Neden Akşam, Hüznü Getirir Beraberinde?

0

Ah, küçük prens! Her an biraz daha anlıyorum o kısa ve hüzünlü geçmişinin gizlerini… Epeydir tek eğlencen oturup gün batımını izlemek olmuş demek. Bunu daha dördüncü günün sabahında, ‘Günbatımını izlemeye bayılırım. Haydi, günbatımını izlemeye gidelim,’ dediğinde anladım.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.30

Günün doğuşu ve batışı. Her gün yaşadığımız, yaşadıkça kanıksadığımız yaratılışın iki muhteşem mucizesi. Ama ne vardır ki, bilhassa gün batışında, bir tuhaf olur; iç dünyamıza çekiliriz. Duyguların teline en fazla dokunan vakittir bu. Canın bedenden kanatlanmak istediği âlemlere kapıların açıldığını hissederiz.

‘Ama bunun için beklememiz gerekir,’ dedim.

‘Beklemek mi? Neyi?’

‘Günbatımını. Daha erken.’

Önce çok şaşırmış gözüktün. Sonra da bastın kahkahayı. ‘Yine kendi gezegenimde sandım kendimi!’ dedin.

Herkes bilir ki, Amerika’da öğle olduğunda güneş Fransa’da batıyordur artık. Fransa’ya bir dakikada uçulabilseydi, öğle saatinde akşamı yakalayabilirdi insan. Ama ne yazık ki. Fransa böyle bir iş için oldukça uzak.

Oysa senin gezegeninde sevgili küçük prensim, yapacağın tek şey iskemleni biraz kaydırmak. Böylece dilediğinde günün bitimini, karanlığın çöküşünü izleyebilirsin…

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.30

Neden sabah neşeyi, akşam hüznü getirir beraberinde? Neyi hatırlar bu ruh, neyle dolar bu kalp?  Sadece sabah oldu; ışıkları kapa ve akşam oldu; aç… o kadar. “An”ın zevkini idrakten uzağız; çok kalabalığız. Sorunlarımızla, başarıya odaklanan düşüncelerimizle, gündeme takılan kaygılarımızla, bir “ben”e tıktığımız çok kabarık benliğimizle, havamızla çok kalabalığız. Olaylar sadece görüntüleriyle değip geçiyor yanımızdan. Hislerimize dokunamıyor.

Yorgunuz Cahit Külebi’nin dediği gibi. Yaşanılanlar çoğumuzu eziyor, sindiriyor. Anlaşılamamış olmak, kalbimizi kendi hapishanemiz haline getiriyor. Paylaşılamamış olayların gürültüsünden, yüzlerden, seslerden kaçmak istiyoruz. İçimizdeki esaretten kurtulmak, bir yerlere sığınmak istiyoruz. Nereye gidecek, nereye sığınacağız? İşte güneşin yavaşça ellerimizden kayıp gittiği bu kıpkızıl ufuk, böyle bir yerin olduğu hayalini getiriyor bize.

Kim esir değildir
Kendi içerisinde?
Akşamlar hey akşamlar!

Yorgunluk hey yorgunluk!
İnatçı yorgunluk!
Dalgın bir yüz kadar
Tozlu ayakkabılar.
Yorgunluk hey yorgunluk.

Cahit Külebi / Akşamlar Hey Akşamlar

Hayatın hakikatini bilen, olayların hikmetini çözen ve yaratılanları Yaratan’dan dolayı seven insanların nazarında tabiatın her zerresi, zamanın her dilimi anlamlıdır. Onların nazarı dünyanın süsüne aldanmaz ve sadeliği sever.

Küçük Prens’in dünyası da kendi gibi küçük ve sade. Onun için oraya, buraya takılı değil bakışları. Kendinden öte olanı hissedebiliyor. Neyi aradığını, neye ihtiyacı olduğunu bilebiliyor. Gün doğumunda gelenleri selamlıyor; gün batımında ise hasreti…

‘Bir gün,’ demiştin bana, ‘günbatımını tam kırk dört kez izledim!’

Sonra da, ‘Biliyor musun,’ diye ekledin. ‘İnsan günbatımını çok üzgün olduğunda seviyor.’ ‘O sırada çok üzgün müydün?’ diye sorduydum. ‘Hani şu kırk dört günbatımı izlediğinde?’

