İşte Tilki O Zaman Ortaya Çıktı

0

“İşte”, konuşmalarımızda bizim işaret parmağımız; ortaya çıkarmak istediğimiz olayı vurgulayışımız. Yazarın işaret ettiği de bir duygunun dibe vurduğu yer. Neydi o duygu?

Bizi yıkıma götüren yanılgılar, pişmanlıklar, bu muydu dedirten hayal kırıklıkları… İhmal ettiğimiz yakınlarımız, unuttuğumuz arkadaşlar, hayata dair bir şeyler anlatmaya çalıştığında sıkıldığımız, yanlarından uzaklaştığımız dostlar… Ancak dara düştüğümüzde özlem duyduğumuz nefesler. Dibe vurduğumuz yerden çıkaracak birine ne kadar ihtiyacımızın olduğunu hissettiğimiz “o zaman”. Ne kadar ihtiyacımız var!…

Kumun üzerinde altın gibi parıldayan ay ışığı rengindeki yılanı gördü. ‘İyi akşamlar,’ dedi nazikçe.

‘Günaydın,’ dedi Küçük Prens. ‘Günaydın,’ dedi çiçek.

‘Günaydın,’ dedi Küçük Prens. Açmış güllerle dolu bir bahçenin önündeydi.

‘İşte tilki o zaman ortaya çıktı. ‘Günaydın,’ dedi Küçük Prens’e.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.85

Bu konuşmalara baktığımızda dünyada yılanla çiçekle, bahçedeki güllerle ilk karşılaştığında ilk konuşanın hep Küçük Prens olduğunu görüyoruz. Ama bu karşılaşmada ilk konuşan, tilkidir. Hatta tilki önce uzaktan onu gözlüyor, sonra sesleniyor.

‘Günaydın,’ dedi Küçük Prens nazikçe, ama kimseyi görememişti.

‘Burdayım,’ dedi tilki. ‘Elma ağacının altında.’

‘Kimsiniz’ dedi Küçük Prens. Sonra da, ‘Çok güzel görünüyorsunuz,’ diye ekledi.

‘Tilkiyim ben,’ dedi tilki.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.85

Küçük Prens’in son derece üzgün ve yalnız olduğu, otlara kapanıp ağladığı sırada yanına gelir tilki. Önce sesinin nereden geldiği belli değildir; çünkü elma ağacını altındaki otların arasından konuşur. İyiyle kötüyü birbirinden ayırmanın sembolüdür elma ağacı.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.82

Tilki aynı yılan gibi, bir bilge kişi; bir rehber. Hayatın, insanın hakikatini çok iyi biliyor. Bilgelik doğrunun, hakkın yanındadır hep. Dünya imtihanında da en zor soru genelde doğru istikameti tutturabilmekten, hakkaniyetli olabilmeden gelmiyor mu?

Her duygunun bir doğru bir de eğri, sapan tarafı var. Kötü derken hep öfke, hırs, kızgınlık akla gelmemeli. Mesela sevgi, merhamet… Çok güzeller. Ama ya doğru yerde, kıvamında kullanamıyorsak? Çok özelimize, namusumuza dil ve el uzatana hırslanmamak, müdahale etmemek nasıl yanlışsa; bir afet olayında ölen bebeklere duyduğumuz merhametin sınırını aşarak kaderi sorgulamak ve Yaradan’a karşı edebi aşmak da o kadar yanlış. Doğru çizgide; yani dengede kalabilme bir basiret işi. Yani kalp gözüyle görebileceğimiz noktayı bulabilme mahareti…

Elma ağacının altından Küçük Prens’i izleyen tilki, kendini gösterecek ve sonra yavaş yavaş, sindire sindire ona hakikate ait bilgileri verecektir.

Arkadaş ya da dost bir başka insandır. Hem yadırganan hem de heyecan veren budur. Arkadaşın yabancılığı, başka bir insan oluşu, bizim bizzat yaşayamadığımız veya yaşamaya cesaret edemediğimiz şeyleri öğrenmemizi sağlar.

Buluş zenginliği, cüretkârlık, yaratıcı düşünce, sporculuk, hassaslık, dayanıklılık… Bir arkadaşla zamanı yaratıcılıkla doldurur, yalnızlık ve üzüntüden uzaklaşırız: ‘Gel ve benimle oyna,’ dedi Küçük Prens. ‘O kadar üzgünüm ki…’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.100

‘Hayır,’ dedi tilki. ‘Oynayamam; evcil değilim ben.’

‘Öyle mi? Bağışla beni,’ dedi Küçük Prens. Ama bir süre düşündükten sonra, ‘Evcil ne demek?’ diye sordu.

‘Sen buralı değilsin,’ dedi tilki. ‘Ne arıyorsun buralarda?’

‘İnsanları arıyorum,’ dedi Küçük Prens.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.85 

İnsan insansız olamaz. Göz gözü, kalp kalbi arar. Ses seste yankılanmak, el ele sarılmak ister. Küçük Prens de her yerde insanları arıyor. Onun insanlarda bulmak istediği, arkadaşlık. Küçük Prens bu arayış yolculuğuna çıkmadan önce kendi gezegenini düzene sokar, püskürmeden yanmaları için volkanları özenle süpürür. Yani duygu ve düşüncelerindeki püskürmeleri, aşırılıkları kontrole alır. Çünkü ihtiyaçları aşırıya kaçtığında yanardağdan püsküren lavlar gibi hayatını alt üst edecektir. Temizlikten sonra uğradığı altı gezegende nefsinin altı özelliğini görür ve kendisiyle tanışır. Arayış arzusu daha da artınca tavsiye ile dünyaya gelir.

Dünya onun aradığını bulacağı yerdir ve bunu da yılan, çiçek, dağ ve tilkiyle gerçekleştirecektir. Aşama aşama dünyanın geçiciliği, ölmeden ölmek, yalnızlığın acıtan yankısı, başka varlıklara olan sorumluluk derken bir hakikate gelir. Bu hakikat, Küçük Prens’in dünyadaki yaşam kaynağıdır; yani bütün insanlığın. Bu hakikat bütün varlığımızı aydınlatan bir nur. Her şeyi onunla net görebileceğimiz bir mercek. İşte bunda rehberlik edecek de tilki. Tilki yüreğin tüm güzelliğini, dostluğu, ön yargısız olabilmeyi, paylaşmayı; kısacası sevgi hazinesini Küçük Prens’in önüne bir bir dökecektir.

Düşünebilen ve bu düşünceleri yansıtabilen tilki öğütlerde bulunur; yalnızlığından nasıl kurtulabileceğini, sevdiğine ve karşısına çıkan insanlara nasıl ulaşabileceğini, aradığını nasıl bulabileceğini öğretir. Birbirlerini anlayarak konuşurlar; ama henüz evcilleştirilmemiş oldukları için birlikte hiçbir şey yapamazlar. Aradığı insanlar ve arkadaşlar olan Küçük Prens evcilleştirmenin ne olduğunu öğrenmeye çalışır ısrarla: ‘İnsanların pek aldırmadığı bir şey… İnsanlarla bağlar kurmaktır evcilleştirmek…’

Diğerlerinden farklı kılacak hiçbir özelliğin olmadığı, doğal bir hayatın mümkün olmadığı yerde kimliksizlikten nasıl kurtuluruz? Mantık ve anlayışın birlikteliğiyle aydınlanan ruhun yaşaması için vazgeçilmez olan sevgiyle elbette.

Yılanla, çiçekle, yankıyla ve bahçedeki güllerle konuşmalarının ardından, bilincin sözcüklerle anlatılamaması sorununun çözümünü sunabilecek konuşmayı tilkiyle yapar. Evcilleştirme bütün önyargıların ve görünümlerin ötesinde diğerlerine doğru gitmemize olanak veren duymaya ve anlamaya açık olma, hazır olma halinden başka bir şey değildir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.82

Ama görecektir ki Küçük Prens, insanlar arkadaş olma konusunda çok zayıftır. Birbirleriyle iletişim kurmada beceriksizdir. Çoğu hırsı peşinde koşarken bu beraberliğe aldırmaz bile.

Öyle bir ortamda yaşarlar ki, orada herkes aynı boyayla boyanmıştır. Diğer insanlardan farklı kılacak hiçbir özellikleri yoktur. Bu nedenle özel olmak, kendi olmak, doğallık ve özgürlük onlar için imkansızdır. İnsanın “kendi olamadığı” yerde kimliği nasıl olabilir ki?

Bu şartlardan iyice bunalan Küçük Prens’in imdadına ‘tilki o zaman ortaya çıkarak’ yetişir.

Bu, Saint-Exupéry’nin Cup Juby’de sık sık gördüğü bir Fennek; yani çöl tilkisidir. Küçük Prens tilkiye hayran kalır. Erkekler arasında da -derin bir sessizlik içinde- ilk bakışta hayranlık mümkündür. ‘Sen kimsin?’ dedi Küçük Prens. ‘Çok hoşsun…’ Tilki kendini tanıttı: ‘Ben bir tilkiyim.’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.100

İnsanın aklına şu geliyor: Exupéry, dost olarak neden tilkiyi seçti? Yılanın ölümün metaforu olması öldürücü özelliğiyle alakalı olabilir. Yılan… Adını duyduğumuzda dahi sırtımızda bir ürperti hissediyoruz. Ama tilki ve dostluk. Nasıl bir bağ kurulabilir?

Exupéry yaşadıklarını, gördüklerini ve işittiklerini, bunların iç dünyasında oluşturduğu etkilerle kaynaştırarak metaforlarını kuruyor. Bir yandan maddî görüntüler diğer yandan manevî derinlikler yazarın kaleminde birleşiyor. Belki de hiç ilgisi yoktur; ama İnsanların Dünyası’nı okurken bu bağı hatırlatacak tırnak içine aldığım yerler insanı düşündürüyor.

Exupéry, arkadaşı Prévort’la uçuşun birinde Sahra’da kaybolurlar. Uçakları yere çakılır ve kumlar arasında çok zor şartlarda bir mahkumiyeti yaşamaya başlarlar. Bu üç bin kilometrelik alanda çaresiz kalan iki insandan Prévot, uçağın yanında kalıp yakacak bir şeyler hazırlayacak, birileri gelirse ateş yakacaktır. Diğeri, yazar da keşif yürüyüşüne çıkacaktır. Bu yürüyüşte bir çöl tilkisinin yuvasına rastlar ve izlenimlerini anlatır:

Yola çıkıyorum; ama okyanusun ortasında bir kayık gibiyim. Bu esnada şafak ışığı sayesinde bütün bu manzara bana daha az keder verici geliyor. Önce bir süre çapulcular gibi yürüyorum ellerim ceplerimde. Dün akşam bölgenin esrarengiz hayvanlarının yuvalarının ağzına birkaç ağ gerdik. İçimdeki haydut avcı uyanıyor. Önce gidip tuzaklara bakıyorum. Hepsi de boş.

Hiç hayal kırıklığına uğramadım; ama içimi bir merak sarıyor. Neyle besleniyor bu hayvanlar çölde? ‘Fennek’ olmalı bunlar; çöl tilkisi yani. Kocaman kulaklı tavşan büyüklüğünde bir etobur. Merakımı yenemeyip birinin ayak izlerini takip etmeye başlıyorum. Dar bir kum yatağına gidiyor ve kumun üzerinde daha da belirginleşiyor izler. Üç parmaklı ayaklarının kumun üzerinde bıraktığı yelpaze biçimli izler ne kadar güzel. ‘Küçük dostum’un şafak vakti zıplaya zıplaya gidip taşların üzerindeki çiğ tanelerini yalayışını getiriyorum gözümün önüne. Şurada ayak izlerinin arası açılmış. Demek ki koşmuş. Sonra yanına bir çöl tilkisi daha gelmiş; yan yana yürümüşler. Böylece ben de ‘tuhaf bir neşeyle’ bu sabah gezintisine eşlik ediyorum şimdi. Hoşuma gidiyor bu hayat belirtileri. ‘Susuzluğumu biraz da olsa unutuyorum…’

Sonunda benim tilkilerin erzak deposuna ulaşıyorum. Burada kumun üzerinde her yüz metrede bir çorba tası kadar küçük kuru çalılar var. Dallarının üzeri küçücük yaldızlı salyangozlarla dolu.

Hava aydınlanmaya başlar başlamaz karnını doyurmaya koşmuş anlaşılan bizim tilki. Ben de doğanın bir esrarıyla daha karşı karşıya kalıyorum.

Tilki dostum her çalının yanında durmamış. Pek yüz vermediği çalılar hâlâ salyangoz dolu. Kimi çalıların etrafından ‘ihtiyatlı davranıp dolanarak geçmiş’. Kimilerinden birkaç salyangoz koparıp bir sonrakine geçmiş.

Açlığını bir kerede dindirmek yerine sabah gezintisinin tadını çıkarmak için mi böyle bir oyun yapmış? Sanmıyorum. Bu oyunun sebebi ‘zorunlu bir taktik’ anlaşılan. Eğer önüne çıkan ilk çalının üzerindeki bütün salyangozları yiyecek olsa, birkaç öğün sonra çalının üzerindeki bütün salyangozların kökünü kurutmuş olurdu. Tilki ‘tohumluk bırakma’ya özen gösteriyor. Bir öğünde bu yüzlerce kahverengi küçük diken demetinin her birinden sadece lokma almakla kalmıyor; aynı dalın üzerinde yan yana duran iki salyangoza da dokunmuyor. Sanki ‘belli bir bilinçle’ hareket ediyor. Hepsini bir kerede yerse, tek bir salyangoz bile kalmaz. Salyangoz olmazsa, tek bir tilki bile kalmaz.

İzler beni yuvaya kadar götürüyor. Yuvasının dibine sinmiş ayak seslerimin gümbürtüsüne kulak kabartıyordur şimdi herhalde. Şöyle diyorum ona: ‘Küçük tilkim benim, berbat durumdayım; ama ‘senin davranışlarını anlamaya çalışmak’tan alıkoymuyor bu beni. Ne tuhaf…’

Orada durup düşünüyorum. Anlaşılan o ki insan her şeye uyum sağlıyor. Belki otuz yıl sonra öleceğini bilmek insanın keyfini kaçırmıyor. Otuz yıl, ya da üç gün… Bakış açısı meselesi.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.146

Tilki kendini tanıtır tanıtmaz Küçük Prens’in ilk sözü; ‘Benimle oynar mısın? Çok mutsuzum.’ oluyor. İnsanın beklemeden ağzından çıkarıverdiği söz, genelde onun aynasıdır. Kendini korumaya almadan aniden dökülüverir. Çok aç olan, kibarlığı düşünmeden can havliyle kapıverir ekmeği. Küçük Prens’in durumu da budur. Çünkü uzun zamandır yalnızdır ve her yerde insanları arar arkadaş bulabilmek için. Ancak tilkinin verdiği karşılıkta aynı heyecan, ataklık yoktur:

Bunun üzerine tilki duyulmadık bir şey söyler: ‘Seninle oynayamam. Henüz evcilleşmedim!’

Bilinen şu ki insanlar belli aşamalardan geçmeden birbirleriyle arkadaş olamaz ve birlikte hareket edemezler. Yani biz insanların arkadaşlıklarda birbirimizi karşılıklı olarak evcilleştirmemiz gerekmektedir. Küçük Prens bunun ne anlama geldiğini öğrenmek ister: ‘Evcilleşmek ne demek?’

Zeki tilki ona dostluğun sırrını açıklar…

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.100

Bu dünya imtihan meydanı. Bu meydanda canlar kaptan kaba gezdirilir; terbiye edilir. Neden? Kemale ermek için. Yolculuğun sonundaki menzile istenen hal ile varabilmek için.

.Peki nasıl kemale; olgunluğa erişilecek?

.Yavaş yavaş, derece derece ilerleyerek. Çünkü hazım sindire sindire olur.

Bu Yaradan’ın tedricilik kanunu. Onun için anne karnında dokuz ay bekler bebek. Doğar doğmaz yemek yiyemez. Domates dalında, koşucu kulvarda sabırla pişer. Sabır olgunluğun mihenk taşı. Her zorlukta en geçerli akçedir.

İnsan olmada, insanla arkadaş olmada da bu böyledir. Çarçabuk atıştırılan yemeğin, tatmadan yutmaların sonu malum. Tatsızlık, bulantı, sancı ve ne varsa ortaya dökme…

Günümüzde ayaküstü alelacele kurulan ilişkilerde de bu tehlike var. Arkadaş olmak, birlikte hareket edebilmeyi de beraberinde getirmeli. Onun için tilki belli aşamalardan geçmeden arkadaş olunamayacağını belirtiyor Küçük Prens’e.

İnsanı görmek başka, onu tanımak çok başka. Tanımış olsak da ulaşabilmeye yeterli mi? Hayır. Öyle olsa travmatik yalnızlığını yaşar mıydı insanoğlu? Çaresizliği, yaşama dair korkuları ruhunda bu denli yara açar mıydı? Oysa kimse olmasa da yanımızda, asla kimsesiz değiliz. Gerçek Dost’a iman, kalbimizde hayatı sıcak ve emin kılan en kuvvetli duygu. Ama ya yoksa bu duygu? İşte o zaman yalnız köşeler, cehennemî kollarını sarar canımıza. Ah… imanî zafiyetimizle buz tutmuş nefesler…

Haydi ulaştık diyelim karşımızdakine. Peki neyi arıyoruz onda; biliyor muyuz? Biliyorsak, nasıl bulabileceğimizi?

Tilki sırayla bu aşamalardan geçirtecektir Küçük Prens’i. Bunlara dair bir sürü soru sorulur. Birbirini anlayabilmiş olmak rahatlatır ikisini de. Ancak varılmak istenene ulaşabilmek için tilkinin devamlı tekrarladığı bir köprü vardır geçmeleri gereken: “Evcilleşmek.” Bu köprünün öte yakası anlaşılmaz olmanın bittiği, iç dünyanın bahara eriştiği yerdir.

‘Evcil ne demek?’

‘İnsanları mı arıyorsun? Silahları var ve avlıyorlar. Çok can sıkıcı. Ayrıca tavuk yetiştiriyorlar. Tek konuları bunlar. Tavuk mu arıyorsun?’

‘Hayır,’ dedi Küçük Prens. ‘Arkadaş arıyorum. Evcil ne demek?’

‘Genellikle ihmal edilen bir iş,’ dedi tilki. ‘Bağlar kurmak anlamına geliyor.’

‘Bağlar kurmak mı?’

Tilki, ‘Yani,’ dedi, ‘örneğin sen benim için hâlâ yüz bin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli de değilsin. Senin için de aynı şey. Ben de senin için yüz bin öteki tilkiden hiç farkı olmayan herhangi bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun. Ben de senin için eşsiz, benzersiz olurum…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.86-87

Önyargılar ve görünümler… Bir insana yaklaşmamızı engelleyen duvarlarımız. Ama bunların ötesine geçmek mümkün. Engeli geçip o insanı duyabilmek, anlayabilmek, çözebilmek mümkün. İşte bizi bu ruh haline hazırlayan tılsım: Evcilleştirme.

Herkes cesur değildir. Herkes sanatçı, idareci, eğitmen, hatip, el becerisinde usta olamaz. Hepimizin eksik olduğu bir tarafımız var. Arkadaşın farklı özellikler taşıması bizim için bir kazanç olmalı. Bu eksikliği tamamlama, onunla dost olmamızı beraberinde getirebilir?

Yalnız dikkat edilmesi gereken bir nokta var ki, o da nefsin burada kalbe çelme takabilme tehlikesi. Birine yardım ederken, birine öğütte bulunurken duyduğumuz güzel duyguları, o bize uyguladığında rahatsız oluyorsak, burada bir bit yeniği var demektir. Acaba iç sesimiz şunu fısıldamış olamaz mı?

Sen tamamsın, onun eksiğini tamamlamak sana yaraşır; ama ondan bunu sakın isteme.

O zaman bu başkasıyla senin farkın nedir? Yoksa “tamamla” da “hakim ol, üstün ol” egosu gizlenmiş olmasın?

“Tevâsav bis sabri ve tevâsav bil merhame.”  Sabrı tavsiye edenlerden ve merhameti tavsiye edenlerden olmak. ‘Tevâsav,’ tavsiyeleşme anlamında. Arapça’da işteş fiil için Tefâ’ul kalıbı var. Yaradan bu kalıp ile öğütte bulunmamızı buyuruyor. Yani tavsiye karşılıklı olmalıdır hakikatini ifade ediyor.

Dost arayanların evcilleştirmeyi öğrenmeleri, bağlar oluşturmaları gerekir. Diğerlerine tıpatıp benzeyen birbirleri için dünyada tek olmak, kurallara ve görünüşlere göre birbirlerine yaklaşmak demektir. Evcilleştirmek yaşamı aydınlatır, içine kapananların açılmasını sağlar, alıştığımız kişinin ayak seslerini duymakla bile mutlu olmamızı, kalbimizin çarpmasını sağlar, altın rengi başaklar bize sevdiğimizin saçlarının rengini anımsatır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.83

Onun her söylediği doğrudur, çünkü sana güvenir ve ona sadık kalmanı ister. Senden farklı yaşasa bile senin varlığının etrafındaki tüm değerleri gösterir. Sizi farklı kılabilecek, birbirinizden ayırabilecek şeylere rağmen birlikte olmak istediğin kişidir o.

Onun karşısında susabilirsin, çünkü o senin içindeki dünyaya saygı duyar. Ne olursan ol sana kucak açar ve birlikte olmanın mutluluğunu paylaşabileceğiniz alanlar yaratır. Seni dinler ve ona söylediklerini anlar.

Peki onun gibi giyinmediğiniz için onun gibi düşünemeyeceğiniz önyargısıyla bize yaklaşanlar karşısında ne yapmalı?

Misafirperverlik ve arkadaşlık, insanları dış görünüşleriyle değil, özleriyle değerlendirmeyi gerektirir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.50-51

Fransız filozof Blaise Pascal şöyle der: ‘Bir damla sevgi, bir irade ve akıl okyanusundan daha büyüktür. Dostlukta ön plana çıkan budur. Dostluk günlük yaşamın şiiridir. Bizi dünyayla birbirimize bağlar. İnsan yaşamının amacı ve anlamı, insanın içinde var olan, kendine has, temeli dostluk ve dayanışmaya dayalı özsel yasaların gelişiminden ibarettir.’

‘Sağlıklı düşünebiliyorsam, samimi bir dostu hiçbir şeye değişmem.’ der şair Horaz.

Filozof Michel de Montaigne, 1563 yılında ölen arkadaşı Etiénne de la Boetie’yi şu sözlerle anar: ‘Israrla bana onu neden sevdiğimi sorduklarında, bunun kelimelerle ifade edilemeyeceğini hisseder ve şöyle derim: O öyle olduğu ve ben de ben olduğum için.’

Voltaire ise şöyle der: ‘İyi bir dost, dünyanın tüm şan ve şöhretinden çok daha kıymetlidir.’

Bir dönem hizmet ettiği Prusya Kralı II. Friedrich yirmi altı yaşındaki dostu Hans Hermann von Katte’nin kral babasının emri üzerine 1730 yılında Küstrin’de gözlerinin önünde asılmış olmasının yarattığı travmadan hiçbir zaman kurtulamaz. İhtiyarlık çağında dahi acısını dile getirir: ‘Benim için gerçek bir dost cennetten bir armağandır.’

Tilki arkadaşlığın zaman doldurma ve bir tür sevgi ifadesi olduğunu düşünür…

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.102

Dost olabilmek bir insanlık sanatı. Sanatçı, üretendir. Gönlünden çoğalan. Hayalleri vardır dünyaya sığmayan. Sanatını renk, çizgi, ses, notalar arasında akla gelmeyecek ahenkler kurarak konuşturur. Duygudan duyguya çağıldamak onun karakteridir. Yepyeni dünyalar kurmak ise işi. Hepsinden öte görüntüleri geçerek kalplere ulaşabilendir o.

Masallar nasıl başlarsa başlasın sonu hep olumlu biter. Çocuğun lekesiz dünyasına iyiliği, güzelliği ekebilmek, hayallerini hep yapıcılığa götürebilmek için böyledir belki de. Çünkü çocuk fıtratı bizim insanlığımızın temeli. Bu temel çok temiz ve kuvvetli. Çünkü malzemesi hiç el değiştirmeden Yaradan’dan geliyor. 

Dostça yaşayabilmek çocuk masallarındaki üç elma. Masal anlatan, üç elmalı bir dilekle bitirir ve elmaları paylaştırır. Gökler âleminden düşer elmalar. Dost’un melekût âleminden. İlim olarak düşer, rızık olarak, sevgi, kuvvet, zenginlik, hikmet olarak düşer. Bizler de masalı, çocuklar gibi bu dünyada yaşayabilsek, elmalardan bir tanesini bütün varlığa, bir tanesini kendimize ve diğerini Yaradan’a teşekküre ayırsak yaşam ne güzel paylaşılırdı… 


‘Küçük Prens ve Tilki’ İllüstrasyonu © Ann Baratashvili
‘Tilki’ İllüstrasyonu © Ann Baratashvili

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply