı işte budur. Sen kuş… Arttıkça sevgin, ipler sağlamlaşır. Sen küheylan… Her zerren; günlerinde, saatlerinde, saniyelerinde sadece O’nun için döner.

Ağaç baktı ki kuş ve küheylan adeta kendilerinden geçmişler.

.Ama her aydınlığın bir de karanlığı vardır, diyerek konuşmasına devam etti. Bunca nimete vefasızlık, şükretmemek o sağlam ipleri yavaş yavaş çürütür. Ne olduğunuzu anlayamazsınız bile.

.Aman ağaç ne olur… Medet.

.Öyleyse yazmaya devam edin. Yazmak değil; adeta kazıyın hücrelerinize şu üç sözü. Kazıyın ki unutmayasınız:

Sen, kuş. Ne geçiyorsa kursağından O’ndan gelir. Güneşe, toprağa, yağmura emreden O. Sen, küheylan. Yeminin, suyunun kendilerinden geldiğini sandığın yollara takılma. Bu, bir…  

Bunu bilir de başka kuvvet peşinde koşmazsanız, “Tek”i görür, “Tek”e bağlanırsanız felah, kurtuluş sizinledir. Bu da iki…   

Ama… vefasızlık çökmüşse her yere, aramayın saadet saraylarını. Bu da üç.

Uygulayın dediklerimi ve halinizle öğretin herkese. Her zaman bu hakikatleri anlayanlar, uygulayanlar; hatta kaleme, söze alanlar olacak. Ama sayıca az görülecekler. Ancak kalplere hitap eden sözleri, eserleri, fikirleri hep yayılacak. İşte o zaman bu ruhların gökte kanatları, yerde yeleleri siz olacaksınız.

Hiç unutmayın: Bu tip ruhlar dev iki kanada sahip kartal gibidirler. Yer ve gök arasında gidip gelirler. Hem Mülk âleminin hem Melekût âleminin suyundan içerler. 

.Sahi mi Ağaç? Doğru mu dediklerin?

Sesindeki güven ılık bir meltem gibi sardı her yanı. Karnı doymuş kuzuların melemeleri ne güzeldi… Kendine geldi küheylan; yelelerinde ruhu dirildi. Kuşun kanatlarından ümitler karıştı gökyüzüne. Ve ağaçtan dinlediklerini başkalarıyla paylaşmak için uzaklaştılar. Ağaç dallarını arifçe bir başka uzattı Yaradan’ına. Kökleri bir başka türlü secdeye vardı.  

Ağacın tarif ettiği ruhlar hep var oldular. Yer ve gök arasında hep gidip geldiler. Her gidiş gelişte kimi imanını, kimi sanatını, kimi davasını yerin bereketiyle besledi, göklerin rengiyle yüceltti. İman edenin hayata bakışı ve varlığa sevgisi ilahî desenlerle bezendi. Şairin ilhamı ve hayalleri, hedefi olanın gayreti ve şevki basamak basamak hal değiştirdi. 

Yön “Varlığın Sahibi”ne doğru olduğu zaman, gözlere, kalplere, düşünce ve iradeye dille anlatılamaz nice hediyeler sunuldu. İşte o zaman sanatçı, “Sani olan”a; iman eden, “Mümin olan”a; davası olan, o davayı kalbinde halk eden “Hâlık”a yaklaştıkça yaklaştı.

Çünkü emir O’ndandı… İtaat O’naydı… Tek kurtuluş buydu:  

Onlar bundan böyle bu evin Rabbine ibadet etsinler.
 

“Orman” İllüstrasyonu © Noah Bradley

Paylaşın.

Yazar Hakkında

5 yorum

  1. Çok düşündürücü bir yazıydı Allah razı olsun.Yazıyı okurken hep sabır timsali ağaçlar geldi aklıma. Onlar gibi olmaktan bahsediyorsunuz gibi geldi ve sonra,hep ağaçla anlattınız. Bence çok zamanında,bir yazı oldu benim için. Aynı Entler gibi konuştunuz ve yardıma yetiştiniz. Ağaçlar gibi bekleme zamanı. Onlardan çok şey öğreniyoruz. Ağaç olabilme seviyesine bari gelsek de insanı kamil çok uzak seviye.

  2. İyi ki varsınız Elif Hanım; gördüğünüz, işittiğiniz, tefekkür ettiğiniz güzellikleri bizlerle paylaştığınız için minnettarlığımı bir kez daha ifade etmek istiyorum.

    Hikmetli dostlarım diye seviyorum ağaçları, hakikat sırlarının koruyucusu, tecelligahı gibi görüyorum o mübarekleri..

    Tevekkül ve teslimiyet ile şevklenmeye en ihtiyaç duyulduğunda yazınızdaki gibi ebabil kuşlarından ve dahi nicelerinden misaller verecek gibi geliyor işitebilen her danışanına..

    Değerli Tarık Kaya’nın hayranlık ve iştiyakla okuduğum, yeni ufuklar gösteren “Kaf Ülkesi, Vav ve Duymak” yazısında, ifade edildiği gibi “hayır kulağı”na dönüşebilmek ve o zaman zerreden galaksilere kadar hakikat çağrılarını işitebilmek. O dem de ağaç ve diğer mübareklerin hak çağrıları ile yol güzergahını yeniden gözden geçirerek, bir kez daha şevk ile yola koyulmak mümkün olabilir diye düşündüm.

    Siz değerli gönül kalemlerinin işaretleri ümit veriyor, gayretlendiriyor. Ne güzel bir yoldur yolunuz..

    Sutu Boğda’nın değerli yazarlarının ve okuyucularının bayramını şimdiden kalbi dileklerimle tebrik ederim.

    Muhabbet ve hürmetlerimle,

    • Değerli Happy_Sun, heyecan ve şevkimizi arttıran güzel yorumlarınız için teşekkür ederiz. Biz de sizin vesilenizle bütün okuyucularımızın bayramlarını şimdiden kutluyoruz.

  3. Saygı değer Sutu Boğda ailesi;
    Bayram tebriğiniz için çok teşekkürler. Bayram tebriğinizi almak için bayram gününe kadar bekleyeyim dedim. Allah hepimizin kurbiyetini artırsın inşallah.

  4. Sutuboğda ailesinin ve özellikle yazarların bayramını en içten dileklerimle kutlarım. Allah hepimize bol ilham nasip etsin. Mama bekleyen kediler gibi bekliyoruz merakla yeni yazılarınızı.

Reply To Koroglan Cancel Reply