Ama küçük prens hiçbir şey söylemedi bu soruma karşılık.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.31

Küçük Prens ve Günbatımı

Küçük Prens insanın üzgün olduğu zaman günbatımlarından hoşlandığını söylemiş olmasına rağmen, kırk üç kez günbatımını gördüğünde bu kadar üzgün olup olmadığını sorgulamak neden? İşin özü sözcüklerde değil, onların anlamaya çalıştığı dilin ötesindeki şeydedir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.54

Neyi hatırlatır bu saatler? Nedir dilin ötesindeki şey? Zamanın hakikati insanın hangi bamteline dokunur da kaybolan güneşin arkasına bu denli takılır Exupéry’nin hüzünlü yüreği?

Kışın soluğu hissedilince varlığın boynu nasıl bükülürse, yazdan kalanlar yavaş yavaş bu âleme nasıl veda ederse, gün batarken de bütün gün beraber olduğumuz her şey, aynı böyle gözlerimizin önünden kaybolup gidiyor. Hüzünlü bir vedadır bu. Sanki şehrin elektrikleri kesilmiş, çevremizde ne varsa elini eteğini çekmiştir. Yalnız ve karanlıktayızdır.

Yaradılıştan gelen bir şey vardır içimizde. Hemen yokluğa kayışın ürpertisiyle bir ışığın arayışına giriveririz. Çünkü insan ruhu sonsuzlukla ferahlar, çünkü kalbi “yere göğe sığmayan”ın otağıdır. Onun için bu dünya insana dar gelir. Çünkü o hiç batmayan bir güneşe, hiç sönmeyen bir nura aşıktır.

Kâinatın her noktasına ulaşamayan insan aklı, galaksi sayısını tam bilemiyor. Sadece bizim gezegenimiz Samanyolu’nda 17 milyar gezegen olabilir deniliyor. Kâinatın tümü düşünüldüğünde hayal edilemeyecek bir hakikat çıkıyor karşımıza. İşte o Nur, o Güneş, böyle bir kâinatın, sonsuz âlemin ışığıdır. Her şeyin Sahibi, yarattığı insanın iç âlemine kâinata denk bir genişlik vermiş. Ne yazık ki hayata geliş amacından uzaklaşan insanoğlu; varoluşunun hakiki anlamını yitirmeye başlıyor. Her insanın bir “Âlem” olduğunu unutuyor.

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam 1

Zerre benim güneş benim çâr ile penc ü şeş benim
Sûreti gör beyân ile çünkü beyâna sığmazam 2

Nesîmi

Bu âlemi Yaradan’dan gelen ruhla görebilen bir kalp geçici hayatı, kaybolanları, batanları hiç sevebilir mi? Onun yüzü hep “batmayan”a çevrilidir. Görülmeyen; ama kalbinde duyduğu bir âlemin farkındalığı arttıkça onun sırrı sarar her yanını. Aynı hasretin bir yolcuyu sarması gibi… Kaybolduğunu sandığı güneşin, gittiği yerden tekrar döneceğini idrak ettiğinde ise artık şafakların vurgunu olmuştur. Her batışta hüzünlenir, hep hasret çoğaltır gözlerinde.

Avord Ordugâhı, 1922

Sevgili Anneciğim,

Baştan aşağı sevgi dolu mektubunuzu az önce bir daha okudum. Ah canım anneciğim, nasıl isterdim yanınızda olmayı! Her geçen gün sizi biraz daha çok sevmeyi öğrendiğimi bir bilseniz. Son zamanlarda mektup yazamadım, öyle çok işimiz var ki! 

Bu akşam hava güzel ve ılık; ama nedendir bilmem, hüzünlüyüm.

Yaşamımdaki en güzel şeysiniz siz. Bu akşam çocuklar gibi yurt özlemi çekiyorum! Sizin orda yürüyüp konuştuğunuzu, birlikte olabileceğimizi, sevginizden yararlanamadığımı, size destek olmadığımı düşünüyorum da…

Gerçekten ağlayacak kadar hüzünlüyüm bu akşam. Hüzünlü anlarımda tek avuntum olduğunuz da doğru. Küçükken, anımsar mısınız, Mans’ta sırtımda okul çantam, cezalandırıldığım için hüngür hüngür ağlayarak okuldan dönerdim- ve siz, yalnız öperek her şeyi unuttururdunuz bana.

