Kayalık, Taşlarla Dolu Bir Düzlükte Serviler Yetiştirebilir misin?

0

Mezarlıkların suskun, sabır dilleri serviler… Yücelere işaret eden elifçe endamlar… Kökleriyle başka bir âlemden dinledikleri sırları hakikat güneşiyle paylaşanlar. Hiçbir şey göründüğü gibi değil; sabrı öğrenebilsek onlardan. Taştan da olsa yaşam, serviler yetiştirebilsek kayalıklardan.

‘Hiç pişmanlığın yok mu geometrici’

‘Ne pişmanlığım olacakmış? Sağlam bir kol ve sağlam bir bacak hatırlıyorum. Ama yaşam bütünüyle doğumdur. Ve insan nasılsa öyle uyum sağlar yaşama. Sen hayatında hiç çocukluğunun, on beş yaşının ya da olgun yaşının özlemini çektin mi? Bunlar kötü şairin özlemleridir. Burada kesinlikle pişmanlık yoktur, melankolinin güzelliği vardır… Melankoli kesinlikle acı değildir, içinde uçup giden alkollü bir sıvının bulunduğu kokudur. Hiç kuşkusuz gözünü kaybettiğin güne lanet ediyorsun, çünkü her değişim acılıdır. Ama hayatta tek gözle dolaşmanın acınası hiçbir yanı yoktur. Ve ben gülen körler gördüm.’ 

‘İnsan mutluluğunu hatırlayabilir…’

‘Bunun acı olduğunu gördün mü sen? Hiç kuşkusuz sevdiğinin ve günlerin, saatlerin ve şeylerin anlamının gidişinden acı çeken insanı gördüm. Çünkü tapınağı yıkılıyordu. Ama aşk heyecanını tanıyanın ve sonra sevmez olunca mutluluklarının ocağını kaybedenin acı çektiğini hiç görmedim. Ve şiirle heyecanlanan sonra şiirden sıkılan da aynıdır. Sen böyle birinin acı çektiğini gördün mü? O insan değildir artık uyuyan ruhtur. Çünkü asla pişmanlık değildir. Aşkın verdiği pişmanlık her zaman aşktır… Ve aşk olmaktan çıkmışsa kesinlikle aşk pişmanlığı değildir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.326

Mutluluk, anlamı kanatlandıran yer, zaman, her şey. Varlık aynasının arkasındaki sır. O sır döküldükçe lekeli cama dönüyor hayatımız. Camın ardı vitrin gibi. Gösterimlik eşyaları saklıyoruz. İdrak edemediğimiz; hayat ne vitrindir ne de ruhumuz eşya. Her gün bir sarsıntıyla çatlıyor vitrin. Kesiliyor her yanımız.

Anlamımı bulursam kurtulacağım, tekrar sırrına dönecek camdan hayatım. Aynalar aksettirir gördüklerini ve gördükçe çoğalırlar. Ben de çoğalacağım. Beni ben yapan şey anlamdaysa aramaya çıkacağım. Biliyorum ki kurtuluşum ve kurtuluşlar böyle gerçekleşebilecek. Başarım dağları aşan turna kanatlarından öteleri seyredecek. Ve ben ondan sonra çocuğun ağlayan yüzüne, insanın ümitsizliğine, yaprağını döken ağaca, yepyeni bir seher gibi bakacağım. İnsana insanlığını hatırlatmak için döktüğü terler yeşertecek toprağı.

‘Sık sık ve çokça gülmek; zeki insanların saygısını ve çocukların sevgisini kazanmak; dürüst eleştirmenlerden takdir görmek ve yanlış dostların ihanetine katlanmak; güzelliğe değer vermek; başkalarında en iyiyi bulmak; ister sağlıklı bir çocuk ister bir bahçe köşesi isterse bir sosyal koşulun iyileştirilmesi yoluyla olsun, dünyayı bir parça daha iyi durumda bırakmak; sizin yaşamınız sayesinde tek bir hayatın bile olsun daha rahat soluk almış olduğunu bilmek; işte başarmış olmak bu demektir.’

Emerson

‘Bakmak uzaklara dokunmak.’ demiş şair. Ya dokunamazsam? İnanmak ise dokunmadan uzaklara dalmak ve ne varsa solumak. Hissedebilmek içe süzülenleri; yavaş yavaş dolan bakışlardan almak. Vakit deryaya varabilmek için çağıldamak zamanı. Niçin yaşadığımızı anladığımızda, bu âlemdeki amacımızı bulduğumuzda da insanlığımızı tekrar yazmak.

Bir adam dün­ya­yı de­ğiş­ti­re­bi­lir mi? Hül­ya­lı bir yü­rek bir ma­ni­ve­la­ya yas­la­nıp da dün­ya­yı ye­rin­den oy­na­ta­bi­lir mi? Evet, bun­lar müm­kün. Ha­yal ku­ra­bi­len adam­lar dün­ya­yı de­ğiş­ti­re­bi­lir.

Gü­zel gö­ren in­san­lar­dır on­lar, gü­ze­li gö­ren in­san­lar­dır. Gü­zel­li­ği yay­mak is­te­yen, dün­ya­yı kö­tü­lük ve çir­kin­lik­ten arın­dır­mak is­te­yen in­san­lar­dır.

Geç­ti­ği­miz ay­lar­da bir kay­ma­kam­la ta­nış­tım; geç­ti­ği her ye­ri ma­mur et­miş, ar­dın­da ni­ce mem­nun in­san bı­rak­mış­tı. Bir baş­he­kim­le ta­nış­tım; ça­lış­tı­ğı dev­let has­ta­ne­si­ni değ­me özel has­ta­ne­le­rin sa­hip ola­ma­ya­ca­ğı bir ra­hat­lık ve alt­ya­pı­ya ka­vuş­tur­muş­tu. Bu ör­nek­ler o ka­dar çok­tur ki, ta­mah­kâr­lık­tan gö­zü dön­müş ve bü­tün ah­lâ­kî öl­çü­le­ri ters yüz ol­muş kö­tü­le­ri ber­ta­raf eder­ler.

Dün­ya­da ma­kam-man­sıp, şöh­ret ve­ya pa­ra bek­le­ye­rek ya­pı­yor de­ğil­ler­dir yap­tık­la­rı­nı; ver­dik­le­ri hiz­met, ek­tik­le­ri gül, din­dir­dik­le­ri sı­zıy­la yü­rek­le­ri ha­fif­ler. On­lar er­dem­li­dir­ler. Kü­çük dün­ye­vî çı­kar­la­rın, her tür­lü sal­ta­na­tın, ki­şi­lik aşın­dı­ran mad­dî kay­gı­la­rın ili­şe­me­di­ği, nü­fuz ede­me­di­ği soy­lu ruh­lar­dır.

Er­dem­li­ler yap­tık­la­rı işi hak­kıy­la ya­pan, ema­ne­ti eh­li­ne ve­ren, hal­ka lâ­yık ol­ma­ya ça­lı­şan adam­lar­dır. Adam ka­yır­ma­cı­lı­ğın ışın­la­ma yön­tem­le­riy­le ma­kam ve mev­ki edin­mez­ler; ayak kay­dır­ma­cı­lık ve de­si­se­den uzak du­rur, ne­re­de ve han­gi mev­ki­de olur­sa ol­sun­lar gü­zel­li­ği arar, dün­ya­yı imar edi­le­cek bir bah­çe ola­rak se­lam­lar­lar. Gü­zel­den ha­ber­dar olan­lar gü­zel­leş­ti­rir, gü­ze­li gö­re­bi­len­ler gü­ze­li arar. Bu in­san iliş­ki­le­rin­de de böy­le­dir. 

Za­ma­nı­mız ‘ira­de­nin kri­zi’ne ta­nık­lık edi­yor. İn­san­lar ken­di­le­ri­ni dün­ya­yı de­ğiş­ti­re­cek kud­ret­te his­set­mi­yor ar­tık. So­kak­lar 60’lı yıl­lar­da ol­du­ğu gi­bi da­ha gü­zel bir ge­le­cek ve da­ha adil bir dün­ya is­te­yen in­san­la­rın coş­ku­suy­la do­lup taş­mı­yor. Bü­yük an­la­tı­lar dev­ri so­na er­di.

Kemal Sayar / Güzel Gören, Güzel Eyler

Monotonluk, şevki içten içe yavaş yavaş tüketen bir zehir. İnsan ruhu sonsuzluğa namzet. Sığ ve durağan yerler ona göre değil. Deryaya kavuşan ancak coşkun akan sular. Akışı olmayan yerlerin üstünü ise yosun tutuyor.

Yaradan her insana farklı bir karakter vermiş. Çehremiz nasıl birbirine benzemiyorsa fıtratlarımız da benzemiyor. Ancak farklı da olsa karakterler, belirli temel özellikleri taşıyor. Öfke, sakinlik, merak, şefkat gibi. Heyecan da insanda bulunan ortak özellik.

Nereye baksak Yaradan’dan bizlere bir güzellik uzatılıyor. Bu armağanları, nimetleri değerlendiren bizim ruhumuz. Her güzel, ayrı tatlarda zevk veriyor. Bu zevklerle yaşam renkleniyor, her şey anlam kazanıyor. Ruh etkilenmese, ne güzellikler görülür ne de yer ve zamanın anlamı kalır. Ve yaşam kurur, tatsızlaşır.

.Peki ruha bu etkilenmeyi veren ne?

.Heyecan.

Heyecan ruhun enerjisi. Arapça’da telaş, çırpınma demek. Çırpınmayı bilmeyen kuş nasıl havalanır? Bu enerji olmasa her yolun yolcusu yavaşlar, tükenir ve yolda kalır. Heyecan, insanı sevdiğine uçuran bir çift kanat.

Onlarla aramaya çıkıyoruz güzel olanı. Sevenin sevdiğini beklediğinde duyduğu heyecan… Son hızda arabasını süren bir deli kandaki heyecan… İmtihanın sonucunu bekleyen öğrencideki, doğum yapan eşini hastane koridorunda bekleyen babadaki heyecan. Yepyeni bir keşfin ucunu yakalamış aklın heyecanı. Bir fatihin, bir seyyahın… daha niceleri. Hepsi ardında bir şeyi elde etmeye odaklı. Ve hepsi hayatımıza renk katıyor ve yaşanılan şeyi hafızamızda unutulmaz kılıyor.

 

Ancak heyecan insanı tetikleyen, harekete getiren bir özellik olmasına rağmen beraberinde bir riski getiriyor. O da her karakterdeki diğer özelliklerle birleştiğinde birbirinden farklı şekillerde ortaya çıkması. Olumsuz şartlarda yetişmiş birindeki çalma heyecanı; aynı Exupéry’in Kale’sinde söz ettiği başkalarının altınlarına göz diken hırsızlar gibi.

Altın, neden yıldız gibi parlar? Neden onları hiçbir zaman yakalayamayacakları bir ışığa yöneltir? Yıldız, parlamak, yakalanamayan ışık… Yansımadan yansımaya nereye gidiyorlar? Günün birinde içlerine dolacak olan şey ne? “Kale”min temellerini burada atmaya karar verdim.

Kale’deki karakter bir Berberi ağası. Güçlü, adaletli, dürüst bir kral olması için babası kendisine dersler verir. Zamanı gelip kral olduğunda halkını yönetirken, savaşa çıkarken, zaferde, sıkıntılarda bu dersleri sık sık hatırlar.

Exupéry yazar olarak vermek istediklerinin son noktasını ‘Kale’de koymuş. Derin üslubunda apayrı anlamlara yolculuklar var. Bu bölümde hırsızlığın ardındaki üstü örtülmüş duyguları fark ediyoruz. Kral belki de bu hiç eğitim almamış adamların yüreklerinde bakir topraklar görüyor ve kalesini bu topraklar üzerinde kurmak istiyor. Fakat yürekte kurulacak kale mekânda kurulandan çok zor. Çünkü yürekteki kale; insanlık, hakikat, dava, ideal, ufkun ötesi ve şevk demek. Yüreğinde krallık kuramayanlar, ellerindeki bütün imkanlara rağmen vicdan fakirliğini, kalp körlüğünü, ruhun zilletini yaşıyorlar.

Kalenin kurulacağı topraklardaki insanların ne cinsiyeti ne de toplumdaki yerleri önemli. Kral için değerli olan, insanın yaradılışında gizli olan insanlık tohumunun yeşerebilmesi. Ve damarlarında varoluş sebebine doğru yürüyebilmesi.

Hırsızları suça yönlendiren endişeyi mahkûm ediyorum. Onları sefaletlerinden kurtarırsam, aslında kurtarmış olmadığımı gene onlardan öğrendim ve biliyorum. Çünkü başkalarının altınlarına göz diktiklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar.

Ama altın, yıldız gibi parlar. Kendisinden habersiz olan bu sevgi, onların hiçbir zaman yakalayamayacakları bir ışığa yönelir. Yansımadan yansımaya giderler, yararsız şeyleri aşırırlar. Pınarların kapkara sularını içecekmiş gibi yansıyan ayı yakalamak isteyen meczup gibi… Gidiyorlar ve âlemlerin sönmüş ışığına çaldıkları işe yaramaz külleri döküyorlar. Sonra yeniden gece eğleşmelerine başlıyorlar… Bir randevunun eşiğindeymiş gibi solgun, korkutma endişesiyle hareketsiz, günün birinde içlerine dolacak olan şeylerin burada bulunduğunu düşünerek.

Onu özgür bırakırsam kendi kültüne sadık kalacak ve benim dalların üstüne basan askerlerim onu yarın gene başkalarının bahçelerinde yakalayacaklar. Yüreği küt küt atacak ve o gece talihin kendisine güldüğünü hissettiğini sanacak.

Ve hiç kuşkusuz onlara bütün sevgimi veriyorum. Onların, dükkanlarındaki erdemli insanlardan daha gayretli ve daha tutkulu olduklarına inanıyorum. ‘Kale’min temellerini burada atmaya karar verdim. Yürüyen kervanı durdurdum. Rüzgârın önünde bir buğday tanesinden başka bir şey değildi. Rüzgâr, servi tohumunu bir koku gibi taşır. Ben rüzgâra direniyorum ve tohumu toprağa gömüyorum. Yüce Tanrı adına servilerin büyümesi için.

Sevginin nesnesini bulması gerekir. Ben sadece var olanı seveni ve doyurulabilecek olanı kurtarırım.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.21-22

Yıl 1949. Ankara dönüşünde bir tren. Trenle birlikte bozkırlar arasından kıvrıla kıvrıla çağlayan bir nehir: Sakarya. Ve içindeki ıstırabı gözlerinden ilhama döken, kararını “sonsuzluğa çağrı”ya veren bir şair.

Sakarya nehrinin yanık suları bozkırın bağrında bir türkü söylüyor. Acaba trendekilerin kaçı bu türküyü dinliyor şair gibi. Ancak yurdunun, özgürlüğün sevdasını yaşayan hassas kulaklar duyabilir sesini. Yoluna çilesini döken, sırtına davasını alan, gayreti dizlerinde kuvvetlenen söyleyebilir bu türküyü. Yoksa zahmete katlanmayanlar, mücadelenin rüzgarından bile korkanlar, hele insanlık adına gözyaşı dökmeyenler ne kadar uzaktırlar! Sakarya, cesur bir yürek. Kuvvetini vatanının toprağından almış. Şimdi de vatan için çağlıyor, çırpınıyor.

Kelimeler de türküler gibi. Onları da derinden dinlemek gerek. “Cesaret”, Arapça ataklık, “cesur” ise girişken, gözü pek demek. “Casara” bir dere veya vadiyi geçti, atıldı, risk aldı anlamına geliyor.

Nice dereler, vadiler geçen gözü pek yolcular… Toprağın derinlerine sürgün veren köklü ağaçlar… Rüzgarla savrulmayan gövdeler: Necip Fazıl, Saint-Exupéry ve daha niceleri… Geleceğin bahçelerinde kendileri gibi ağaçlar yetiştirmek için yazdıklarıyla yüreklere tohumlar ekmişler. İlhamlarının, hayallerinin, düşüncelerinin, gayretlerinin ürünlerinden bugün bizler gıdalanıyoruz. Neden sonrakiler de sizin ektiklerinizden faydalanmasınlar. Ümit, yiğit gözlerin bir an bile bakmaktan vazgeçmediği bir ufuktur. Onun için dava adamlarının sözlüğünde yoktur ümitsizlik.

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su:
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek:
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Necip Fazıl / Sakarya Türküsü / Çile / s.312

Bir yanda süsleriyle oyalayan, kandıran, geçici, ölümlü dünya… Öbür yanda sonsuzluğa çağıran, hakikatle doyuran, kalıcı dünya. Hangisi? İşte gönülle karar vereceğimiz nokta.

Yaşam her zaman formülleri bozar. Bozgun bütün çirkinliğine rağmen yeniden dirilişe götüren biricik yol olarak ortaya çıkabilir. Ağaç yaratabilmek için tohumun çürümeye mahkûm edildiğini çok iyi biliyorum. İlk direnme hareketi geç kalmışsa, her zaman başarısızlıkla sonuçlanır. Ama yine de direnmenin başlangıcıdır. Belki de çürüyen tohum gibi, bir ağaç çıkacaktır ondan.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.101

Çiçeği oluşturan tohum, tohuma şevki veren çiçektir. Bunun gibi, her an, içinde, gelecek anın heyecanını taşır. Gelecek ise o “an”ın istidadına göre boyut kazanır. Zaman da başka bir yolcudur bu dünyada. Adımlardaki coşku, yürekteki metanete göre çıkar yolculuğun tadı. Hayat “an”a verdiğimiz anlama, yürekteki yankısına göre değer kazanır. Bu farkındalığı yaşayan insan, yaşadıklarıyla ilerler. Ayakları sağlam basar yere; yaşam gücünü yitirmez. Çöldeki çiçeğin Küçük Prens’e dediği gibi, köksüz değildir. Rüzgârla ordan oraya savrulmaz. Ve bu yüzden de yaşamak ona güç gelmez; mutludur. İşte o zaman bu dünyada her şey anlamını bulur onun duygularında.

Hat pilotu Bernis, valizsiz, elleri cebinde, en kuytu patikadan memleketine dönen, her şeyin sırrına doğrudan eren Bernis. En değişmez dünyada bile, bir duvara dokunmak, bir alanı genişletmek için en azından yirmi yıl boyunca bir davayı kovalamak gerekiyor. İki yıl Afrika’da kaldıktan sonra yer değiştirip, deniz gibi değişen manzaralardan sonra gerçek toprağa gelip ayağını bastığında üzgündü.

‘İşte her şey aynı…’

Her şeyi farklı bulmaktan korkmuştu ve işte hiçbir şeyin değişmemiş olması acı veriyordu ona. Dostluklardan, karşılaşmalardan, basit bir can sıkıntısından başka bir şey beklemiyordu. Uzaktan sadece düş kurulurdu. İlk başta sevecenlikler, bir yürek acısıyla geride bırakılırdı. Aynı zamanda toprak altında bir define bulmuş gibi garip bir duyguydu bu. Bu kaçışlar birçok avare aşkın da tanıklığını yapmıştı.

Bir gece Sahra’da yıldızlar kalabalığının arasında gecenin ve zamanın altında tohummuş gibi örtülmüş olan bu sıcaklık, uzak sevgilerini anarken, ansızın şöyle bir duyguya saplanmıştı:

Onları uyurken görebilmek için biraz yaklaşmıştı. Motoru çalışmayan uçağa yaslanarak bu kumun kıvrımı ve ufkun eğilişi karşısında sevgilerinin nöbetini tutacak bir çoban gibi… ‘Bak şimdi geldim ama ne buldum!’

Bernis bir gün böyle yazdı bana: Duygularıma karşılık aldığım zaman, dünya benimdir.

Antoine de Saint-Exupéry / Güney Postası / s.61

Şevki yakalayan zaman, merkezini bulan insana benzer. Her gördüğünde güzelliği, her yaşadığında hikmeti fark eder. Kainattaki her şeyin her şeyle ilgisindeki nizama bakışı, iç âlemini öylesine aydınlatır ki yaradılıştaki dengeye tutunur ve denge insanı olur. İster kayalık ister çöl olsun; soluklandığı her an nice umuda, güzelliğe gebedir.

Yolda başına gelecekleri kestiremezsin. Yol kenarına leş gibi atılmak da var bu yolculukta.

Senden beklenen, istikamette yürümen. Sen at adımını; selamet ne yola ne yolcuya ne de çevredekilere ait. Her şey sadece “yolun sahibi”nin. Hele sırtındaki yükün bir ilahî dava ise bak, göreceksin kanatlara dönecek ayakların ve ellerin.

Geleceği inşa etmek, bugünü inşa etmektir. Bugün bir arzu yaratmaktır. Bugünden yarına uzanan… Ve sadece yarın için anlam taşıyabilecek eylemlerin gerçekliğini değil; bugüne uyarlanma olan ve bugün içinde süreklilik olan yaşam, dilin kavrayamayacağı sayısız bağlantıya dayanır. Bir denge binlerce dengeden oluşur. Ve soyut bir kanıtlamadan sonra bir tekini yok edersen denge bozulur… Devasa bir yapı olan; ama damarlarından birini kesersen ölen fil gibi. Burada söz konusu olan, hiçbir şeyi değiştirmemeyi istemek değildir. Çünkü her şeyi değiştirebilirsin. Ve kayalık, taşlarla dolu bir düzlükte serviler yetiştirebilirsin.

Ama önemli olan servi yetiştirmek değil, tohum ekmendir. Ve her an tohumun kendisi ve tohumdan doğacak olan şey, bugün denge içinde olacaktır.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.301

Yaşamın hızla çevrilen sayfalarına öylesine bakanlar… Sizin şaşkın dünyanızdan öte ömre tadını verecek “bütün güzellikleri aşkın bir âlem” var. Ama bu âlemi nasıl göreceğiz?

Bunun cevabını Exupéry de bulmak istiyordu. Nasıl, nerelerde arayacaktı? Öylesine bakmak değildi onun muradı; görmek istiyordu. Elinde hikmet kalemi, önünde zaman… Ondan bekleneni yazmak istiyordu. Çünkü insanın kainattaki değerinin ve elindeki tüm değerlerle varlığa sorumluluğunun farkındaydı. İnsan kendini tanımalıydı ve tanıtılmalıydı. Exupéry’nin devrandaki sevdasıydı bu.

Niye zerreyi döndürür sevda? Neye dönüyor devran? Her şey eriyor bu bekleyişte; bak etrafına… Ateş aşka; aşk Mevlâ’ya dönüyor. Her dönüş bir yük atmaksa sırtından. Öyle bir “Dost”a dön ki canlar kanatlansın canından.

Kalenin en yüksek yerinde şunu anladım: Tanrı’nın bağrında ne acıdan ne ölümden ne de yastan şikâyet edilir. Çünkü ölen kişi, anıldığı takdirde yaşayandan daha canlı ve daha güçlüdür. Ben insanların sıkıntılarını anladım ve acıdım onlara. Ve onları iyileştirmeye karar verdim.

Gece yarısı yalnız başına uyanan, Tanrı’nın yıldızları tarafından korunduğunu sanan ve birdenbire seyahati düşünen insana acıyorum. Soru sormayı yasaklıyorum; çünkü biliyorum ki asla tatmin edici bir cevap gelmez. Soru soran kişinin öncelikle aradığı şey kayıptır, umutsuzluktur.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.21-22

Gün gelecek, varlığın başka âlemde doğmak üzere bu âlemden kanatlanacak. Ne var ki ufukların ardında? Bir doğum var. Varlık sırrının “gül şafağın” avuçlarında doğması var. Ruhun yeniden hayat bularak parlaması gibi…

Şafağın ardındaki ülkenin gökleri seni bekliyor. Sen “Güneş”e nasıl hasretsen, Çoban Yıldızı da sana hasret Turnam. Ürkme akşamın gölgeleri çökerken üzerine; çünkü güneşin zevali, onun yok oluşu değildir. Sadece bugünden firakıdır. Sırlar ülkesinin nurlarıyla ışıldamak için yarının şafağından yeniden doğacaktır.

O güzel kanatlarından bir tüy at sulara… Sular halkalansın gitgide genişleyerek ve bütün varlığı içine alsın. Artık gözler başka canlar için, artık kulaklar başka sesler için nöbet tutmaya başlasın.

Adın Ali, Mehmet ne fark eder…
Sen değil misin elinde bir nurdan meşale
Gecenin gündüze döndüğü yerde
Türkülerimi söyleyen?

Her adımın bir tuğla döşer cennetime.
Her ter damlası, bereketi vadilerin
Yeşilliğim seninle biter.r 

Adın Zeynep, Ayşe ne fark eder…
Sen değil misin dilinde nurdan kelimeler;
Varlığın karanlığı boğduğu noktada
Defterimi aklayan?
Daldır divitini gönül hokkama
Yaz hikayemi yeni baştan.

Saflığını şehit ettiler insanın;
Yaraları yıkanmadan gömdüler
Hakk’ı hatırlatan yüzler neredeydi?
Çınlıyor gök, feryadından…

Çığlık mı dönüyor şimşeğe
Acıdan mı yanıyor bulutlar?
Seni topluyor rahmet.

Yağmurumsun, serinliğim
Yıllarca beklediğim hasret…

‘Küçük Prens’ İllüstrasyonu © Nika Goltz

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply