Kötünün İyiliğe Üstünlüğü veya İyinin Kötüye üstünlüğü Senin İradende

2

O kadar memnunum ki, kurduğumuz yuvaya yer olarak eşimle Kadıköy’ü seçtiğimize. 70’li yıllardan bu yana buralıyız. Her semtini seviyorum; ama sahile yakın olanlar -Suadiye, Bostancı- bir başka bizim için. Bulunduğum yerden bu kadim dost yüzünü seyretmek çok güzel. Evler… Üç katlı, dört katlı, yedi katlı gittikçe yükselen siluetler… Renkleri, mimarileri yetiyor zevkimi okşamaya. Bunca betonlaşmaya rağmen diğer bölgelere kıyasla yeşille bütünleşmiş köşeler daha fazla buralarda. Eski İstanbul’un ruhu okşayan nezih esintileri halen hissediliyor. Her yer sessiz… Sessizlik, benim için düşüncelere dalmak demek. Hangi ortamda olursam olayım, tefekkür deryasına dalmak ruhumu serinletiyor. Gölgelerin duvarlara yaslandığı bu yaz ikindisinde yine düşüncelere dalıp gitmişim. Her zamanki gibi iç âlemimde iki Elif karşılıklı bir sohbete başlayacak ve ben gerçekleşecek bu sessiz sohbeti izleyeceğim:

.Sadece ben değil, çoğu insan güzel yapıları seyretmekten zevk alır. Ancak içlerinde oturmaya gelince, güzelliğin yanında yapının sağlamlığı ve güvenli oluşu da aranılır. Binanın merdivenlerinden çıkmak, tek tek odalarını dolaşmak, duvarlarına, kapılarına dokunmak ve kullanılan malzemeyi uzmanından öğrenmeye çalışmak. Ayak basılan zemine itimat. Bunların hepsine gösterilen titizlik bir ihtiyaçtır. Zaten her şeyde de bu titizlik olmalı. Mesela ilişkiler ve insanlar… Onları izlemek, yaradılışlarındaki ahengi, sanatı görmek güzeldir. Ama onlarla yakınlık kurmak başkadır. Hele kurulmak istenen dostluklardaki seçicilik daha başkadır. 

.Peki, neden böyle davranıyoruz? 

.Çünkü fıtratımızdaki yakîn; kesin kanaate varmak, tatmin olma ve bunları kapsayan güven duygusu böyle olmamızı gerektiriyor. Aynı toprağın suya kanması, onunla bütünleşmesi gibi. Güneşin tenimizdeki sıcaklığı, ışıklarının varlığın çizgilerinde yansıması gibi. Yoksa ne su toprağa ne güneş varlığa yakın olabilir. Ne de bu yakınlıktan nice yaradılış mucizeleri ortaya çıkabilir. Sadece bilmek ve görmek yetmiyor. Bizi yaşadığımızla bütünleştiren şey; tutmak, hissetmek ve anlamını çözmek. İşte bu bütünlük içimizi rahatlıyor, bize güven veriyor, huzuru hissettiriyor. Ve böylelikle onu ve onunla birlikte hayatı seviyoruz. 

.Hayatı sevmek… Bugüne kadar benim dediğim; benim sandığım bir yaşamın çizgilerini çizmeye çalışmışım. Ama yaşamın sevilen hayat olabilmesi için farklı bir idrak gerektiğini bu zor günlerin şartlarında öğrenmem gerekiyormuş. 

.Yaşam ve hayat… İlk bakışta iki kelimeye takıldığında sana birbirinin aynısı gibi gelecek. Ne zaman ki mahiyete süzülmeye başlayacaksın; işte o zaman başka anlamlara akarak gittiğini fark edeceksin.

.Yani yaşamın hayat olabilmesi için farkında olmamız mı gerekiyor? Neyi yaşıyorsak, neye bakıyorsak her şeyin farkında mı olmamız lazım? 

.Evet. Farkındalık artıkça yaşam adeta bir gonca gibi gittikçe açılıyor ve sen açılan yaprakların arasından hayatın kokusunu almaya, renklerine dokunmaya başlıyorsun. Hayata ve başka hayatlara bakışın değişiyor. Eski yaşamındaki adamsendeciliklerin, yanından geçerek umursamadığın kederlerin, imrendiğin neşelerin ne kadar yanlış olduğunu görüyor ve bu boş yaşamı hayatında tutacağın ellere, saracağın sevgilere, seni kıvrım kıvrım dolaştıracak çilelere, anlamlara dönüştürüyorsun.

‘Müminler birbirlerini sevmede birbirlerine merhamet etmede tıpkı bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsızlanırsa, diğer uzuvlar da onun rahatsızlığına ortak olurlar.’

Hadis 

.Efendimiz (sav)’ in buyurduğu gibi tek vücut sayılan bir toplulukta acılar birbirini etkilemiyorsa, vicdan sızlamıyor, gözler dolmuyorsa böylesine kopuk yaşamlar nasıl hayat olabilir ki? 

.Dikkat et, hep yaşamdan bekliyorsun. Sanki zaman bir rüzgâr da sürprizler beldesinden yüklenmiş her an bir şeyler getiriyor sana. Gününü gün eden hazlar, başarılar, güç, güzellik, mükemmellik. Peki, hiç düşündün mü yaşam senden ne bekliyor? Hep sen alacaksan, özündeki bunca istidat neden verildi? Yaşama hangi anlamı yükledin? Hep haz, hep almayı mı? Sıkıntıya düştüğümüzde, acı çektiğimizde tek yaptığımız şey yaşama sırt çevirmek. Nerde kaldı insanlık görevimiz, nerde kaldı başa gelenle başa çıkma kabiliyetimiz? Bizi insan yapan şey; yaşamın her koşulunda ayakta kalabilmek ve her zorlukta, acıda insan olma onurunu taşımak.

.İyi de içinde yaşadığımız şartlar çok acımasızsa, çaresizlik içinde kıvranıyorsak, bir de ayakta kalabilmek imkânsız gibiyse bu durumda insanlık onurunu nasıl koruyabileceğiz?

.Unutma! Bu dünyada varoluşunun sebebini bilen, her “nasıl”ın da cevabını verebilir. Çünkü senin mahiyetinde çetin sorunlara çare bulabilme, zorlu şartlara alışabilme ve sabretme gücü var. Hayal, niyet, umut, onur, iman kaynakları hepsi senin iç âleminde hazırlar. İnsanlık tarihine bak. Kimlerin adı halen şanla – şerefle anılıyor? Onlar hep bu güçlerden, kaynaklardan beslenenler. Onlar kendilerine sunulan yaşamı idrak ederek hayat eyleyenler. Çünkü Hayat “Hayy Olan”dan insana verilen bir ihsan. Hayat adeta kâinatın ruhu. Onlar hep bu varlık hazinesinin farkında olmuşlar ve bununla yücelmişler.

.Yani bu; gerçek kâinattan, varlıktan uzak olan yaşam, hayat olmuyor anlamına mı geliyor? 

.Düşün: Yaşam dediğin nedir ki? Sadece yaşadığın anı, yaşayacağın ana katarak uzattığın bir zincir. Onu da boynuna doladığında neler olduğunu görüyorsun. Oysa hayat ne kadar farklı bildiğin yaşamdan.

.Bu zinciri boynuna dolayan dünya, kendi kurduğu esaretinde çırpınıyor. Ve hâlâ bilemedi hayatın, aynı ritimde titrediğimiz heyecan, hıçkırık, gülümseme olduğunu. Anlayamadı hayatın, bir ömür “hayy”lanan nefes olduğunu. Ne yazık ki bilmeye de çalışmıyor. Hayat konusunda uyanmak, gerçek insan olmaya ulaşmak, kemâle ermek, erişmek, kavuşmak… Hiçbiri ilgilendirmiyor onu. 

.Hayat ve kemâle ermek… Kemâl; erdem yönünden eksiksizlik, olgunluk, en yüksek değer. İşte bu değere ulaşmak bizden beklenen. Ulaşmak ise mesafelere, düşülecek yollara işaret eder. İşte bizim o mesafelere adım atmaya cesaretimiz yok. Bilgi edinme yönündeki gayretimizi erdemli olmada gösteremiyoruz. Tek kanatlı kuşlar gibi boşluk ve anlamsızlık duygularıyla dönenip duruyoruz.       

.Peki, bütün bunlar için idrak gerekiyorsa her idrak bizim düşüncede, duyguda yeni topraklar edineceğiz anlamına gelmez mi? O vakit bu genişleyen topraklarda mesafeler daha da uzayacak demek. 

.Evet, uzayacak. Eller, gayretler daha da uzaklara uzanmak zorunda kalacak. Yani zaman aynı; ama yapacağımız işler çoğalacak. Bunun için de hep daha hızlı, daha hızlı olmamız gerekecek. Bütün bunlar hızı getirecek yaşama. Şikayetçi olduğumuz, bizi yoran, ruhu bunaltan hızı. Ancak hız denilince ne anlıyoruz, doğru mu anlıyoruz?

.Bu sorunuza şu Afrika atasözü cevap olabilir zannediyorum:

Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır,
En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini yoksa öleceğini bilir.
Afrika’da her sabah bir aslan uyanır,
En yavaş ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini yoksa aç kalacağını bilir.
Aslan ya da ceylan olmanızın bir önemi yoktur.
Yeter ki güneş doğduğunda koşmak zorunda olduğunuzu bilin.

Thomas L. Friedman / Dünya Düzdür / s.137

.Doğru, hızı anlatıyor. Ama bir mesele var: Hıza nereden baktığın ve yorumunu neye göre yaptığın. Hız yerine yavaş olmayı tercih etme durumu gündemde. Çok çeşitli yorumlar var. Çoğumuz yavaşlık denince kaplumbağa hızını aklına getiriyor. Oysa maharet ne yavaşlıkta ne hızda. Bilge kişilere göre maharet, yaşanılan anın güzel taraflarını değerlendirebilmekte. Belki yaşadığımız dünya, acımasız rekabetiyle bir ormana benziyor olabilir; ama bizler ne aslanız ne de ceylan.

Bu nedenle “koşma”ya farklı anlam yüklemeliyiz. Bu anlam; yaradılışın her an sunduğu nimetleri değerlendirmek, her günümüzü bir öncekinden daha bereketli kılmak, kendimizi sürekli yenilemek olmalı. Böyle yorumlayabiliyorsak inşallah doğru yolda oluruz. Ve bu yorum bize şükretme idraki kazandırır, hayatımıza bereket getirir.

.Haklısın. Koşmaya, hırs, güç gösterisi ve yarışma anlamı yüklendiğinde içinde ruhun söndüğü bedenden bereket beklemek boşuna. Bir yerde okumuştum: Çin’de otomobil yedek parçaları üreten Amerikan şirketi Asimco Technologies’in Ceo’su Jack Perkowski de fabrikasının girişine bu Afrika atasözünü asmış. Ruhu söndüren böyle bir pazarda insanoğlu neyin ticaretini yapar? İnsanlık adına yaşamına neler yazar?

.Hız ruhun önüne geçtiği için anlamlı hayatın değil sadece gösterişli yaşamın hikayelerini yazar. Bu sebeple gönle hitap etmeyen söylemlerin, vicdanı hiçe sayan yanlışların, akıl tutulmasına sebep olan ihtirasların önüne geçemez. Her güneş doğduğunda neden hızlı koşmak gerektiğinin hikmetini bilemeden yollara düşer. Yanlış tezgahlarda, yanlış şeylerin ticaretini yaptığı için zarar eder.

Bilmez ki sonucunda hayrı kazandıran ticaret – ne kadar zorlanmış ve ne kadar kaygı yaşamış olsa da – onu mutlu edecektir. Can denilen cevher ne denli yorulsa da dinleneceği bir yer bulduğunda gücünü toplayacaktır. Bu hayatta yolcuysak, elbet yorulmak ve mola verip dinlenmek yolcunun gerçeği. Mesele dinlenecek, sığınılacak emin bir yer bulabilmek.

.Ünlü kâşif Thomas Cook bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu’nun bir yerinde, milyonlarca kuşun havada çığlıklarla daireler çizerek uçtuğunu görür. Kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle çığlıklar atan kuşlardan bazıları verdikleri mücadeleden yılgınlığa kapılıp okyanusun dev dalgalarına atlayarak intihar ederler. 

Bu olayı yıllar boyunca birçok balıkçı görür, birçok bilim adamı araştırır. Kuş bilimcileri yaptıkları çalışmalarda göçmen kuşların farklı yönden gelerek okyanusta bu noktada buluştuklarını keşfeder; ancak intihar etmelerinin nedenini çözemezler. 

Yıllar süren araştırmalar sonucunda bu trajik olayın yaşandığı yerde bir ada olduğunu, kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu adanın deprem sonucunda okyanusa gömüldüğünü bulurlar. İnsanların yokluğunu bile fark etmedikleri ada; kuşlar için göç yollarının vazgeçilmez durağıdır. Kuşlar, binlerce yıllık alışkanlıkla ve oluşan göç kültürleriyle adanın yerini bilmektedir ve yorucu bir yolculuktan sonra iyi beslenmemiş olanlar, yaşlananlar, hasta olanlar aradıkları adayı bulamayınca bitkin düşen bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına gömmektedirler.

.Ürperten bir trajedi. Havada çığlıklarla, daireler çizerek uçan, kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle çığlıklar atan kuşlar… Verdikleri mücadeleden yılgınlığa kapılıp okyanusun dev dalgalarına atlayan çaresiz kanatlar… Her yıl aynı yerde tekrarlanan sayısız intihar. Ve vazgeçtikleri şey ne? Can ve hayat. Peki neden?  

.Çünkü kalp korku içinde, beden yorgun ve üzerine konacağı, dinleneceği, sığınacağı bir ada yok. 

.Ne kadar günümüzde yaşananlara benziyor… Yorgunsun, bir sürü kaygıların, korkuların var; ama konup da dinleneceğin, sığınacağın bir adan yok. Şimdi adayı yaşamda bir metafor gibi değerlendirebilir miyiz?

.Yaşam ve “ada” metaforu… Madem bizler o kuşlar gibi dünyada yolcuyuz; bulamadığımızda kendimize kıyacak duruma geldiğimiz sığınağımız, dinleneceğimiz “ada” ne olabilir? Herhalde kimimize göre huzur bulduğumuz bir yuva, kimimize göre yanında sıkıntımızı giderdiğimiz bir dost, başımızı dayadığımız sıcak bir omuz. 

.Ama gözden kaçırdığın bir nokta var: Dost, yuva bulamayan herkes canına kıyacak duruma gelebilir mi? 

.Sanmıyorum; ama günümüzde yaşananlara baktığımızda yokluğunda insanı beden olarak değil; ama ruh olarak öldüren birçok olaya şahit oluyoruz. 

.O zaman adayı bu yokluk ortamında değerlendir. Yokluğunda ruh olarak bizi öldürecek duruma getiren adanın manevî değerler olduğu çok açık. Çünkü bu “ada” bizim manevî değerlerle dolu kalbimiz, özgür ruhumuz, adil bir alanda sağlam kalan vicdanımız, karanlıkta elimizden tutan nurlu aklımız ve hepsini içine alan ahlakımız. Ayrıca bu adada dikenli çitler yok; kin, nefret yok. İnsanı sadece insan olduğu için sevenler, varlığı sarmalayan şefkatler var. Veren el, alan elden üstündür anlayışı var. İyiler, hayır peşinde koşanlar var.

.Yani “iyilik duvarı”na durmadan taş taşıyanlar ve koyanlar…

.“İyilik duvarı”na taş koymak.” Ne güzel ifade ettin.

.İfade eden ben değilim. Etkilendiğim bir eserden alıntı yaptım:

.Bu duvar nedir Latif Baba diye sordum. Bu mahluklar, bu insanlar, bu yaratıklar kimdir? 

.Bu âlem dünyadaki fiillerin yansıdığı meydandır. Dünyada yapılan bütün iyilikler ve kötülükler ve mahlukatın aldığı hal buraya yansır. Görmüş olduğun yaratıklar insansı şeytanlar, cinler, şeytanın askerleri ve diğer insanların yansıması. O görmüş olduğun duvar da iyilik duvarı. Dünyada insanların yapmış olduğu bütün iyilikler bu duvara bir taş koymaktadır. Kötüler de yaptıkları her kötülükten sonra bu duvarı kısmen ya yıkarlar ya delik deşik ederler.
….
.Bak dedi. Büyük insanlar kötülüğü hoş görmemişlerdir. Buradaki ince ayrıntı şudur: Onlar kötüyü hoş görmüşlerdir; çünkü kötü de sonuçta insandır. Ama kötülüğü hoş görmemişlerdir. Kötü ayrı, kötülük ayrı.
….
İyilik duvarına bir tuğla koymak için uğraşmışlar. İyilik ve kötülük bir terazi gibi. Devamlı iyilik kefesine uğraşacağız ki iyilik kötülüğü silsin, etkisini azaltsın. 

Kötülüğün ve iyiliğin boyutları yaşayan kötü ve iyi insanların sayısı kadardır. Bu manada iyilik ve kötülük, yaşayan insanların yaşattığı bir olgu olarak yaşayan bir olgudur. 

Demek ki kötülük mutlak bir kader değil, iradî bir olgu; yani beşerin iradesinin bir eseridir. 

Kötünün iyiliğe üstünlüğü veya iyinin kötüye üstünlüğü beşerin iradesinde, onun faaliyetlerindedir. O zaman bu faaliyetlerin sonucu kaderdir.
….
Kötülüğün sembolü, baş temsilcisi İblis–şeytandır. İyiliğinse meleklerdir. Rahman iyiliği emreder. Hangi tarafa bereket verdiği bellidir ve şüphe yoktur. Şöyle düşün: Kötülerin eseri kötülük olgusu bir mahluktur. Canavar ve şeytan öyle bir mahluk ki, kötülükle beslenir ve devamlı büyür. Zıddı iyiliktir. İyilerin eseri iyilik olgusu da bir mahluk gibidir. İyilikle beslenir ve beşerin iradeleriyle beslenen bu iki mahluk savaşır.
….
Öyleyse daha önce de söylediğimiz gibi iyilik duvarına bir tuğla koymak, aynı anda iyilik mahlukunu beslemek anlamına da gelir. Çok beslesin ki insanlar, iyilik üstün gelsin ve kötülük denen canavarı yutsun.
….
Bu duvar tamamen yıkılmadıkça Yecüc Mecüc çıkmayacaktı. Akılları, gönülleri olmayan, biyonik, yarı robot bu tür bir ırk dünyada hüküm sürmeyecekti. Ama yine de bunların alâmetleri gün gibi açıktı. Bugün Yecüc’ün yaptığı bozgunlar meydandaydı. Ormanlar hızla yok ediliyor, ekinler bitiriliyordu. Orijinal tohumların nesli tüketiliyor, su yatakları hızla kurutuluyordu. Her şey insanlığın gözü önünde olup bitiyordu; fakat çoğunluk bunun farkında değildi.
….
.İlhami Abi. Peki bu yok oluş, dönüşü olmayan bir noktada mı? Durdurulamaz mı? 

 Yüzüme baktı: 

.Âdem sen bu şu ayeti duymadın mı? 

‘Allah bir toplumun durumunu değiştirmez. Ta ki kullar, o toplum kendi nefislerini değiştirmedikçe.’1

.İyilik de güven gibi insanî bir özellik. Güven veren, koruyan; Mutlak Mü’min Olan, Allah’tır. Mutlak iyi, ihsanı bol; yani Berr Olan da Allah’tır. İyilik de güven duygusu gibi Yaradan’ın bize ihsanı. Yani fıtrîdir, doğuştandır. Düşün: Sunulan nimetler, bitmeyen güzellikler, ilahî mucizeler sadece yaşayalım diye verilmedi. Hem ahlak hem iyilik evrensel; yani tüm kâinatı kapsayan değerler. Bu hakikat Allah’ın evrensel yasası, sistemi, yolu. Yol sünnet. Yani O’nun tabiatı yaratıp devam ettirmek ve toplum hayatını düzenlemek üzere koyduğu kanunlar. 

.Anlattıklarından şunu anlıyorum: Allah Mutlak iyi ve O’nun yolu da iyilik üzerine. O zaman bu yola, onun nizamına; yani bu evrensel değere uyabiliyorsak biz de iyi oluyoruz.  

.Doğru değerlendirdin. Peki, iyilik yaptığında vicdanında ne hissediyorsun?

.Rahatlık, hafifleme, kanatlanma hissi ve huzur. 

.Hiç kötülük yapanlarda bu hallere şahit oldun mu? Olamazsın. Çünkü bu haller onlarda görülse de geçicidir, aldatıcıdır. Yüzde maske gibi kalır; iç âlem karanlıktadır. Devre dışı bırakılmış vicdandan sağlıklı değerlendirme beklemek boşuna. Çünkü “vicdan” bizi iyiliğe doğru yönlendirecek sağlam pusulamız, iç âlemde dengeyi sağlayacak terazimizdir. 

.Yani iyilik huzura kavuşmamızın, kötülük de huzursuz olmamızın sebebi. Peki bu nasıl gerçekleşecek?

İyiliğin mükâfatı iyilikten başka mıdır?’

Rahman / 60

.Yaradan kalbimize ve vicdanımıza Rahman isminin tecellisi olarak merhamet ihsan etmiş. Merhamet, iyilik yapma kabiliyetimizin kaynağı. İyiliğin mükâfatı, o iyiliğin içinde. Vicdanındaki rahatlık, ferahlık, ruhundaki sükûnet nereden gelir zannedersin? Kötülüğün cezası da o kötülüğün içinde. Vicdandaki azabın, huzursuzluğun, bunalımın sebebi bu.

Güzel fiil ve amellerde bulunan herkesin mükâfatı, ancak Allah Teâlâ’nın o kimse ve onun bütün halleri hususunda güzel olanı gerçekleştirmesidir; böylece Cenâb-ı Hak o kimsenin hem yüzünü hem de halini güzelleştirir. 

Fahruddin Er-Râzi / Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l Gayb / Rahman / 60. ayet

İyilik, Yaradan’ın ezelde tesis ettiği bir nizam. Mutlak iyinin nizamına uyabilen iyi oluyor. İyilik evrensel. Varlık âleminde gerçekleşen yardımlaşmada renge, biçime, cinse bakılmıyor. Rahman Olan, rızkı dağıtırken kendini inkâr edenden vaz geçmiyor. 

.Peki kötülük de evrensel mi?

.Hayır. Kötülük nasıl evrensel olabilir? Haşa… O, nefsin zaafı. Mutlak iyinin yasasına uymayan; evrensel iyiliğe katılmayan nefsin kusuru. 

Yaradan’ın verdiği fıtrata ters düşen, iyilik yasasına uymayan nefis! Gaflet içinde, kötülük ağına düşen nefis! Gün gelir, yapılanların idrakine varılır. O vakit hakikat aynasına nasıl bakacaksın?

Gül suyu dökülürken yeşermemiş ekinin.
Yüz yüze geleceğin o çetin günden çekin!
Alınmazsan o bezme; kalmazsa eş, dost, yakın,
Feryadını duyan yok, gelen yok yardımına.

Ne topladın bağından, meyvesizse ürünün?
Uçtun mu kuşlar gibi, yerlerde mi süründün?
Zühre miydi yoldaşın; neydi hedefin, yönün?
Engelin mi var –yazık– güneşine varmaya?

1. Ra’d / 13
Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Sutu bogda yazarlarının ve okurlarının kurban bayramı kutlu olsun. Allah ilimlerini artırsın inşallah

    • Ömer Faruk Bey çok teşekkür ederiz. Biz de sizin ve diğer okuyucularımızın bayramlarını kutluyoruz.

Reply To Sutu Boğda Cancel Reply