İnsan sizin evinizde kendini güvenlik içinde hissediyordu, gerçekten de güvenlik içindeydi, her şeyimizle sizinleydik ve çok iyi bir şeydi bu. Şimdi de durum aynı, sizsiniz sığınak, sizsiniz her şeyi bilen, her acıyı unutturan ve insan sizin karşınızda istese de istemese de çocuk gibi hissediyor kendini.

Burada kesiyorum anneciğim. İşim başımdan aşkın. Pencereye gidip son esintiden temiz bir soluk çekeceğim içime. Saint-Maurice’deki gibi türkü çağıran kara kurbağaları var dışarıda; ama onlar kadar iyi türkü söyleyemiyorlar!

Olanca sevgimle kucaklarım sizi. Yarın oraya gidiyormuşum gibi, şöyle elli kilometre uçacağım size doğru.

Kocaman oğlunuz Antoine.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.82- 83

“Şimdi de durum aynı, sizsiniz sığınak, sizsiniz her şeyi bilen, her acıyı unutturan ve insan sizin karşınızda istese de istemese de çocuk gibi hissediyor kendini.”

Şu dünya imtihanında kafalar karıştığında her şeyi bilen biri mi var? Dertlerimize soluk olan, acımızı varlığıyla, şefkatiyle unutturan bir anne yüreği mi var?

Akşam… Neye baksan yarı karanlık. Varlığın kendi rengi kayboldukça zaman ve mekâna tek hâkim kızıl ve lacivert renkler. Hayallere dalma, bu dünyanın gerçeklerinden ve çirkinliklerden uzaklaşma, âlemlerimizden sefer eyleyen kuşların peşine düşme vakti. Küçük Prens’in Asteroit B 612’den kaçabilmek için kullandığı yabani kuğuların iplerine tutunarak göklere karışmak vakti.

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını eder ömrün ilân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?

Akşam, yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

Ahmet Haşim / Bir Günün Sonunda Arzu

Ahmet Haşim bu atmosfer içinde aynı kuşlar gibi, âlemlerimizden sefer eylemek, göllerde bir kamış olmak ister. Çünkü akşamın rengi, ötelere sefer eylemek arzusuna götürür şairi. O, yaşadığı hayattan uzaklaşmak; uzak, güzel ve bilinmeyen bir ülkeye gitmek ister.

Küçük Prens ve Kral

Küçük Prens ve Kral

‘Efendim, siz kimin kralısınız?’

‘Her şeyin,’ dedi kral şaşılacak derecede içtenlikle.
….
‘Hepsinin mi!’ diye sordu küçük prens.
….
‘Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?’

‘Tabii ki,’ dedi kral, ‘hiç aksatmadan hem de. Baş kaldırmalarına asla izin vermem.’

Bu küçük prens için inanılmaz bir şeydi. Böyle bir güç onda olsaydı iskemlesini yerinden bile oynatmadan günbatımını günde yalnız kırk dört kez değil, yetmiş iki kez, yüz kez, hatta iki yüz kez izleyebilirdi.
….
‘Bir günbatımı görmeliyim… Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.47-48

Hasret ve hüzün… Kıvrım kıvrım bir ruhun yansıması değil mi? Ah gönül! Ömrün bir gül gibi kızarmakta olduğunu görmüyor musun? Kızardıkça açılan yapraklarını. Birazdan kaybolacak kızıllık. Bir gül gibi koklayıp saklamayacak mısın içinde?

Hayata geliş amacından uzaklaşırsan; varoluşunun hakiki anlamını da yitirmeye başlarsın. Yitirdikçe seni gerçek; kâmil insan yapacak her görev, her olay sırtında bir yük, bağrında yara olur. Oysa ruhun hakikatinde sonsuz âleme adaylık var. Bu hakikat için hazırlanacağın ve her günü bu şuurla geçireceğin bir yolculuk var.

İşte bu yolculuğunda her günbatımı bir moladır, bir makam, bir haldir. Duracak, düşünecek ve varılacak yere malzeme edineceksin. Tabii her yolcunun edindiği malzeme farklı olacak. Hayaldeki ufuklar, akşamında renkler, yolculuktaki ses farklı olacak.

Yazık ki akşam oldu biz yine yalnız kaldık… Bir kıyısı görünmez denize daldık. Bir gemiye binmişiz bulanık bir gecede… Allah’ın denizinde Allah’tan uzak kaldık…

Hz. Mevlâna

Her şeyini sadece bu dünyaya bağlayanın hali onu yoracak, gücünü tüketecek ve kendini ayakta tutabilecek şevk arayışlarına girecek. Her akşamı ümitsizliğin, isyanların hezeyanıyla ve bunları unutturacak oyunlarla karşılanacak. Her güneşi yokluğa gidişin buhranıyla batacak. Ne yazık ki onun ruhu uyanamayacak.

Zaman
‘Bir gün uyanır!’ diye
İnsanın etrafında
Haykırarak koşuyor!!!

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.271

Yolculuğa hakikate varmak için çıkanın ruhu ise onu hasretle şahlandırıp, umutla kanatlandıracak. Tükenmeyecek şevki; çünkü gücünü “Sevdiği”nden alacak. Her mola; her günbatımı “Sevdiği”ne olan hasretini, kavuşma arzusunu yaşatacak.

İnsan, hayatının amacını tam olarak bildiğinde güçlenir. Bu güçle olaylara artık kendi çıkarı açısından bakmaz. İyinin, erdemin yanında yer alır, denge unsuru olur.

Artık, gururdan ve gösterişten uzak, “Yeryüzü Gezegeninde Bir Yolcu” dur imzası…

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.266

Bu yolun yolcusundan beklenen en önemli özellik, doğruluk ve sadakattir. Onun yoldaşı; sevgisi, merhameti, tefekkürüdür, bunlarla beslenmiş inancıdır. Bu yolun hüznü de tatlıdır, yorgunluğu da. Bunları bilebilmelidir. Çünkü İmam Rabbani şöyle der:

Hüzün dalgası çarptıysa bir insanın yüreğine ya Mevlâ’sını özlemiştir ya da Mevlâ’sı onu. Mevlâ’yı özleyen gönül ya hüznü bekler ya da hüzündedir…

Her şey Mevlâ’nın isimlerinin varlık aynasındaki yansımalarından ibaret. Onun için Dost âleminin sırlı yollarında kaybolmak yoktur. An olur; Müheymin bir nazarın seni gözlediğini hissedersin. An olur; Rauf bir kucaklamanın sıcaklığında erirsin. O zaman “Ne gam!” dersin.

Ruhun uyanıksa eğer, tepelerden kaybolan her günün yeniden doğacağını bilirsin. Akşam, vuslat ateşiyle yandığında senin büründüğün renk. Aczinle bu renkte yok olup “Dost”un kudretinde seherle yeniden doğacaksın.

Yokluk ve varlık… İki apayrı âlem. Bu iki âlem arasındaki köprüdür akşam. Onun sırrı içinden geçeceksin ki yepyeni âlemlere varabilesin.

Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör (düşün). Güneş ve aya gurub etmekten hiç ziyan gelir mi? Bu hal sana batmak, kaybolmak gibi görünse de aslında bu hal doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır. 

Hz. Mevlâna

Günbatımı, şafağın kordan sayfalarına yazılmış bir hasret ezgisi. Yazan senin ruhun. Bestesini yapan da ömrün. Göklerde çizilen bu muhteşem tablo sana bir şeyler anlatmıyor mu?

Günbatımı gurbetin, garipliğin senin. Gariplik, yabancılığı buram buram yaşadığın ve asıl vatandan ayrılığın hüznüne büründüğün bir hal bu dünyada. Sanki bir limandasın; uzaklaşan bir geminin ardından ömrünün seferine el sallıyorsun gibi durmadan ufuklara dalıyor gözlerin, giden kızıllığın ardından. Ne var ötelerde? Neden içinden yükselen bu sessiz ağlayış? Senin de mi ruhun usandı bu dünyanın darlığından? Ne var güneşin bittiği yerde? Bir yok oluşsa bu; niçin içindeki bu ötelere vuslat arzusu? Kim çağırır; neden çağırır bu saatlerde seni?

Yolculuk, her zaman düşündüm onu;
İçimde bu azgın davet ne demek?
Oraya, nerdeyse güneşin sonu,
Uçmak, kayıp gitmek, kaçıp dönmemek.

Her akşam, aynı yer, aynı saatta,
Güneşten eşyama düşen bir çubuk;
Yangın varmış gibi, yukarı katta,
Arkamdan gel diyor, sessiz ve çabuk!

Necip Fazıl Kısakürek / Yolculuk

Vakit geldi. Birazdan aslî yuvamızdan ayrı kalmanın acısına düşeceğiz. Güneşin ışıkları elif gibi uzayacak ve çubuklar dokunacak canımıza… Akşamın elleri yavaş yavaş ta iliklerimizden çekmeye başlayacak tüm varlığımızı. Hz. Mevlâna’nın dile getirdiği ney gibi için için yanan ruhun figanıyla gözlerimiz dolacak.

Küçük Prens ve Günbatımı

Güneşin ışıkları elife benzeyecek; her elif aynı ok gibi saplanacak yüreğine. Işıklar elif harfinin, güneş ise he harfinin şeklinde. “Elif” ve “he”; yani “ah”, A ve h, Allah kelimesinin ilk ve son harfleri. Ve bu harflerden âh çıkıyor.

Güneşin ışıkları elife (yani oka), kütlesi he harfine benzediğinden her gün âh (Allah) diyerek doğar.

Prof. Dr. Süleyman Uludağ

Akşamın ateşîn gözleri, bebeklerinden doğacak yeni bir fecrin müjdesiyle dolu. Ne günbatımı bir yok oluştur ne de ölüm. Yüreğinden çıkan her ah… O’na giden yolun çizgileri. Sen sadece yürümeye devam et bu yolda.

‘Geometrici dostum, senin için Tanrı’ya dua edeceğim.’

‘Bedenim için kesinlikle endişelenme. Ayağım ölü, kolum ölü ve yaşlı bir ağaç gibiyim. Oduncuya bırak işi…’

‘Hiç pişmanlığın yok mu geometrici?’

‘Ne pişmanlığım olacakmış? Sağlam bir kol ve sağlam bir bacak hatırlıyorum. Ama yaşam bütünüyle doğumdur. Ve insan nasılsa, öyle uyum sağlar yaşama.

Sen hayatında hiç çocukluğunun, on beş yaşının ya da olgun yaşının özlemini çektin mi? Bunlar kötü şairin özlemleridir. Burada kesinlikle pişmanlık yoktur, melankolinin güzelliği vardır.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.326

İçinde hasreti çoğaltan bu şafaklar, sır âlemlerin eşiği. Onlara basmadan geçemezsin. Dikkatle bakabilsen onlara, üzerlerine gök kapılarının gölgesinin düştüğünü göreceksin.

Zaman bitti. Artık yoksun. Varlıktan yokluğa geçti… Kıyamete kadar hiçliğin mutlak huzurunu yaşayacaksın. Sonsuzluğa hoş geldin, Küçük Prens…

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.280

İçin kıpır kıpır değil mi? Ruhunsa uçtu, uçacak… Onun içindir bir günde 44 yıllık ömrün kadar tekrar doğacağın yerin hayaliyle gurubu seyredişin. Güneşin kor parmakları değdikçe ötelere, sen de onlarla erir gibisin. Eri ki küçük adam; uzaklarda yokluğunla tamamlanacak bir âlem, yeniden doğumunu bekliyor senin.


1. İki cihan (dünya ve ahiret) benim içime sığar, ancak ben bu dünyaya sığmam.
     Mekân dışı olma cevheri benim, ancak yine de varlığa ve mekâna sığmam.
2. En küçük varlık da güneş de benim. Dört (dört unsur: toprak, su, rüzgâr, ateş), beş (beş duyu) ile altı (altı yön: sağ, sol, ön, arka, üst, alt) da benim.
     Sözle anlatılan görünüşe bak, ancak ben anlatmaya da sığmam.

‘Küçük Prens ve Günbatımı’ İllüstrasyonları © Kettana ve Park Me Suk
‘Küçük Prens ve Kral’ İllüstrasyonu © YuYu Jeong
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply