Koyun Çiçeği Yedi miydi Bütün Yıldızlar Kararıverir…

0

Adamın biri dört kişiye bir dirhem verdi.

Adamlardan biri: ‘Bu parayla engûr alalım’ dedi.                                                       

Diğeri Arap’tı: ‘Hayır, ‘dedi, ‘ben inep isterim, engûr değil.’

Üçüncüsü Türk’tü: ‘Ne engûr, ne inep, bununla üzüm alalım’ diye tutturdu.           

Dördüncüleri Rum’du, o da itiraz etti: ‘Bırakın bu lafları,’ dedi, ‘bununla istafil alalım.’

Derken kavgaya başladılar. Birbirlerini yumrukluyor, tokatlıyor­lardı. Pek çok dil bilen âlim birisi onları gördü: ‘Durun,’ dedi, ‘hepinizin de istediği olacak.’

Parayı aldı, onlara üzüm getirdi.

Mesnevi II / 3681-3742

Kavganın sebebi, birbirinin dediğini anlamamak. Oysa hepsinin isteği aynı: Üzüm.

Mesnevideki hikâyede olduğu gibi bizler de bir şey istiyoruz. Ortak olan bir şey: “Sevgi”. Sevmeyi, sevilmeyi istiyoruz. Ailede, toplumda, her birliktelikte aranılan o; ama başka dilden konuştuğumuz için anlaşamıyoruz. Bilsek ki gönül tek dilden konuşur ve orada sadece sevilenin ruhu vardır… Bilsek ki o ruhla yollarımız açılır.

Ancak görüntüye takılmak, başarıda rekabet savaşı, dediğim dedik sloganları gibi engeller tıkıyor önümüzü. Bütün ilişkilerde insanın en önemli sorunu bu: Kendini anlatamamak. Zihnindeki düşünceleri kelimelere dökememek… Dökebilsek, dilimizin ucundakiler sadece kulaktan değil; gönülden geçebilse sıkışmayacağız içimizde. Diyemediklerimiz üst üste birikmeyecek. İçimizde duvarlar oluşmayacak. Ne yazık ki bunlar, gün geçtikçe aşılamayacak hale gelerek hücremiz oluyor bizim. Çıkamıyoruz.

Bir şey söylemedim. O anda aklımda tek bir şey vardı. ‘Eğer bu cıvata hâlâ gevşemeyecekse çekiçle vurup kopartacağım,’ diyordum içimden. Küçük prens düşüncelerimi dağıttı yine:

‘Demek sen sanıyorsun ki çiçekler…’

‘Hayır! Hayır!’ diye bağırdım. ‘Hayır, hiçbir şey sanmıyorum ben. Aklıma ilk geleni söylemiştim yalnızca. Görüyorsun ki çok önemli işlerim var benim!’

‘İşte orada, o yıldızlardan birinde benim çiçeğim. Ama koyun çiçeği yedi miydi bütün yıldızlar kararıverir… Bu da hiç önemli değil, öyle mi?’
Sözleri hıçkırıklara boğuldu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.35

Önyargılar, dinleme özürlülüğümüz, anlayışsızlık dikenleri, süratle geçen zaman ve gürültülü duyguların kirliliği aman vermiyor. Ve ümitsizliğe düşerek içimizde gitgide kayboluyoruz. İşin acı yanı; çözümü karşı tarafa bir yafta1 yapıştırmakta buluyoruz: İçine kapanık, yazık depresyonda, silik… deyip geçiveriyoruz. Ve bu yaftayla nice kepenklerin indiğinin farkında değiliz. Gün ışığına çıkmamış duyguların umurunda değiliz.

Bunların çözümü Küçük Prens’in çocuk bakışında. Ne vakit ki bizler bu tertemiz bakışı bulacağız; önyargıları atarak dinlemeyi öğreneceğiz, duyguları zaaflardan temizleyip çözüleceğiz, almaktan öte vermeyi bileceğiz; işte o zaman hücre kapıları açılacak. Ne vakit ki biz zamanın etrafında değil, zaman bizim etrafımızda dönmeye başlayacak; işte o zaman gönül elimiz uzanacak ve sonra diğer eller… Çekilip çıkartılacağız hücremizden.

Saint-Exupéry bu sorunu, Küçük Prens ile Gül arasındaki diyalogda açıyor önümüze. Sanki senin de gezegeninde bir gülün; yüreğinde sevdiğin, aklında sorumluluk hissettiğin var mı? der gibi. Sanki görüntüye takılma, ardında saklananı neden göremiyorsun? Goncayı dikenle açacak sabah yelinin vakti gelmedi mi? diye sorar gibi.

Şimdi de yüzü al aldı.

‘İnsan bir çiçeği severse, milyonlarca ve milyonlarca yıldızda yalnız tek bir çiçek açarsa, işte o yıldızlara bakarak mutlu olur.

Kendi kendine şöyle der: İşte orada, o yıldızlardan birinde benim çiçeğim. Ama koyun çiçeği yedi miydi bütün yıldızlar kararıverir…

Bu da hiç önemli değil, öyle mi?’ 

Sözleri hıçkırıklara boğuldu. Gece olmuştu. Aletlerimi olduğu yere bıraktım. Şu anda çekicin, cıvatanın, susuzluğumun ne önemi vardı?

Yıldızlardan, gezegenlerden birinde, benim gezegenim Dünya’da bir Küçük Prens vardı avutulacak. Kollarıma aldım onu ve başını okşadım.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.35

Çocuk bilinciyle minicik gezegenini ne kadar da ciddiye alır! Cansız bir çiçeğe ne büyük sadakatle bağlanır! Bu küçük erkek çocuğu koyunun sadece tek bir çiçeği yemesinden bile endişe duyarken, geleneksel olarak dişilere yakıştırılan, sorumluluğu altındaki varlığa bakım görevini etkileyici bir biçimde üstlenir:

Ne kadar duygulu bir çocuk! Çiçeğinin tehlikede olduğunu düşünürken hıçkırıklara boğulur. Hayatın katılaştırdığı, yüreğine nasır bağladığı pilot, dişi ruhunu, “anima”yı keşfeder. C.G. Jung

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.32

Carl Gustav Jung, her insanın psikolojik duygu ve tavırlar bakımından içerisinde karşıt cinsin nitelikleriyle doğduğunu ifade eder. Ona göre “anima” erkeklerde dişilik özellikleri gösterir. Kadınlardaki erkeklik özelliklerini gösteren ise “animus”tur.

Küçük Prens geldiği gezegenden bahseder pilota. Her insan, her duygu, her düşünce de bir gezegendir onun gezegeni gibi. Ve hiçbiri birbirine benzemez. Tek benzeyen ortak yan, gezegenin içinde bir gülün olması.

Her insanın kendine özgü bir dünyası var ve o dünyaya hayat veren bir kalbi. Kalbin içinde değerler; sevgi, şefkat, özgürlük… Hepsi gülün goncaları gibi açılmayı bekler.

Küçük Prens “gül”ünü özel dünyasından özenle çıkardığı bir fotoğraf gibi sunar pilota. Çabuk çabuk değil, derinden usul usul anlatır. Küçük bir gülü vardır küçücük, sade dünyasında. Mutluluğu, neşesi hep odur; merakı, heyecanı, endişesi hep gülü üzerinedir. Gezegeninde zamanın çoğunu onunla geçirir. Ancak sorunlar vardır. Öyle ki gün gelir; dayanılmaz olur. Gezegenini terk edecek kadar ağırlaşır gülüyle yaşadıkları.

Fakat zaman geçtikçe gülünden ayrılış Saint-Exupéry’e zor gelmeye başlar. Kendini suçlamaktadır. Gözü arkada kalanın, yüreğinde bıraktığının izi olur. Yoksa gönülden silineni akıl çok çabuk unutuyor. Küçük Prens de unutamamıştır; gezegeni hiç aklından çıkmaz.

‘İnsan hiçbir zaman çiçeğini dinlememeli. Ona bakmalı ve güzel kokusunu içine çekmeli yalnızca. Çiçeğimin kokusu bütün gezegene yetiyordu. Ama ben ona hak ettiği inceliği gösteremedim. Şu kaplanların pençeleriyle ilgili sözleri yalnızca acıma duygularıyla doldurmalıydı yüreğimi.’
….
Küçük Prens, ‘Gerçek şu ki,’ diye sürdürdü sözlerini, ‘bir şeyi anlamaya çalışırken neyi dikkate almam gerektiğini bilmiyordum. Sözlere değil, yapılanlara bakmalıydım. Güzel kokularıyla beni öyle büyülemişti ki… Ondan uzaklaşmamalıydım… Onun bana yaptığı o küçük numaraların arkasında yatan sevgiyi anlamalıydım. Çiçekler çok tutarsız oluyorlar. Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.39-40

Sevgi insanı insan, koruğu üzüm eden sabrın hayata gülüşüdür. Sevginin olmadığı yerde hamlık, karamsarlık hâkim. Bütün varlık âlemine bak! Sevgiden nasibini almayan var mı? Varsa da yaşayan bir ölüdür o; çünkü sevgi hayattır. Ancak kalpteki duyguların sevgiye dönüşebilmesi; kemale ermesi için zaman gerekiyor. Koruğun üzüm olması için sabır gerekiyor. Kalbin baharı için beklemeli.

Neden hayatın anlamını şekilden çıkarmaya çalışıyorsun. Şekle takılan, tırtılın hayatını kısa bilir. Kelebek olup göklere açılan bir hayata kısa denir mi? Sabret ve bekle üzüleceğin yerde. Çekirdekten meyveye giden yol uzun sayılır mı? Gayret et; varılacak olan “canan”dır.

Kim tohuma bakıp da bu, şu çiçeğin tohumudur diyebilmiş? Her şey elimize verilmiş bir tohum, bir çekirdek. Yüzünü şefkatle açıp, içindekini berekete dönüştürmek bize düşüyor.

Neden huzur ve mutluluk abartılarda, hep tamamlama gayretinde aranıyor? Bırak eksik kalsın. Kalsın ki tamamlamak için karşındaki elini uzatabilsin. Her şeyde mükemmellik arayışı paylaşıma ne kadar zıt…

Mutluluk kendini bir şeye vermek, dolayısıyla o şeyin şeklini almaktan ibarettir.

‘Tek ayaklı kundura tamircisinin önünden geçtim. Pabuçlarını sırma nakışlarla süslemekle meşguldü. Artık sesi kalmamışsa da şarkı söylediğini anladım: ‘Seni bu kadar mutlu yapan nedir kunduracı?’

Yanılacağını, mutluluğunun sırmalı pabuç halini almaktan ibaret olduğunu bilemeyeceği için bana kazandığı paradan, kendisini bekleyen yemekten ya da dinlenmekten söz edeceğini tahmin ettiğim için cevabını dinlemedim.’ (Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.533)

Mutluluk, statik bir kavram değildir. Mutluluk elde edilen nimetlerden istifade etmekten ibaret değildir. Bir gaye de değildir. Mutluluk, eser meydana getirmek uğruna sarfedilen gayretin bir mükafatıdır. Bu bakımdan, mutluluğun şartı mutluluk aramak değil; mücadele etmek, güçlüğü yenmek, tahammül etmektir.

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.84

Herhalde şunu bilmeyen yoktur; her sevgi yaşam süreci içinde de tehdit altındadır. Tehdidin kaynağı deneyimsizlik ve zayıflıklarımız, baştan itibaren uyumsuz birlikteliklerimiz ya da ilişkimizde tamamen ayrı yönlerde ilerleyen gelişim süreçlerimiz olabilir.

Böylece Küçük Prens gülünü ilk kez kaybetmiştir. Sevdiği için kendisini oldukça yalnız hisseder. Tüm sevenler gibi o da hakikatte hayal ve hayal kırıklığı safhalarından hızla geçer. Peki, bu ne anlama gelir?

Sevginin ilk başında tozpembe düşlerimizin cicim ayında, heyecan verici, asil, güzel ve etkileyici olan her şeyi sevdiğimiz insana yansıtırız. Onu göklere bizzat kendimiz çıkarırız. Büyük bir hayal kurar, psikolojik bir fantasmagori2 sahneleriz. Elbette bu esnada kendimizi kaledeki asil hanımefendiye ya da korkusuz şövalyeye benzetiriz. Yeni başlayan sevginin büyüsünde her iki insanda da hem göklere çıkarılan hem de çıkaran bir narsislik, kendilerinin dışındaki tüm dünyayı yok saymaya kadar varan bir kendini yüceltme tutumu söz konusudur. Sevdiğimiz insanın hayalimizdeki kusursuz kadın ya da erkek olduğuna kendimizi inandırırız.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.110

Consuelo… Abanoz siyahı saçlarının arasına ustalıkla yerleştirdiği iki kırmızı gülle aklımı başımdan alıyordu. Şu anda o günkü fotoğrafa bakıyorum. Aradan geçen onca yıl boyunca hafifçe sararmıştı. Üzerimde siyah kruvaze bir takım elbise var. Göğsümü pek bir azametle şişirmişim. Yeğenlerim önümüzde. Consuelo bana cennetin armağanı gibiymiş gibi tüm nahifliğiyle duruyor yanımda.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.145

Antoine de Saint-Exupéry ve eşi Consuelo

Ancak bizi çakır keyif yapan bu şampanya mutluluğunun sonunda ayılmamız kaçınılmazdır. İşte o zaman birdenbire karşımızdaki insanın tüm olumsuz yönlerini keşfederiz. Bu noktada hayal ve hayal kırıklığının gerçekliği gücünü, çatışmaya ve krize dayanıklılığını kanıtlamak zorundadır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.111  

Saint-Exupéry bu yeni dönemde bir şeyin iyice farkına vardı: Ne kadar uğraşırsa uğraşsın ailesinin kutsallık atfettiği değerlere daha aykırı bir kadınla evlenemezdi. Kendisi ne denli havai ve serseri ruhluysa karısı ondan hep birkaç misli daha öne çıkıyordu. Antoine konformist olmayı reddediyor ve hayatı başına buyruk yaşamayı seviyordu. Buna rağmen belirli sınırlar içinde kalması gerektiğini biliyor ve buna uygun olarak hareket ediyordu. Ancak Consuelo sınır tanımıyordu. İsteklerinin sonu gelmiyordu.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.157

Küçük Prens gezegeninden ayrılacağı; yani benliğinin dışına çıkacağı zaman sevdiği varlık; yani gül, onun aslında paylaşacakları bir varoluşu yakalayabilselerdi birlikte ne kadar mutlu olabileceklerinin farkına varmasını sağlar.

Sevdiği varlığın ona gösterebilecekleri ve ona sunabileceklerinin tadına varabilmek için egoizmin tutsaklığından kurtulmalıdır.

Aşkla karşılaştığımızda veya onu yeniden bulduğumuzda ruhun hayat bulduğu yere gelmişiz demektir. Bir tek duyguya indirgenemez aşk. Sadece onun yarattığı değişim sayesinde varlıkları ve olayları keşfedebiliriz ve anlayabiliriz. Ama buna karşılık aşkımızı göstermemize ve varoluşa bir anlam veren bağları oluşturmamıza izin veren evrenin keşfidir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.62

Gün olur da evrende; yani kâinatta kendi varoluşumuzu idrak edebilirsek işte o zaman bütün varlığı ve karşımızdakinin varlığını daha iyi anlayabileceğiz. Onun hallerini daha ılımlı karşılayabileceğiz.

Varlık dünyaya geldiği toprağın rengini, ikliminin kokusunu taşır. Farklı yerlerden gelmişse iki insan, birbirine benzememesi de doğaldır. Ortak alan oluşturduğumuz bir bahçemiz yoksa, çiçekler de kuşlar da terk eder bizi.

Her günü karşılayan sabah sevgileriyle beslenen köşelerimiz yoksa ne çayda dem olur ne biter gönülde sitem.

Yumuşak bir meltem, mırıltıların…
Okşuyor hoş, sıcak.
Gözlerime yaklaşımın, kucaklar gibi;
Kızarmış ekmek kokuyor kaygısızlığım.                       

Düşler, ağarmakta perdelerde
Çok şükür, yine…
El değmemiş saflığını yaşayacak soframızda
Kahvaltılık sevgilerimiz.

Henüz loş yollara düşmedi düşüncelerim
Sadece senin için
Bu çocuk uykululuğum.

Kırgınlıklar uyanmadan,
Azalmadan umutlardaki gayret…
Gün henüz acımadan çayın deminde;
Defalarca içelim tazeliğini dakikaların.

Kahvaltısız, soğuk mutfak yaşamlarının
Düşmeden içine
Sadeliğini bir yağ gibi sür yüreğime.

Seviyorum bu sıcaklığı,
Bu yuvayı.
Ne temiz bardaklarımız, tabaklarımız,
Ne leziz reçellerimiz…
Ve ne güzel,
Ne sığınılası ellerin var.

Seni,
Daha uyanamamış mahmurluğuyla seviyorum
Hayatın.

‘Onu dinlememeliydim,’ dedi bir gün bana. ‘İnsan hiçbir zaman çiçeğini dinlememeli. Ona bakmalı ve güzel kokusunu içine çekmeli yalnızca. Çiçeğimin kokusu bütün gezegene yetiyordu. Ama ben ona hak ettiği inceliği gösteremedim.’
….
‘Sözlere değil, yapılanlara bakmalıydım. Ondan uzaklaşmamalıydım… Onun bana yaptığı o küçük numaraların arkasında yatan sevgiyi anlamalıydım. Çiçekler çok tutarsız oluyorlar. Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.40

Antoine de Saint-Exupéry ve eşi Consuelo

Consuelo üçüncü kez dul kalmaktan kıl payı kurtulmuştu. Kocası boğulma şokunu atlatıp kendine geldiğinde bütün ısrarlarına rağmen artık uçmayı bırakıp kendine daha güvenli bir iş arayacağına dair herhangi biz söz alamamıştı onun ağzından. Ayağa kalkar kalkmaz hemen yeni bir iş aramaya başladı. Çok geçmeden de amacına ulaştı. İçlerine Aéropostale’in de katıldığı beş havacılık şirketinin birleşmesinden oluşan Air France oldu bu. Consuelo artık bir havacı karısı olmaktan kurtulamayacağını anlamıştı. Yaşamı hep kocasının çıktığı son uçuştan sağ salim dönmesini bekleyerek geçecekti. Antoine yeni işine alışmaya çalışırken o da zamanını çoğunu sanat dünyasındaki eksantrik arkadaşlarıyla geçirmeye başladı. Bu dönemde içkiye daha fazla sarıldı ve ilk kez melankoliyle tanıştı.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.156

Arkadaş çevrelerinde bazıları Consuelo gibi bir dulla evlenmenin Saint-Exupéry’yi yıktığını söylerken hatırı sayılır bir bölümü ise karısının ona ilham verdiğini, Gece Uçuşu’nu onun sayesinde tamamlayabildiğini ileri sürüyordu. Bu ikinci grubun haklılığı ileride tescillenecek ve Saint-Exupéry’yi tarihin en fazla okunan edebiyatçıları arasına sokacak olan Küçük Prens’in yazımında Consuelo’nun verdiği ilhamın büyük payı olduğu ortaya çıkacaktı.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.158

Küçük Prens bitmişti ancak kitabın yayımlanması bir türlü gerçekleşmiyordu.

Gecikmenin temel nedeni Consuelo’yla içsel hesaplaşmaları, bir anlamda ona gösteremediği şefkat nedeniyle helalleşme isteğiydi. Gülünü kırda otlayan kuzunun yiyebileceği kuşkusu, kökünde dolaşan köstebeklerin yol açabileceği tehlikeler, görünmeyen kaplanlar ve bütün bunlara rağmen “Gül”ünün kendini koruyabilmek için sadece dört dikeninin olması, Consuelo’yu işgal altındaki vatanında korunmasız bırakıp Amerika’ya kaçmasından duyduğu vicdan azabını yansıtıyordu. Gülü kendisini kuzuya karşı korumasını istediğinde, o bunu yapmamış ve gezegeni terk etmekte bulmuştu çareyi. Bunun için çok üzülmüştü, ama yine de kaçmıştı işte.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.245

Birlikte yaşamak isteyen bireyler kendi yaşam biçimlerinin kanun koyucuları, suçlarının yargıçları, günahlarını bağışlayan rahipleri, geçmişin zincirlerini gevşeten ve çözen terapistleridir; daha doğrusu öyle olurlar. Ancak aynı zamanda intikamcılardır; kırgınlıklarının öcünü alırlar. Sevgi, sevenlerin bizzat doldurmaları gereken boş bir formüle dönüşür.

Ulrich Beck ve Elisabeth Beck-Gernsheim3

Dostluk böylesine karmaşık bir olgu ise, acaba sevgi ne kadar karmaşıktır? Saint-Exupéry ve karısı Consuelo mutsuz evliliklerini ne düzeltmeyi ne de sona erdirmeyi başarmışlardır. Küçük Prens “Bayan Gül”ü, onun kaprislerine daha fazla katlanmak istemediği için terk etmiştir. Her ikisi de aralarındaki bağı korumayı başaramadıkları için ümitsiz ve üzgündür. Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.108

Neden seninle evlendim? Gül ve onun Küçük Prens’inin içinde bulunduğu durumda öyle görülüyor ki iki muhtaç ve çocuksu karakter şartlar böyle gerektirdiği için ister istemez bir araya gelmişlerdir.

Küçük Prens açısından fazlasıyla korumaya, aşırı sakınmaya dayalı gibi görünür. Küçük Prens bu ilişkiyi bir yoğun bakım ünitesi haline getirir. Usandıracak derecede şefkatli tutumuyla gül ve kendisi için çocukça bir mücadeleye girişir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.114

Saint-Exupéry seyahatleri nedeniyle eşinden uzun süre ayrı kalıyordu. Annesine yazdığı şu iki mektubunda bu ayrı kalışların içteki sıkıntısını şöyle dile getiriyor:

Kahire, 3 Ocak 1936

İnsanın ardında kendisine Consuelo kadar gereksinme duyan birini bırakması korkunç. Korumak, kanadının altına almak için yaman bir geri dönme gereksinimi duyuyor, görevinizi yapmanızı engelleyen kumları tırnaklıyorsunuz, dağları yerinden oynatırsınız o anda.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.119

Orconte, 1940

….
Anneciğim, savaş uzayıp tehlikeler, gelecekle ilgili gözdağları arttıkça, sorumluluğu yüklendiğim kişiler adına duyduğum kaygı büyüyor. Zavallı Consuelo’cuk kimsesizliğiyle yüreğimi sızlatıyor. Anneciğim günün birinde Güney’e gelir de size sığınırsa, benim hatırım için kızınız gibi karşılayın onu.

Canım anneciğim, mektubunuz müthiş üzdü beni, çünkü suçlamalarla dolu, bense tepeden tırnağa sevgi dolu mektuplar bekliyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.121

Gösterişsiz, gürültüsüz, sakin… Şefkat kanatlarının altında yaşamak… Anne sevgisi. Keşke bütün duygular böylesine duru, içten olsa. Hakiki sevgi riyayı, gürültüyü sevmiyor. Severse o zaten hakiki sevgi değildir; sadece tutkudur, maddî aşktır. Madde yıkılır, erir, kırılır, parçalanır; ama ruha bir şey olmaz. Onun için duyguları ruhla öyle yoğurmalı ki özü çıksın.

Hayat denilen nedir? Beklemek; sabretmek ve hakikati bulmak için sükunetle derinliklere yapılan bir yolculuk değil mi?


1. Üzerine asıldığı veya yapıştırıldığı şeylerle ilgili bir bilgi veren yazılı kâğıt parçası. Bir kişiye veya kuruma bir isim yakıştırıp, isim takma
2. Rüyada olduğu gibi tutarsız ve değişen hayaller dizisi.
3. Sosyoloji profesörü Alman karı koca
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply