Masasının Başından Kalkamayan Zavallı Bir Bilim Mahkumu

0

Metaforik anlatımlar… aynı düğmeler gibi. Bastığınızda sizi hayalleriniz ve yorumlarınız kadar göklerde uçuruyor, deryalara daldırıyor, derinlere götürüyor. Bu düğmelerden birisi Exupéry’nin; yani pilotun içsel yolculuğuna çıktığı “çöl.”

Çöl, insanın iç dünyasında yapacağı yolculuğa en uygun ortam. Çöl, bu ortamda kendimize dönüş; çokluktan, kalabalıktan kaçtığımız sadelik. Çöl, aklımızdaki, kalbimizdeki çile, yaşadığımız dünyanın fani olduğunu idrakimize gösteren bir ayna. Çöl yalnızlığımız. Bazen içimizde kuruyan, kavrulan susuz, bereketsiz, manasını yitirmiş yanlarımız. Ve hayatın cilveleri, farklı zamanlarda çölün birbirine benzemeyen bu metaforlarını bizde yaşatıyor.

Kuruyan, kavrulan, susuz manasıyla hiç kimse benim iç dünyam çölleşemez dememeli. Çünkü her yaradılış buna müsait. Yağmur almayan yerler çöle dönüşebildiği gibi maneviyatın, sevginin yıkamadığı canlar da gün gelip çölleşebiliyor. Rahmet serinliğinin huzur verdiği ortamlar anlamsızlaşıp kurudukça kalbî değerler suyunu çekebiliyor. Güneşin doğrudan gelen kavurucu ışıkları topraktaki suyu buharlaştırır. Merkezini kaybetmiş manasız bakışlar da yaşamı olumsuz değerlendiriyor. Bunun sonucunda ilk önce sineler, sonra duygular, düşünceler kuraklaşabiliyor.

Çöl sakinleri göçebedir. Yaşamları dağınıktır. Çölde hayal ve umut vahadır. Umut yakalandığında bu su kaynaklarının yakınlarına otağlar kuruluyor. Çölün verimli, bereketli yeşilliğinde yaşamlar tazeleniyor.

Kim kendini tanıyabilir? İnsan, içinin derinliklerinde varoluşunun gerçeğini ve ileride ne olacağını aramalıdır. Çünkü ne olduğumuzu ortaya çıkarmak çok uzun zaman alır.

Bu uzun serüven bir anlamda yeniden bulunan çocukluk ruhunun yardımıyla pilotun bir tür iç hesaplaşma yaşamasıdır.

Pilot, tüm gezegenlerin kendi gezegeni olabileceğinin, onu diğerlerinden ayıranın ne olduğunun ve bizden daha büyük olanla alış-verişimizi sağlayacak bir eser oluşturmamızı engelleyen şeylerin farkına varır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.72

Exupéry, Küçük Prens’in gezegenler bölümünde içimizde bu çöle sebep olan yönlerimizden nasıl kurtulacağımızı, kendi yalnızlığımıza nasıl son verebileceğimizi gösterir. Çünkü her tip, kalbi kurulaştıran ve vicdanın verimini yok eden nefsin ayrı bir yönünü yaklaştırıyor bize. Yoksa kendini tanımadan bir hayatın yok olması çok acı.

Altıncı gezegen bir öncekinden on kez daha büyüktü. Cilt cilt kitaplar yazmakta olan yaşlı bir adam yaşıyordu burada. Küçük Prens’in geldiğini görünce, “İşte bir gezgin!” diye bağırdı.

Küçük Prens masaya oturup bir süre derin derin soludu. Şimdiden çok uzun gelmişti yolculuğu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.67

Kendi küçücük dünyasında yaşayan silik fenercinin aksine bu gezegende yaşam zengin, imkanlar çok geniştir. Küçük Prens’in karşılaştığı bu dünya, iki yüzü olan bir dünyadır. Görünüşte her şey görkemli. Kibarlık, yaşanmışlık, kitaplarla çevrili bir kültür portresi ve büyük işlerin gerçekleştiği ciddi bir atmosfer.

Her gezegendeki adamın Küçük Prens’i gördüğündeki ilk tepkisi onun yaşam felsefesini, bakış açısını gösteriyordu. Coğrafyacının tepkisi de “İşte bir gezgin!” diye bağırmak oluyor.

Yine tek kişilik ortam, yine yalnızlık.

‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu adam ona. ‘O kocaman kitap ne kitabı?’ diye Küçük Prens sordu. ‘Ne yapıyorsunuz?’

‘Coğrafyacıyım.’

‘Coğrafyacı nedir?’

‘Coğrafyacı bütün denizlerin, kentlerin, dağların ve çöllerin yerini bilen bir bilim adamıdır.’

‘Çok ilgi çekici,’ dedi Küçük Prens. ‘İşte sonunda gerçek bir meslek!’

Sonra da çevresine bakındı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.67

Uzaktan bakıldığında mükemmel bir tablo. Ancak yaklaştıkça göze batmaya başlayan bozuk çizgiler, dökülmüş yerler… Bazı insanlar da böyledir. Tanıdıkça hayal kırıklığına uğratırlar sizi. Onun için bu tipler yakınlarına pek yaklaştırmazlar. Uzaktan seyredilen, nadide, pahalı tablolar gibi aşırı mesafelilerdir

Altıncı gezegen heybetlidir; zavallı fenercinin gezegeninden on kat daha büyüktür. Bu gezegenin sakini görünümlü bir beyefendidir: Burada cilt cilt kitaplar yazan yaşlı bir beyefendi yaşıyordu. O bir coğrafyacıydı. ‘Nihayet gerçek bir meslek!’ der Küçük Prens içtenlikle. Ancak çok geçmeden bilim adamının ciddiyeti onu hayal kırıklığına uğratır. Çünkü Küçük Prens coğrafyacıdan gezegenin güzel olup olmadığını, orada bir okyanus bulunup bulunmadığını öğrenmek ister.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.80

Bir bilgin. Coğrafyacı olduğunu söylüyor. Küçük Prens’e “Nihayet gerçek bir meslek!” dedirtecek, insanlığa yararı olacak görünümde. Geniş masa, üzerinde kitaplar ve yazmakla meşgul bir adam. Hele ulaşılamazlık içindeki ciddiyeti… Daha önceki gezegenlerdekilere benzemiyor.

Her şeyin sade olanı güzel. Her sözün yürekten konuşulanı tesirli. Ve her insanın olduğu gibi görüneni. Malzeme zaten kaliteli. Orijinal olana dışarıdan yabancı malzeme katanlar kaliteyi bozar. Onun için aşırı süslü, gereksiz gururlu tavırlar kalitede bir problem olduğunun göstergesi. Bu problem, ciltler arasında kendini saklayan bir dünyadan, Küçük Prens’in yaklaşımıyla ortaya çıkmaya başlıyor.

Küçük Prens tabloya yanaşmaya başlar, yani soru sorar. Sorar sormaz tablodaki büyü bozuluyor. Ve her fırça darbesi, her renk, aslını gösterdikçe Küçük Prens’i hayal kırıklığına uğratıyor.

Coğrafyacının gezegeni Küçük Prens’in gördüğü en görkemli ve en büyük gezegendi. ‘Gezegeniniz çok güzel,’ dedi coğrafyacıya. ‘Okyanuslarınız da var mı?’

‘Bunu söyleyemem,’ dedi coğrafyacı.

‘Yaa!’ Küçük Prens hayal kırıklığına uğramıştı.

‘Dağlarınız, peki?’

‘Bunu söyleyemem,’ dedi yine coğrafyacı.

‘Peki kentler, ırmaklar, çöller?’

‘Bunları da söyleyemem,’ dedi adam.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.68

Ancak coğrafyacı bu konularda cahildir. Bunu süslü bir dille şöyle ifade eder:

‘Benim bunu bilmem mümkün değil,’ dedi coğrafyacı. Salt bilim insanının bilgilendirmekten duyduğu gururla izah eder: Şehirleri, nehirleri, dağları, denizleri, okyanusları ve çölleri saymak coğrafyacının işi değildir. Bir coğrafyacının orada burada dolaşmaktan çok daha önemli işleri vardır. Coğrafyacı çalışma masasının başından ayrılmaz.

Bilim adamımız sadece delillerden ve modern deyişle nedensellikten söz eder. Onun için araştırma konusunun ne olduğu önemli değildir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.81

‘Ama siz coğrafyacısınız!’

‘Pek tabii,’ dedi coğrafyacı, ‘Ama gezgin değilim. Gezegenimde tek bir gezgin yok. Kentleri, akarsuları, dağları, denizleri, okyanusları ve çölleri gidip saymak coğrafyacının işi değildir.’

Coğrafyacının gezip tozmaktan daha önemli işleri vardır. Bu masadan ayrılamaz ama gezginleri kabul edebilir. Onlara sorular sorar, gezi izlenimlerini not alır.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.68

Bir coğrafyacı; ancak masa başından kalkmıyor, gezginlerin ayağına gelmesini bekliyor. Yeniliğe atılan adımlar yok. Sadece okuyor ve öğrendiklerini haritalıyor. Bilgin olduğunu söyleyen, ama gezegeninin dağlarını, şehirlerini bilmeyen tuhaf bir kişilik. Tanımak, araştırmak için hiç dolaşmaya çıkmamış. Sadece ordan, burdan kulaktan duyduklarını kayda geçiriyor. Bu bunu demiş. O öyle yapmış… “Mışlı yaşamlar”ın mışlı konuşmalarına örnek bir profil.

Coğrafyacı birden heyecanla yerinden sıçradı. ‘Sen! Sen de uzaklardan geldin! Sen de bir gezginsin! Bana geldiğin gezegeni anlat haydi!’

Coğrafyacı bunları söylerken büyük defterinin kapağını kaldırdı ve kurşunkaleminin ucunu sivriltti. Gezginler uygun kanıtlar getirmeden hiçbir şeyi mürekkeple yazmıyordu.

‘Evet?’ diye Küçük Prens’e baktı.        

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.69

Her meslek, insanı kainattaki varlığın, zerrenin yaradılış sebebine götüren bir yol olmalı. Emeğin olduğu yerde gözler, kulaklar, eller, ayaklar anlam kazanır. Yürek olduğunda her şey bir gayeye dönebilir. Ve insan kendinde başlayan, Yaradan’da biten öyle bir yola düşmeli ki, güneşi başka, bağları başka, uğrunda çekilen çileleri, gözyaşları bambaşka görebilmeli.

Coğrafyacı işini, içinden gelen bir özenle ve ruhundan gelen ilhamla yapmıyor. O sadece not alıyor. Özenle ucunu açtığı kalemin diliyle duygusuz, heyecansız yazıyor. Görev anlayışı kitap sayfalarında, yazacağı kâğıt üzerinde. Bunların ötesinde hiçbir değer ve anlam bilmiyor. Onun; güneşi, bağları, uğrunda çekilen çileleri, dökeceği yaşları bambaşka görebileceği bir yolu yok. Halbuki olsa, yaptığı iş hayatına anlam katacak; bu da hak olduğu sürece yapılan ne olursa olsun coğrafyacıyı mutlu edecektir.

‘İnsanlara tinsel bir anlam, tinsel bir huzursuzluk nasıl geri verilebilir; üzerlerine onları baştan ayağa titretecek, ilahiye benzeyen bir şey nasıl yağdırılabilir ki… İnsanoğlu artık politikalar, bilançolar, çengel bulmacalarla yaşayamaz. Artık yapamaz. Şiirsiz, renksiz, sevgisiz daha fazla yaşayamaz. On beşinci yüzyıla ait bir ezgi dinlediğinde dahi tümüyle çöküşü anlayıverir. İki milyar insan sadece robotları anlıyor. Bizzat robota dönüşüyor.’

Antoine de Saint-Exupéry
Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.80

Bu hayatın nehirleri bazen deli akıyor diye nehir gözden çıkarılamaz. Çünkü su, canlının can damarıdır. Güneş yakıyor diye, kar donduruyor, rüzgâr savuruyor diye sırt çevrilemez. Çünkü kainattaki her varlık, ayakta diri kalışımızın sebebi. Ruhun da yaşadığını anlaması için inişleri-çıkışları, acıları, huzursuzluğu yaşaması lazım. Dünyaca ünlü besteler, güfteler, resimler, şiirler… Çoğunun kaynağında bir yürek yangını, bir hasret, bir acı vardır.

Acı-tatlı, üzüntü-sevinç, sıcak-soğuk, siyah-beyaz her şey dengede verilmiş. İnsanoğlu bu dengeyi bozmadan verileni yerinde kullanabilmeli. Ancak ne yazık ki verilene karşı gösterdiğimiz nankörlük bizi insanlığımızdan uzaklaştırıyor; iç zenginliğimizi kurutuyor. Ruhsuzlaşıyor, robotlaşıyoruz.

Parça’yı’ ‘Bütün’ içinde görmeden, insanı evrendeki yerine oturtmadan, bilgi işe yaramaz. Eğitimde Allah’tan, Peygamber’den, Kitap’tan mahrumsanız, “amaç” değer taşımaz.

İnsanı doğan güneşle, biten başakla, açan çiçekle, yağan yağmurla açıklamak gerekir.

Aklî bir özür taşınmıyorsa, insan bir ham meyve gibi niçin dalından koparıldı?

Bir enstrüman, kültürsüz, deneyimsiz insana nağmesini vermezken, insan bir robot mu sanıldı? Kalp aydınlanmadıktan sonra, bilgi ne işe yarayacak? 

‘İnsan’dan söz eden yok. ‘İnsan’ olmadan nasıl gelişme sağlanacak? ‘İnsan’ olmadan nasıl barış gelecek? ‘İnsan’ olmadan nasıl dinecek gözyaşları?

Kemal Ural / İnsana Gitmeliyiz

İnsan et ve kemik olmaktan ötede, geleceğe uzanır. Ağacın büyümesinde bir anlam vardır. Çünkü ağaç sadece kendisi için yaşamaz. O sadece kök, gövde ve yapraklardan ibaret değildir. Gün gelir çiçeklenir, tohumlanır, yeni bir hayata hazırdır. Ölümsüzlük kazanır.

Çünkü bizzat ağacın ağaç olan kendisi için yaşadığını, kendi kabuğuna çekilip yaşadığını zannediyorsan, zevk denen şeyden hiç nasibini almamış sayılırsın. Ağaç kanatlanmış tohumların anasıdır. Bu nesilden öteki nesle şekil değiştirir, güzelleşir. O senin arzuna değil, bir yangın gibi rüzgârın arzusuna ayak uydurur. Dağa bir serde ağacı dikersin, bakarsın asırlar boyunca orman büyür gider.

Ağaç kendini ne zannedebilir? Kök, gövde ve yaprak. Köklerini toprağa gömerken kendine hizmet ettiğine inanır. Halbuki ancak bir yol, bir geçittir. Toprak onun aracılığıyla güneşin tatlılığına kaynaşır, tomurcukları sürer, çiçekleri açar, tohumları yapar ve tohum, tutuşmuş ama gözle görülmeyen ateş gibi hayat getirir.

İnsan da meydana getirdiği eserle manen zenginleşir, beslenir. Mesela der Saint-Exupéry, ‘Bir mülk sahibi, herhangi bir insanla aynı şey değildir. Onda daha bir ferahlık, daha bir genişlik vardır. Çünkü ancak kendisinden toprağa bir şeyler veren, onu kurtarmak ve güzelleştirmek için mücadele eden kimse mülkün ne demek olduğunu anlayacaktır ve kendisinde mülk aşkı doğacaktır. İmparatorluğun bir nöbetçisi için de durum aynıdır. Kendisi için mevcut olan bütün güçlüklere rağmen, imparatorluğun nöbetçisi olduğu için yaptığı işte bir anlam bulur.’

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.24
Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.906-907

Bu âlemde her varlığa mülkten bir pay düşüyor. Bunu görebiliyorsak bize düşen, bu payda sadece hakkı yaşamak ve paylaşmak. Göremediğimiz gaybî ellerin uzattığı maddî, manevî nimetleri değerlendirebilmek. Yok, göremiyorsak ve değerlendiremiyorsak batıla, batılın kaynağı olan nefse yandaşlık etmek. Sayısız eğri yollarda şeytana yoldaş olmak.

Huzursuzluk, ağrıyan bir yerimizin olduğunu haber veren iç sesimiz. Demek ki ölmemiş; yaşam savaşı veriyor. Bunu fark eden, ağrıyı uyuşturmak yerine nasıl iyileştireceğini düşünmeli. Çünkü dilsiz köşelerde, yıkılmış harabelerde ölümün sesi yankılanır.

Exupéry bu gezegende çağın başka bir modelini çizmiş. Bu tipleme günümüzde, bilhassa ülkemizde iyice önlerde. Her yerde onun sesi, onun görüntüleri var. Bu bir entelektüel; ama sahtesi. Yarım doktor hastayı canından edermiş. Bu tip de iğreti saptamalarıyla toplumu sağlıklı düşünceden, gerçekleri görme, doğru değerlendirme yeteneğinden ediyor.

Gerçek bir mesleğe sahip olan bu sahte entelektüel sadece kulaktan duyma şeyleri tanır ve bürosundan dışarı hiç çıkmaz. Öyle bir entelektüel ki bir yandan kesin olabilme kaygısı duyarken diğer yandan hiçbir şeyin kesinliğine inanmaz. Önce kurşun kalemle not alır, ardından mürekkeple yazmak için kanıtların gelmesini bekler. Sadece kalıcı kavramlara saygı duyarken geçici olanları hesaba bile katmaz.

Yaptıklarıyla karanlıklar içinde kaybolanları aydınlığa çıkaracakken kendisi gerçeklerden kopuktur.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.72

Entelektüel’in kökeni Latince intellectus (anlamak) sözcüğüne dayanıyor. Yani “entelektüel” kapsamlı bilgi ve birikimin dışında kültür ve sanatla da derinlemesine ilgilenmeyi gerektiren bir potansiyele sahip olmalı. Aynı bir “düşünür” gibi. Entelektüelin hem aklı hem kalbi hem vicdanı aydınlık olmalı. Her zaman gerçeği konuşmalı ve topluma karşı bu hususta sorumluluğunu bilmeli. Safi kuru bilgiyle kalmayıp kalıplara sığmayan fikirler üretebilmeli. Üzerinde durduğu meseleyi anlamak ve çözümlemek için, o şey hakkında araştıran, okuyan ve özgürce yorumlayan bir yol çizmeli.

Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.

Uğur Mumcu

Kısacası; gerçeği konuşmayan, toplumun sorumluluğundan ziyade menfaatini gözeten, kuru bilgiye takılarak özgür alanlarda koşturmayan, aklı, kalbi, vicdanı donuk olan kişi asla entelektüel değildir. O olsa olsa “entel”dir.

Entel adam, sahte bir entelektüeldir. Olmadığı gibi görünme çabasıyla kıvranır. Hatalarını boşluklarını çıkarmasın diye muhatabına konuşma fırsatı tanımaz; bunun için bağırıp çağırır. Birbirine benzeyenler birbirinin aynasıdır. Entelektüel geçinen adam da kendisi gibi olanların aynasında sadece tek tip görür. O tip her şeyi bilir, hangi konu olursa olsun süslü lafları birbirinin ardına sıralar. Söylenenleri hazmetmez; yutar. Hazımsız tavırlarıyla türlü kaprislere bürünür.

Çün şitâda zâğlar pür-cûş olur
Uzlet eyler bülbülân hamûş olur1

Mevlâna / Mesneviden beyitler

Kış yaklaşıyor. Havalar soğumaya başladı. Kulağınızı verin tabiata. Havada en çok neyin sesini duyuyorsunuz? Kargaların. Çünkü mevsim onların mevsimidir; artık bütün dallar onların. Baharın bülbüle aşina olduğu gibi. Fikir dünyasının da mevsimleri var. Nicedir kışı solukluyoruz. Her dalda bir karga olunca bülbül sesleri azalmaya başladı.  

Ayrıca bir bahçe gül yetiştirmezse, o bahçeye bülbül neden uğrasın!… Yaradan’ın verdiği güzelim toprakta gül yetiştirebilecek hünerli bahçıvanlar olamadık. Kış olmasa da kargalar daha da saracak her yanımızı. Hem güle hem bülbüle hasret kaldık.

Tarlaların en hası bir verdiğine bin verir. Her dalı bin verecek buğdaylar üretemedik. Her tanesinde nice hikmetleri taşıyabilecek başaklarımız, içi doldukça tevazu ile eğilen başlarımız gitgide azalıyor. Şimdi o başlar maddeye, menfaate zillet içinde baş eğiyor. Hikmetle yeşertemediğimiz topraklarımız çoraklaşıyor.

Yüreklerinin zenginliğiyle değil, tutarlı akıl yürütmelerle düşünenler ve akla göre davranmak için tartışanlar kesinlikle eyleme geçmeyeceklerdir. Çünkü onların tasarımlarına onlardan daha becerikli biri, daha güçlü deliller getirecektir. Ve öbürleri de bunları düşündükten sonra daha güçlü delillerle karşı çıkacaklardır. Ve böylelikle, becerikli avukattan daha becerikli avukata, sonsuza kadar gidecektir. Çünkü kesinlikle kanıtlanan gerçek yoktur, sadece var olduklarına göre açık seçik olan geçmişin gerçekleri kanıtlanabilir.

Ve eğer herhangi bir eserin niçin büyük olduğunu akılla açıklamak istersen, bunu başarırsın. Çünkü kanıtlamak istediğin şeyi önceden biliyorsun. Ama kesinlikle yaratma böyle değildir. Muhasebecine taş versen, tapınak inşa etmeyecektir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.195

Coğrafyacı masasından kalkıp yolunu gözlediği gezgin gibi olabilse… Gördüklerinden öte, kendini insan hissettiren her varlıktaki güzelliklere, derinliklere kalbiyle dokunup, aklıyla görüp, eliyle alabilse… Diliyle, canıyla, hayatıyla dağıtabilse. Çünkü başkalarına yararlı olmak adına yapılan her işin, gönül âleminde tadına varılamaz.

…Ama ben gene de haritalarımı açtım, ne olursa olsun, yolu benimle birlikte biraz gözden geçirmesini rica ettim. Lambanın ışığı altında, kıdemli arkadaşımın omzuna yaslanarak eğildim, okul huzurunu yeniden buldum.

Ve öylesine görülmedik bir coğrafya dersi aldım ki! Guillaumet, İspanya’yı öğretmiyordu bana; İspanya’yı bana dost ediyordu. Ne su ne insan ne de hayvan dağılımından söz ediyordu. Guadix’yi anlatmıyordu bana, Guadix dolaylarında, bir tarlanın kıyısındaki üç portakal ağacını anlatıyordu: “Onlardan sakın, haritana işaretle…” Ve böylece üç portakal ağacı, Sierra Nevada’dan daha fazla yer tutuyordu haritamda.

Lorca’dan söz etmiyordu bana, Lorca yakınlarında bir küçük çiftlikten söz ediyordu. Canlı bir çiftlikten. Bir de çiftçisinden. Ve çiftçinin karısından. Ve uzamda yitip gitmiş bu çift, bizden bin beş yüz kilometre ötelerde, müthiş bir önem kazanıyordu. Bir güzel yerleşmişlerdi dağlarının yamacına; yıldızlarının altında, fener bekçileri gibi, insanların yardımına koşmaya hazır bekliyorlardı.

Böylece, dünya coğrafyacılarının hiçbirinin bilmediği ayrıntıları, unutulmuşluklarından, tasarlanmaz uzaklıklarından sıyırıyorduk. Öyle ya, coğrafyacıları büyük kentlere su veren Ebre ilgilendirir yalnız. Mortril’in batısında, otlar altında gizlenmiş olan şu dere, otuz kadar çiçeği emziren şu ana, ilgilendirmez.”

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.13-14

Guillaumet İspanya’yı öğretmiyordu bana; İspanya’yı bana dost ediyordu.

Ve böylece üç portakal ağacı, Sierra Nevada’dan daha fazla yer tutuyordu haritamda.

Eğitim ve öğretim denilen şey, bize ülkeleri tanıtmak yerine onları dost edinmeyi öğretseydi… Gökyüzünü, atmosferi inceletmekten öte mavilikteki özgürlüğü ve ruhu şahlandıracak ufukları idrak ettirebilseydi… Hele… “Canlılarda üreme nasıl olur?” sorusunu değil, “Onlara nasıl şefkatli olunur?”u sordursaydı… Böyle mi olurduk? Böyle mi toplamaya çalışırdık ellerimizle her yere dağılmış, parçalanmış genç yürekleri?


‘Coğrafyacı’ İllüstrasyonu © Victor Maury


1. Kış geldiğinde kargalar iyice coşar ve bülbüller (bu gürültülü ortamda) bir köşeye çekilerek susar.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply