İyi de, Geri Kalan Zamanında Ne Yapıyorsun?

1

İnsanoğlu; ağırlığı ve hacmi olan, maddî kayıtlarla sınırlı bir varlık. Onu kısıtlayan iki şey var: Zaman ve mekân. Bizler bu yönümüzle maddî âlemimizde sadece “an”ın içinde olabiliyoruz; geçmiş ve geleceği hissedemiyoruz. Bu sınırlılık mekânda da var. Aynı anda farklı yerlerde olamıyoruz. Kısacası cismimiz hem zaman hem de mekân açısından sınırlar içinde bir yaşam sürdürüyor. Ancak kalbimiz ve ruhumuz bu sınırlara sığamıyor; çünkü bizler sadece cisimden ve kalıptan ibaret değiliz.  

Saint-Exupéry önce savaşın, sonra maddî hayatın toplumu nasıl bozduğunu, insanın insanlığını nasıl elinden aldığını yaşayarak öğrenen bir yazar. O, insanın kainattaki değerinin de farkında olan bir düşünür. “İnsan kendini tanımalı ve tanıtabilmeli.” Exupéry de kalemini bunun için kullanıyor. Eserlerinde beraber yaşadığı kahramanlarıyla, gönlünden gelen samimi anlatımıyla ve ustaca kullandığı metaforlarıyla çağın bu acı hakikatlerini tek tek işliyor. Yazar’a göre batıda uygarlığın meydana getirdiği manevî bir çöl var. Ve bu çölde insanlar susuzlar ve su kaynağına varamadıkları için ölüyorlar. 

1935 yılında “Paris’ten Saygon’a En Hızlı Uçuş”a verilecek ödülü kazanabilmek için Exupéry Çin Hindi’ne uçar. Bu yolculuk sırasında uçağı Libya sınırında çöle düşer. Hayatta kalabilmek adına çok zorlu günler geçirir. Tam susuzluktan öleceğini düşünürken suya kavuşarak kurtulur. 

Sahra çölündeki bu olayların anlatıldığı İnsanların Dünyası’nda dünya insanının kendi çölünde nasıl bocaladığını gösteren şöyle bir bölüm geçer:

Exupéry, pervaneli uçağıyla çöle düştüğünde, birkaç gün sonra oradan devesiyle geçmekte olan bir bedevi ilk kez gördüğü uçağa ve yazara şaşkın şaşkın bakarken, Exupéry; 

‘Bu ne biliyor musun?’ der. 

Bedevi: ‘Bu Hıristiyanların devesi,’ diye cevap verir. 

Bedevi bu kez sorar: ‘Sen bununla ne yapıyorsun?’

Exupéry, ‘Senin deveyle bir haftada gittiğin yolu, ben bununla bir saatte gidiyorum,’der. Bedevinin yanıtı yine soru şeklinde ve biraz da acıyarak;

‘İyi de, geri kalan zamanında ne yapıyorsun?’

Antoine de Saint-Exupéry Sahra çölüne düşen uçağının enkazının başında.

Antoine de Saint-Exupéry Sahra çölüne düşen uçağının enkazının başında.

İnsanın yaradılışı bozulmadıkça, kainatla, varlıkla birlikteliği sağlandıkça akıl ve kalp gerçeği görebiliyor. Çünkü bu eğitim Yaradan’dan geliyor. Bedevinin bir batılıya verdiği cevap bunun delili: “İyi de, geri kalan zamanında ne yapıyorsun?” 

Çünkü bedevi hayatın bir yolculuk olduğunu biliyor. Yolcu varacağı yere kadar doğruyu da yanlışı da yaşarken gerçekleştirir. Kederini, sevincini anında yaşar. Yolunun üzerindeki taşı, dikeni yürürken fark eder, etrafın güzelliklerini soluklarının buğusunda seyreder. Neye sahip olursak olalım hepimizin gerçeği bu değil mi? Bedevinin düşündüren sözü çok daha farklı coğrafyada yaşayan başka bir insanda şöyle dile geliyor:

Aslı

Life is what happens when you’re busy making other plans.

Çevirisi

Hayat, sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir.

John Lennon1

Yolculuğun değeri yolcunun yola yüklediği anlam kadardır. İçinde bir damla hayrın, güzelliğin olmadığı saatlere sahip olsak ne olacak; nereden nereye, ne kadar zamanda varırsak varalım ne kazanacak insanlık?

‘Uzmanlar hesaplamışlar. Bu haplarla haftada elli üç dakika kazanılıyor.’

‘Peki ne yapacağım o elli üç dakikada?’

‘Ne istersen…’

‘Bana sorarsanız,’ dedi Küçük Prens,

‘Dilediğimi yapacağım bir elli üç dakikam varsa, bir su kaynağına doğru gönlümce yürümeyi seçerim.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.95

Küçük Prens de bedevi gibi yolun, yolcunun hakikatini biliyor. Varılacak menzilin, ulaşılmak istenen amacın değeri yolcunun yola döktüğü sabır ve emekten gelir. Küçük Prens bunun da farkında. Çünkü kimse ömrün nerede biteceğini bilemez. Bizi biz yapan ve hakikate ulaştıran; yürürken döktüklerimiz, ektiklerimiz, diktiklerimiz. Onun için kısa yoldan kolayca zaman kazanmaktansa, elde olan zamanda hayatın kaynağına gönlün istediğince yürümek, doğru olanı.                                                                                                    

Yaradan nasıl ruhumuza göre beden dikmişse, ruhumuza göre de zamanı vermiş. Bu böyleyken, makine dünyasının, teknolojinin zaman biriktirmek adına yaptıkları kazandırmaktan ziyade kaybettiriyor insanlığa. Çünkü yaşama emek verdiğimiz sürece tatmin olacak, rahatlayacak şekilde yaratılmışız.  

Varlığı Mülevvin ismiyle renklendiren, Rezzak ismiyle rızıklandıran, sonsuz isimleriyle varlığa rahmet elini uzatan Allah; Kerîm ismiyle de çalışmanın, emeğin içine lezzet ve zevk koymuş. Yani varlıktaki her harekette, her emekte zevk var. Bu faaliyet engellenecek olsa varlık acı duyuyor. Çünkü tembellik ıstırap veriyor. Kainattaki bu muhteşem hakikat böceğe, yıldızlara, rüzgâra; zerreden gezegenlere zamanında öyle dokunuyor ki her şey şevkle görevini yerine getiriyor. 

‘Mikroskobunun başında nefesini tutan Pasteur’de yoğun bir varlık vardır. Pasteur hiçbir zaman gözlem yaptığı zamankinden daha fazla insan olmamıştır. Gözlem yaparken o, ileriye adımlar atıyor, acele ediyordur. Her ne kadar yerinden oynamıyorsa da dev adımlar atmakta ve genişliğe kavuşmaktadır. Taslağının karşısında hareketsiz, sessiz sedasız duran Cézanne’ın da pek değerli bir yaşantısı vardır. O hiçbir zaman, sustuğu, duyduğu ve hüküm verdiği zamankinden daha fazla insan olmamıştır. Böyle zamanlarda, tuvali kendisine denizden daha engin gelmektedir.’1

Önemli olan, gaye ve atılan adımdır. Bir gaye uğrunda herkes aynı intizamlı ve güzel çabayı elbet gösteremez. Daha fazla başarıya ulaşanlar, daha az başarıya ulaşanlar sayesinde bu mertebeye eriştikleri için berikileri kınamamak gerekir.

‘Eserine eğilmiş olan bu halk, saraylarını, sarnıçlarını, büyük asma bahçelerini ister istemez yapar. Eserleri, pek tabii olarak parmaklarındaki sihirden meydana gelir. Sana şunu söylüyorum: Bu eserler onları başaranlardan olduğu kadar, gerekli davranışı gösteremeyenlerden de meydana gelir. Çünkü insanı bölemezsin. Eğer sadece büyük heykeltıraşları ayırayım dersen, büyük heykeltıraşlardan mahrum olacaksın demektir. Çok az yaşamak şansı veren bir mesleği seçecek kadar kim çılgınlık ederdi? Büyük heykeltıraş, kötü heykeltıraşlar molozundan çıkar. Sonuncular ona basamak görevi görürler; onu yükseltirler.’2

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.58
1. Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.314
2. Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.542-543

Hepimiz çalışabilecek bir donanımla dünyaya geliyoruz. Bize verilen istidatların gelişmesi için zamanın bu istidatlara bir yol olması gerekiyor. Bu yolun tıkanıklığı insanın ruh dünyasında sıkıntılara neden oluyor.  

1950’lerin başlarında, bir grup psikanalist başlarında Ernest Dichter ile New York’un kuzeyinde eski bir malikânede Motivasyon Araştırma Enstitüsü’nü kurdu. Enstitüde insanların neden belli bir ürünü aldıkları, reklamlara verdikleri tepkiler araştırılıyordu. 

Bu piyasa araştırmasının sonucunda şu ortaya çıktı: Tüketiciler fikri beğenmelerine rağmen ürünleri satın almıyorlardı. En büyük sorun Betty Crocker kek karışımındaydı. Dichter, ev kadınlarının kek hakkında serbest yorum yaptığı bir dizi grup çalışması gerçekleştirdi. Vardığı sonuca göre, kek ununu sadece kalıba dökerek kek yapmada kadınlar suçluluk hissediyorlardı. Kolaylık ve rahatlık olarak pazarlanan kek imajı hakkında bilinçdışı suçluluk duyuyorlardı. 

Psikologların tavsiyesi ile sorunu çözmek için kek unu firması paketin üzerine şunu yazdırdı: ‘Evin hanımı bir yumurta eklemeli.’

Satışlar patlamıştı. Artık kadınlar kocalarına kendi katkılarının da bulunduğu bir kek sunuyorlardı. 

The Century of The Self Belgeseli

Varlıktaki, zamandaki anlamı bulmak için yollara düşmeyen, gayeye ulaşmanın tadını bilemez. Düşmediği yollarda kaçırdığı nice güzelliklerden, heyecanlardan uzak; can sıkıntısı içinde yapay tatlarla tatmin olmaya çalışır.

Eğer şeylerden gelmeyen, şeylerin anlamından gelen bu ışığa körsen umut edecek hiçbir şey yoktur. Ve seni gene kapının önünde buluyorum.

‘Ne yapıyorsun burada?’

‘Hayat bana artık bir şey vermiyor. Karım uyuyor, eşeğim dinleniyor, buğdayım büyüyor. Aptalca beklemekten başka bir şey yapmıyorum ve sıkılıyorum.’

Artık okumayı bilmeyen oyunsuz kalmış çocuk. Yanına oturuyorum ve sana öğretiyorum. Yitik zamanın içine dalıyorsun ve seni hiç gelişme kaydedememe sıkıntısı sarıyor.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.461-462

Yollar birbirinden farklı uzanıyor. Hangisi seçilecek? Yerden göklere, ülkeden ülkeye, semtten semte, evden eve, kalpten kalbe uzanan yollar… Hayallerden ufuklara, coşkudan fetihlere, yokluktan varlığa, karanlıktan seherlere uzanan yollar… Tutkulardan bataklıkta kaybolan, umutsuzluktan kaybedilende tıkanan yollar…

Su kaynağına giden adamın, gerçeği arayan bilgenin, yeni toprakların hasretine düşen kâşifin, rahminde bebeğini bekleyen annenin hislerini taşıdıkça yolun mânâsı, yolcunun solukları yüceliyor. 

Kültürü çalışmadan ayırdığını iddia eden delidir. Çünkü insan yaşamının ölü kısmını oluşturacak bir çalışmadan nefret edecektir, ayrıca güvencesiz bir oyundan başka bir şey olmayan kültürden de nefret edecektir. Kazancın olmuyorsa ve umutlarını yuvarlamıyorsa aptalca zar atman gibi. Çünkü zar oyunu diye bir şey yoktur… Sürülerinin, otlaklarının ya da altınının oyunu vardır. Kumdan ev yapan çocuk gibi… Burada söz konusu olan bir avuç kum değildir; kale, dağ ya da gemi söz konusudur.

Hiç kuşkusuz zevk içinde dinlenen insanı gördüm. Palmiyelerin altında uyuyan şairi gördüm. Hafif meşrep kadınlarla birlikte çay içen savaşçıları gördüm. Sundurmanın altında akşamın tadını çıkaran dülgeri gördüm. Ve hiç kuşkusuz neşeyle doluymuş gibiydi bu insanlar. Ama daha önce de söyledim sana: Çünkü onlar insanlardan kesinlikle yorulmuşlardı. Şarkıları dinleyen ve dansları seyreden bir savaşçı, çimende yatarak düşler kuran bir şair, akşamın kokusunu içine çeken bir dülger… Başka yerlerdeydiler. Her birinin yaşamının önemli kısmı kesinlikle çalışmayla geçiyordu. 

Mimar, bir insandır ve zar atarak vaktini boşa harcadığında değil, tapınağını yükselttiğinde yücelir ve yaşamı anlam kazanır. Mimar için gerçek olan herkes için gerçektir. Çalışmayınca kazanılan zaman basit özgürlük ve rahatlama getirmiyorsa, yorgun kasların gevşemesi ya da yaratan zihnin uykusu değilse ölü zamandan başka bir şey değildir. 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.201

Ve yaşamı kabul edilmesi mümkün olmayan iki kısma ayırıyorsun: Kendini feda etmenin kabul edilmediği, angaryadan başka bir şey olmayan bir çalışma, yokluktan başka bir şey olmayan bir eğlence, bir dinlenme.

Çünkü önemli olan ve gerçek şiirleri besleyebilen sadece yaşamın seni, açlığını ve susuzluğunu, çocuklarının ekmeğini ve sana sağlanan ya da sağlanmayan adaleti veren tarafıdır. Aksi takdirde sadece oyundur ve yaşamın karikatürü ve kültürün karikatürüdür.

Çünkü seni yaratan, sana direnen şeye karşı direnmendir. Eğlence ve mutluluk için senden hiçbir şey istenmediğine göre ve dinlenmek, eğlenmek adına sadece bir ağacın altında ya da basit aşkların altında uyuyabileceğine göre ve sana acı veren adaletsizlik, yaşamak için sana sıkıntı veren bir tehdit olmadığına göre, çalışmayı kendin icat etme dışında ne yapacaksın?

Ama sakın aldanma, oyunun hiçbir önemi yoktur, çünkü burada bu oyunun oyuncusu olarak seni yaşamaya zorlayan hiçbir yaptırım söz konusu değildir. Ve ben öğleden sonra, boş da olsa gündüz, gözlerden uzak da olsa odasında yatanla son günlerinde mahkûm ettiğim ve hücreye attığım kişiyi bir tutmayı reddediyorum… İkisi benzer biçimde uzanmış olsa, iki hücre de boş olsa bile, her iki hücreye aynı ışık girse bile. Ve hatta birincisi yaşam boyu hapse mahkûm birini oynama iddiasında olsa bile. İlk günün sonunda git onu sorgula. Birincisi renkli bir oyun oynanıyormuş gibi gülecektir, ama öbürünün saçlarının beyazlamış olduğunu fark edeceksin. 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.201-202

Ve yaşamış olduğu macerayı sana kesinlikle anlatamayacaktır; çünkü bunun için gerekli kelimeleri bulamayacaktır… Dağa tırmanan ve doruktan iklimi kendisini bütünüyle değiştirmiş olan bilinmeyen bir dünyayı keşfeden ve kendini sana getiremeyecek olan biri gibi.

Kuma değnek saplayanlar sadece çocuklardır. Kumu kraliçe yaparlar ve aşk yaşarlar. Ama ben bu yollarla insanları yükseltmek ve hissettikleriyle zenginleştirmek istersem, bu değneği bir put yapmam, onu insanlara kabul ettirmem ve insanları bu putlara kurbanlar adamaya zorlamam gerekir.

O zaman oyun, oyun oynamaktan çıkar. Değnek doğurgan olur. İnsan korku ya da aşk ezgisi olur. Aynı şekilde aynı ılık öğle sonrasının odası, bir yaşam hücresi olarak insandan kendisinin bilmediği ve kendisini saçlarının dibine kadar yakan bir görüntü çıkarır.

Çalışma dünyayı kavramaya zorlar seni. Çift süren biri taşlara rastlar, gökyüzünden gelen sulardan korkar ya da onları ister, böylelikle ilişki kurar, büyür, aydınlanır. Ve her adımı yankılanır. 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.203

Bizim için gerekli olan her şey düşünülmüş, türlü nimetlerle tasarımımız yapılarak gönderilmişiz dünyaya. Ve “zaman” da bir nimet olarak verilmiş. Gerçekleştirmek istediğimiz bir iş, bir eylem için geçen ya da geçecek olan bir süremiz var. Bizler bu sürenin parçalarına; yani saatlere, dakikalara tutunarak yaşıyoruz. Demek ki zamanın kalbi ve insanın kalbi birlikte ahenkle atılıyor. 

Susuzluk hapları satan tüccarın bunlardan haberi yok. Tehlikeli bir oyunun içinde olduğunun farkında değil. Dünyasında ruhunu yücelten ve kişiliğini besleyen hiçbir anlamın olmaması halinin içten içe kendini nasıl tüketeceğini sezemiyor. İçinde türlü çerçöp taşıyan tacirin kaynağı, masum bir çocuğun tertemiz pınarından ne kadar uzak… Suyun başı kaynak; yolun başı gönül. Temiz kaynağın şifa, temiz gönlün huzur getirdiğinden de habersiz olan bu adam hakikatin yoluna düşmenin derinliğini de kavrayamıyor. Oysa Küçük Prens önünde uzanan yollardan hangisini seçeceğinin bilincinde. 

İçinde öz olmayan, sadece kabuktur. Yenilmez ve üretilemez. Ancak ateşte çok güzel yanar ve ısıtır. Kâinatta içi boş olan kabuk bile işe yararken, bunca özelliklerine rağmen insanın hayra yaramaması çağın en büyük acısı. Bu dramın karşısında bir şeyler yapma gereğini duyanlar, kurtuluş yolunun masumiyetten, sadelikten, sadakatten geçtiğini biliyorlar. Bu nedenle Exupéry’i de bu çıkış yolunu bilerek kullananlardan. 

Küçük Prens’in susuzluğunu artıran, ruhanî dünyaya ilgilenmesine engel olan taklit, yapay ticarî mallarla yüzleşmesi gerekmektedir.

Bu mallar ki hayvanların ağıla tıkıldığı gibi üst üste bir kulübeye yığılan mültecilere benzememize neden olurlar. İnsanın sadece bir yol, bir geçiş olduğunu unutmamıza neden olurlar. Onlar özde olanı bulmanın zaman gerektirdiğini bilmezler. Gerçeğe gitmek yerine görüntüye aldanıp yoldan çıkmamıza, kim olduğumuzu unutmamıza neden olurlar.

Güce sahip olmak, dünyayı ele geçirmek ve başkalarıyla sadece onları esaret altında tutarak yaşamak tutkusu ile gözümüz kör olmuştur. Artık bundan sonra bizim dışımızda hiç kimde bizi cennetten kovamaz.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.86

İnsanoğlu nefsin tutkularının kurbanı. Nefis hem kör hem tembel hem bencil. Ne kendine hayrı var ne başkasına. Oysa özündeki hazinede duran merak, hayal, fikir üretme, akıl kapasitelerini kullanabilenler emekleriyle neleri gerçekleştirebiliyorlar.

Mesela zaman ve insan hakkında yapılan araştırmalar uyumak, uyanmak gibi hayatî olaylar için en uygun vakitlerin insan vücudundaki biyolojik ritimler tarafından ayarlandığını söylüyor. Bizler de bu sayede kendimize yararlı olan işleri biyolojik ritmin ayarladığı en doğru saatte yapabiliyoruz. 

İnsanların ve diğer canlıların yaşamının büyük çoğunluğunu biz farkında olmadan düzenleyen, duymadığımız alarmla bizi harekete geçiren saate biyolojik saat adını veriyoruz. Bu saat biyolojik ritimlerimizi düzenleyerek bize büyük ölçüde yardım eder. Av zamanlarında ava çıkacak olan hayvanların gece uyanması, kış uykusu, kuşların göçü, fotosentez zamanı, ışık görünce açan çiçekler biyolojik saate göre kuruludur.

Biyolojik saat için en önemli olan organlarımızdan olan epifiz bezi konik şekilli olan, kan akımının en yoğun olduğu ikinci organımızdır. 

Epifiz sinir uyarılarıyla çalışır ve melatonin ve biyolojik saat üzerinde etkili diğer hormonları salgılar. Melatonin hormonu karanlıkta sentezlenen bir hormondur ve uykumuzun gelmesine sebep olur. Ayrıca araştırmacıların uyumadan önce telefon kullanmanın zararlı olduğunu söylemesi ve bazı akıllı telefonlarda “night shift” özelliğinin bulunmasının sebebi melatonin hormonunun yüksek ışıkta salgılanmasının zorlaşmasıdır. 

Ekru Türkmen / Biyolojik Saat Nedir

Bitki ya da hayvan olsun yaşayan organizmalardaki tüm fizyolojik ve biyolojik süreçler periyodik bir biçimde, yani 24 saatlik bir periyot ve tüm yıl süresince önceden bilinen bir değişim gösterirler. Bu ritmik değişimler birbirini takip eden düzenli çıkışlar ve inişlerle karakterizedir. İnsan türlerinde yaklaşık 200 ritim saptanmıştır. Bunların çıkış ve inişlerinin dağılımı tesadüfi bir olay değildir. 

Bu dağılım zaman içindeki bir organizasyonu ortaya koyar. Çevremizdeki, örneğin gece/gündüz, gürültü/sessizlik, sıcak/soğuk gibi periyodik değişimlere karşı bir uyum sürecidir. Bu ritimler genetik kaynaklıdır.

Alain Reinberg / Biyolojik Saat ve Asteni

Her varlığın, her yaşam yolcusunun kendine ait bir ritmi var. Hilalden dolunaya ayın yolculuğunda bir ritim var. Arının çiçeklerden peteğe bal yapışında bir ritim var. Kısacası hayatın, bütün kâinatın fıtrî bir ritmi var. Güneş ve aya göre, mevsimlere, günün zaman dilimlerine, aydınlık ve karanlığa göre hayatımız şekilleniyor. Bütün bu tabiat olaylarına, sıcaklık ve soğuğa, aydınlık ve karanlığa uyumumuzu sağlayan hormonlar verilmiş bize. Mesela melatonin.  Vücudumuzun zamanlarını gösteren biyolojik ritmimizi etkileyen bir hormon. 

Geceleyin beynimizdeki epifiz bezi bu hormonu üretmeye başlıyor. Gözümüzün arkasında ışığı algılayan retina, karanlığı saptar saptamaz melatonin seviyesi artmaya başlıyor. Kısacası vücudun ritmi, uyku vaktimizin geldiğini bildiriyor. Karanlık çekilip etraf aydınlandıkça melatonin azalmasıyla uykudan uyanıyoruz.  

Günümüz dünyasının gelişmiş imkanları insanoğlunun yaşamına birtakım kolaylıklar sağladığı gibi bazı şeyleri de götürüyor. Elektrikle aydınlatılmış yerlerde yapay gündüz ortamı uykumuzu elimizden alıyor. Buna benzer çeşitli durumlar, dışarıdan yaptığımız müdahaleler, belirli bir düzende çalışan biyolojik saatimizi bozabiliyor. Hormonlara tesir ederek yorgun düşmemize, halsiz kalmamıza, kalbimizde ritim bozukluklarına neden olabiliyor.

Bilim adamları, modern yaşamın parçası olarak, elektrik ışığına fazla maruz kalmanın ve doğal güneş ışığından yeterince yararlanmamanın uyku düzenini etkilediği görüşünde.

Sekiz denek üzerinde araştırma yapan bilim adamları, bir hafta boyunca açık havada zaman geçiren ve kamp yaparak uyuyan bu kişilerin biyolojik saatinin güneşin doğuşuna ve batışına uyum sağladığını belirledi.

Herkesin her zaman kampa gitmesi ve yıldızların altında uyuması mümkün değil elbette. Ancak Profesör Kenneth Wright, güne açık havada kısa bir yürüyüşle başlamanın önemli olduğunu belirtiyor.

Wright, ‘Geceleri evinizdeki ışıkları azaltın. Bilgisayar ekranlarınızı, elektronik cihazlarınızı karartın. Gece saatlerinde cep telefonlarının ekranlarından gelen ışık bile biyolojik saatimizin ileriye itilmesine neden olabilir.’ uyarısında bulunuyor.

Matt McGrath / BBC Çevre Muhabiri

Biyolojik ritim dediğimiz bedenimizdeki bu biyolojik saat, günümüzün her anında bizi kâinatın ritmine bağlayan muazzam bir düzen. Bu ritme uyduğumuzda iç dünyamız ferahlıyor. Ritme uyan, özüne dönüyor. Deryaya karışıyor. Uymayan özünden uzaklaşıyor, hırçın dalgalarla kıyıya vuruyor. 

Mesela günün belirli saatlerinde yapılması gereken ibadetle güneşin ritmik dönüşleri arasındaki ahenkli uyum ve içimizde hissettiğimiz huzur. Bu fıtrî ritim tüm varlıkla aynı sahnede olduğumuzu gösteriyor. Varlıkla bütünleştiğimizde, yardımlaştığımızda tabiatın sessizliğine, sadeliğine, içtenliğine katıldığımızda o sahnede çok güzel oyunlar çıkartabiliyoruz. 

Tohumlar arasında tercih yapmanın bir zamanı vardır; ama bu kesin tercih yapıldıktan sonra tohumların büyümesine sevinmenin de bir zamanı vardır. Yaradılışın bir zamanı vardır; ama yaratılanın da bir zamanı vardır. Gökyüzünde engelleri yok eden kıpkırmızı yıldırımın bir zamanı vardır; ama yorgun suların toplanacağı havuzların da bir zamanı vardır. Fethetmenin bir zamanı vardır; ama imparatorlukların istikrara kavuşmasının da bir zamanı vardır: Tanrı’nın hizmetkârı olan ben, sonsuzluk zevkine sahip biriyim.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.24

Mesafeler kısaldı kısalmasına. Elimizde kullanılacak hayli zamanımız var. İstediğimiz yere ışık hızıyla gidebilmenin peşine düştüğümüzden beri her coğrafya adeta yan komşumuz gibi. Yaşamı presleyerek saati dakikada yaşıyoruz. İmkanlar çoğalıyor; insan eli dünyanın her yerinde. Ancak bütün bunlar sadece egomuzu besliyor. Nefis beslendikçe ruhumuzun alanı daralıyor; gün geçtikçe daha da bunalıyoruz.

Bir bilebilsek görenin göz değil, ruh olduğunu. Ruhun her şeyi göz penceresinden seyrettiğini. Ne yazık; ruhumuz bunaldıkça bulanık görebildiğimizi. İşitenin kulak değil, ruh olduğunu. Ruhun her sesi kulak penceresinden dinlediğini. Ruhumuz bunaldıkça net işitemediğimizi veya yanlış algılayabileceğimizi.

Bu ortamda sesler birbiri içinde yankılandıkça uğultudan başka bir şey anlaşılamaz. Kısacası: Ruhumuzun dünyaya açılan kapıları zorlandıkça iç âlemimizde huzurun tadı kaçtı.

Can, paylaştıkça açan yediveren gül gibi.
Anlamak, bilmekten hoş bir gönül zenginliği.
Güvercin sükût toplar; insan mal, öfke, şan.
Ancak huzur elinde harmanlanırmış zaman.

1. John Winston Lennon: İngiliz müzisyen. The Beatles isimli müzik grubunun üyelerinden biri.


‘Çöldeki Yolcu’ Fotoğrafı © Roksolana Baran

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

Reply To İlhan Cancel Reply