İşte Bu Suya Susadım

2

Çocukluğumun İstanbul’unda trafiği idare eden trafik polisleri hatıralarımda zarif bir fotoğraf olarak kaldı. Beyaz eldivenler… Her birinde işaret bilgisi olan ahenkli hareketler. Bu işaretlerin dilinden anlayan sürücüler durur, aşina olan yayalar sakin, telaşsız karşıdan karşıya geçerdi. Anlamayanlara göre bütün bunlar herhalde garip hareketlerdi.  

Anlamak, en sağlam köprü iki şey arasında. Varlıktaki her sanat, her oluşun hikmeti sadece onu anlayan için… Anlamak yoksa hiçbir şey sonuca varmıyor. Okuması olmayana yol levhaları nasıl birer şekilse dünyanın en güzel manzarası da gözleri görmeyene uzayan bir karanlık. 

Yön gösterecek işaretlerin olmadığı bir çöl ve bir köy kuyusu. Çevrede ufacık bir yaşam belirtisi yok. Ama insanların yaşadığını belirten sebepler olarak duvar, çıkrık, ip, kova var. Pilot, gördüğüyle şaşkın; Küçük Prens, anladığıyla olağan bir gerçeğin karşısında.

Burada gören, gözdür; sadece sebeplere bakıyor. Anlam veren ise kalp gözüdür; sebepleri sunanı tanıyor. İnsanın yaşamadığı bir yerde birbiriyle alakalı bu şeyler nasıl oluşur? Görülenler asla rastlantı eseri değil. Çünkü bir maksada göre hazırlandığı belli. Çıkrık, kuyuya göre; kova, ip, çıkrığa göre. Aralarında hesaplanmış bir ölçü, bir uyum var. Düşünülse, hepsinin ardında ortak bir irade fark edilecek. Ve o iradeyi anlatan bir kavram çok şeyler söyleyecek. Kavramın adı: Tevafuk.

Kâinatın nizamında rastlantıya, başıboşluğa, hedefsizliğe yer yoktur. Her şey İlahî İrade’ye, İlahî Kudret’e göre düzenlenir. Nereye baksanız bir düzen, birbiriyle ahenkli uyumlar görürsünüz. Karşılaşılan bu tevafuklar, bizi her şeyin “Tek Sahibi”ne götüren, davetçi yol işaretleridir. Çünkü Yaratıcı kendini kuluna hissettirmek ister. “Yalnız değilsin; bana gel, bana sığın,” der gibi; ama duyan azdır… gören az… Ancak Küçük Prens, çocuk olmasına rağmen bu idrakle bakıyor kuyuya. 

Kendini yormasına gönlüm razı gelmedi.

‘Bana bırak,’ dedim. ‘Sana ağır gelir.’

Kovayı çekip kuyunun kıyısına koydum. Yorgun, ama suyu çıkardığımdan dolayı da mutluydum. Çıkrığın sesi kulaklarımdaydı. Hâlâ çalkalanan suda güneşin ışığı oynaşıyordu.

‘İşte bu suya susadım,’ dedi Küçük Prens. ‘İçmek istiyorum, biraz verir misin bana?’
Ne istediğini anlamıştım. 

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.101-102

.Neler oluyordu? Pilotta idrakin kapıları açılıyordu. “Ne istediğini anlamıştım.” derken pilotun kalbindeki perdeler kalkıyor; bu isteğin sadece bedensel gıda olmadığını kavramaya başlıyordu.

İşte bu suya susadım.
.

.“İşte” hangi hakikati işaret etmektedir? Neden bu kadar istemektedir Küçük Prens?

.Su ab-ı hayatsa, bu masum, saf idrak ondaki sırra susamıştır. Yaradan’ın hayatla birlikte kendisine emanet ettiği, içinde hep kaynayacak, onu besleyecek olan pınarı özlemiştir. 

Her mineralinde sayısız iksir taşıyan bu pınarın suları, yaşamın ortasından akarken ne yazık ki yavaş yavaş bulanıyor. Dünyanın karanlık yüzünden batıl gölgeler çöktükçe sırrın üzerine; içimizdeki o ilahî noktanın çevresi yavaş yavaş kabuk tutuyor. Ve henüz gafletle kapanmamış bu çocuğun gözleri her şeyin farkında. Çünkü kendisine doğuştan verilenlerin üstüne henüz kir bulaşmamış. Sabahlarına henüz gölgeler düşmemiş. Dağlardan gelen kekik, sümbül kokularına henüz riyanın isi sinmemiş.

Çocukluk… İnsaniyet ülkesinin prensleri, prensesleri… İnsanı insan yapan tüm cevherlerin bozulmamış özü. Yaradan’a verilen kulluk ahdinin en sağlam sadakat mührü… Huzuru arıyoruz; ama daha bu mührün farkında bile değiliz.

Pilot Küçük Prens’ten büyülenir. Ben bu büyülenmeye psikoterapi seanslarımda bir yetişkinden bir sonraki seansa kendi çocukluk fotoğraflarını getirmesini rica ettiğim, sonra bana bir zamanlar bizzat olmuş olduğu çocuğu etraflıca anlattığı zaman sevinçle tanık olurum. Birlikte o küçük kız ya da erkek çocuğunun zekasına, sıcakkanlılığına, ciddiyetine, inatçılığına, sınır tanımayan fikirlerine, dayanıklılığına, inceliğine güler ve seviniriz. Etkilenir ve heyecanlanırız. 

Ruhsal kaynaklarda keşfedilmiş bir maden açılır ve bir hazine gün ışığına çıkarılır. Seansa katılan kadın ya da erkek odayı kanatlanarak terk eder. 

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.31

Çocukluktan çıktığımız; daha doğrusu çıkartılıp kendileri gibi olmamızı isteyenlerin kalıplarına döküldüğümüz dönemler… Başar, kazan, al, gez, tadını çıkart, neden daha fazla olmasın söylemleriyle koşuşturduğumuz iç dünyamızdan koparılmış yabancılaşan yıllar… Ta ki aniden düştüğümüz boşlukta anlam kaygısıyla arayışa girene kadar. İşte yaşamın bu noktasında bir gonk çalar zamandan; bakarız ki “40” yaşındayız.

Elimizden kayan hayatın farkına vardığımız, ona tutunabilmek için yol aradığımız bir dönem başlar bizim için. Bu, adeta yaradılışın bir uyarmasıdır. “Uyan, kendine gel!” çağrısıdır. Mevlâna’nın söz ettiği derya kıyısında bir duvarın üstüne çıkmış, susamış dertli kişi gibiyizdir. 

Duvar hayli yüksektir. Onu aşarak suya ulaşmak imkansızdır. Ne yapılır, nasıl ulaşılır deryaya? O anda alınacak bir kararla, refleksle, içten gelen bir uyarı, bir ilhamla kapıyı aralayabilir miyiz? Kim bilir?

Derya kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstüne de susamış dertli bir kişi çıkmıştı. Suya ulaşmasına, susuzluğunu gidermesine o duvar engel oluyordu. Ansızın suya bir kerpiç parçası attı. Suyun sesi, bir sevgilinin sesi gibi tatlı idi. O adam, suyun sesini duymak için duvardan kerpiç koparıp suya atmaya başladı

Sudan da ‘Ey insanoğlu!’ diye ses geliyordu: 

.Böyle kerpiç atmaktan, sana ne fayda var?

Adam cevap verdi: 

.Ey su! Bu atıştan benim için iki fayda vardır.

Birinci fayda: Benim suyun sesini duymamdır. O ses, susuzlara rebâb sesi gibi pek tatlı gelir. Su sesi, İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten dirilmededir. Bu toprak bedenden kurtulmadıkça, eğilip etmeye engel olur. Bu toprak bedenden kurtulmadıkça, eğilip ab-ı hayata secde etmek ve ondan doya doya içmek imkânı yoktur.

İkinci fayda: Koparıp attığım her kerpiçle duvar alçalıyor. Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, baş eğmeye; yani secde etmeye engel olur. Bu varlık duvarı üstünde bulunanlardan kim daha fazla susamışsa, duvarın taşını, kerpicini o daha çabuk koparır atar…

Mevlâna / Mesnevi 

Senelerce beslediğimiz nefis önümüzde dimdik duruyor. Bizi kendi öz vatanımızdan; yaradılış özümüzden uzaklaştıran kalın duvarlar… Alışkanlıklar, tutkular, bencilliğimiz, korkularımız… Hepsi varlık hakikatimize ulaşmaya birer engel. Bir el uzansa da yıksa diye geçiriyoruz içimizden. Cana bir kuvvet gelse de üzerimizdeki ağırlıkları bir atabilse. Maddî sınırlar içinde sonsuzluğa hasret ruhumuzla kendimizi aşamıyoruz. İşte böyle bir sıkışma anında geçmişe kaçmayı kurtuluş olarak görenlerin arasına katılıyoruz. Ve adına nostalji dediğimiz geçmişe sarılma dönemi başlıyor. Ancak bu dönemde suyun sesini duyabilmek için duvardan kerpiç kopararak suya atabilecek miyiz? Çok zor…

Nostalji1 eve dönüş acısı. Taşıdığı anlam bu. İnsanın o yaşta döneceği ev ne olabilir? Bir zamanlar içinde mutlu yaşanılan; sonra terk edilen bir mekandır bu ev. Bu eve geri dönmek istiyoruz. Neleri yaşarsak yaşayalım ortak olarak hepimize göre en güzel zamanı, çocukluğumuzu özlüyoruz. Bu nedenle çocukluğa dair her şey, aile fotoğrafları birden değer kazanıyor gözümüzde. Eski okul günlerinin kokusu burnumuzda, arkadaş adreslerini tırım tırım tarıyoruz. 

Ancak nerden çıkıyor bu telaş, bu tarama hevesi? Hayat gibi yaşamı taşıyamadığımızdan mı?  Âdem gibi adam olamadığımızda mı? Her insan günü gelince bunların cevabını acımasızca kıydığı bedenine, huzur veremediği ruhuna farklı vermeye başlıyor. 

Tüm bu sancılı ‘recherche du temps perdu’ ve vakitsiz kaybedilen uzuvların yer tayini esnasında insanoğlu kendi içinde dokunulmaz ve dahiyane bir çocuk keşfeder; küçük prensini ya da küçük prensesini zorlu yaşam yolculuğunun müstakbel yol arkadaşları olarak yeniden kazanır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.31

“Recherche du temps perdu” (Kayıp zamanın araştırılması). Yitirilen güzel, neşeli, toz pembe günlerin arayışı ve bu nedenle o günlere dönebilme sancıları… Kendimizi tanımada gerçekten samimiysek nasibin kapısı açılıyor yüzümüze; ardındaki aradığımız yuva karşılıyor bizi; yani çocukluğumuz. Samimi değilsek her arayış, boşuna çekilen birer didinmeden öteye geçirmiyor bizi. Ve benlik duvarından suya bir kerpiç parçası bile düşüremiyoruz. 

Bir şeyin yokluğu ancak onu içten hissedene arayış yolunu açar. Arayış hasrete dönerse yol anlam kazanır. Bütün engellere, tehlikelere rağmen yolcunun gücü bu hasretle beslenir. Onun için ne yol biter ne yolculuk… Her yolcunun hasreti kendine göredir. Hasret, hasrettir. Kimsenin kimseden üstünlüğü olamaz bu konuda. Üstünlük, varlığın kendine yakışan gayretinde aranır. Kim buğday tanesini taşıyan karıncanın çabasını, değirmeni döndüren bir atınkinden küçük görebilir? Yaradılış nizamına uygun her emek, mübarektir. 

Exupéry başlarda macerayı seven biri gibi görünse de göklerde ölümden ölüme koştuğu tehlikeler, düştüğü çölde yaşadığı mahrumiyet ve basit yaşamlar kendisine çok farklı bir hal ve bakış kazandırıyor. Geldiği ailenin, yetiştiği çevrenin aristokrat yapısından ve sanatla bohemliğin karıştığı kalabalıklardan edindiği hale hiç benzemeyen apayrı bir durum. Yokluğu bilen, yaşamla savaşmayı seven, bitki örtüsü gibi sade olan bu çöl insanları, yazarın iç âleminde çok farklı kapıların açılmasına neden oluyor. Ve yazar bu kapılardan gördüklerini çok benimsiyor ve seviyor. Mücadelenin vakur keskinliğiyle iç dünyaları farklı şekillenen bu insanları anladıkça onlara saygısı artıyor.

Kimileri gelip rahatlıktan bana söz ettiler ve ben ordumu hatırladım. Denge sağlandığında hayat bitiyor; ama hayata denge getirmek için nasıl çaba harcandığını biliyorum. 

Ve bu nedenle barışa doğru giden savaşı seviyordum.

Ilık ve barışçı kumuyla, engerek dolu bakir kumuyla, tenhalıkları ve sığınaklarıyla… Oynayan ve beyaz çakıl taşlarını güzelleştirmeye çalışan çocukları çok düşündüm: 

‘İşte yürüyen bir ordu, sürüler de şurada,’ diyorlar; ama yanlarından gelip geçen ve orada taşlardan başka bir şey görmeyen biri onların kalplerindeki zenginliği bilemez. 

Şafağı gören ve güneşin aynasında abdest almak için soğuk suya dalan, sonra günün ilk ışıklarıyla ısınan biri gibi. Ya da susadığında kuyuya giden ve gıcırdayan zinciri çeken, ağır kovayı çıkarıp kuyu bileziğine koyan ve böylelikle suyun şarkısını, çıkardığı uyumsuz sesleri tanıyan biri gibi… 

Dolayısıyla susuzluğu, yürüyüşünü, kollarını, gözlerini anlamla doldurmuştur ve susayan insanın kuyusuna doğru yaptığı, şiir gibi bir gezinti vardır. 

Fakat ötekiler köleye işaret verirler, köle suyu onların dudaklarına doğru götürür ve onlar şarkıyı hiç bilmezler. Rahatlıkları yokluktan başka bir şey değildir: Acıya hiçbir zaman inanmamışlardır ve neşe asla onları istememiştir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.122

Dolayısıyla susuzluğu, yürüyüşünü, kollarını, gözlerini anlamla doldurmuştur ve susayan insanın, kuyusuna doğru yaptığı, şiir gibi bir gezinti vardır.

Çöl, yokluk, yaşamla savaş ve şiir… Olumsuzlukları anlatan üç kavram ve ruhun yol arkadaşı şiir. Nasıl yan yana getirilerek suya varma yolculuğu böylesine derin anlatılabilir? Derinden bakan anlatabiliyor. Çünkü ruhun, kalbin ihtiyacını bilen, bu yolun yolcusunu çok iyi tanıyor. Aynı Exupéry gibi…

Surette zıt görünenler, özde birbirine çok yakın olabilirler. Onun için suyun yokluğunda susuz kalan, kaynağa doğru yürüyor; karanlıkta göremeyen, aydınlığa doğru yürüyor. Savaşın ateşinde kavrulan, barışın serinliğine doğru; sesini kaybeden kalem, anlama doğru ve maddî kalıplarda boğulan Exupéry, içindeki masum öze doğru hep yürüyor. Kale’de dile geldiği gibi, “hayata dair bundan daha güzel yazılan şiir” var mıdır?

Kovayı dudaklarına eğdim. İçerken gözlerini kapamıştı. Tatlı bir şölendi bu. Sıradan bir susuzluk gidermek olmadığı kesindi. 

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.102

Küçük Prens’in suyu içerken kapanan gözleri… Onların ardında nasıl bir “an” açılır ki ruha; hiç bitmesin istenir. Çocukluğun derin, içsel yolları büyüklere yaman gelir. Zamanı burun ucuyla seyreden bizler, onların denize dalar gibi “an”a dalmalarını anlayamayız. İç sesleri dal der; dalarlar. Yüz der; yüzerler. Heyecanları her dem taze, hayalleri yürekleri kadardır. 

Yıldızların altındaki yolculuğun, çıkrığın sesinin ve kollarımdaki yorgunluğun da payı vardı bu tatlılıkta. Yüreğe iyi gelen bir yanı vardı, armağan gibi. Çocukluğumdaki Noel ağacı gibi, hep birlikte söylediğimiz yeni yıl şarkıları, gülen yüzlerin yumuşaklığı da aldığım armağanları böyle ısıtırdı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.102

Kendimizi bulabilmek, zor geçirilmiş de olsa zamanla göze güzel gelen çocukluk günlerine dönmek, anıların esrarengiz büyüsüne kapılarak hali terk edip geçmişe sığınmak… Bunların mutluluk ve huzur arayışımızda yeterli olamayacağı kanısındayım. Yaş olarak da bunu tecrübe ediyorum. Bu yol yerine yaşanan halde kalarak nefsin tutkularına karşı kalbin ve ruhun direncini artırmak, daha gerçekçi ve sağlam. Çünkü dün gitti. Yaşlının gençliğini fotoğrafta araması gibi zamanın aynasından seyretmek yeterli değil. O halin hakikatine vararak başım üstüne diyerek öpebilmek en güzeli. Bu nedenle bizi bizden ayıran kabuğu kırarak gerçek benliğin özüne ulaşıp oradan kana kana beslenmek, ruhumuzu dolayısıyla da bedenimizi rahatlatacak. Başka türlü duvarı yıkıp deryaya ulaşamayız. Caddelerde salınan, bulundukları her yerde kükreyen benlik abidelerinin kalıplarına değil, gözlerine bakın. Aynı duvar tepesindeki suya ulaşamayan adamın çaresizliğini göreceksiniz. Onlara bir kerpiç koparmada yardım edebilsek…

Zamanla her şey bir şeyleri biriktirir. Gönül de yaşanılanların hakikatini biriktiriyor. Ve zamanla bunlardan derin, suları serin bir hikmet gölü oluşuyor. O gölde batan akşam güneşinin ihtişamını, olgun birinin gözünden daha anlamlı hiçbir dil anlatamıyor. İşte gönüldeki o sükunetin, sadeliğin, olgunluğun kaynağını bulmak en iyisi. Suların asla bozulmayacağı, kirlenmeyeceği saf bir pınar. Bu pınarın sesini dinlemek… Onun bulanmamış değerlerine sahip olabilmek. 

Çocuk bizden ne zekidir ne de tecrübeleriyle usta. Onun sırrı sadece yaratıldığı gibi olması. Bu fıtratla doruklardan ufuklara dalarak onunla birlikte hayat şarkısı söylemek ne muhteşem olurdu… Kalıpların içinde güdük kalan dalların, bunlardan kurtulduğunda nasıl boy attığına bir gün bu şarkıyı dinleyen herkes şahit olacaktır.

Saint-Exupéry çocukluğun gizeminin mucize olduğunu anlamamızı sağlar. Biz büyüklerin bu mucizeyi yıkıntılar altına gömmeye hakkı yoktur. Bizim eğitim dediğimiz şey aslında çoklukla şu anlama gelir: Biz büyükler çocukların, güneş ve yaşam yollarının mükemmel dönemeçlerini dönmelerine müsaade etmeyip onları ufku sınırlı olan kendi yönümüze çekip götürürüz.         

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.30            

Dünya yangını ancak çocukla söndürülebilir. Ama önce çocuğu kurtarmak lazım! 

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.407

Gafil insan bilmiyor kendine ne yaptığını. Çocuk yoksa o ayakta kalabilir mi?  

Nerede allı pullu uçurtman çocuk
Yine mi kaydı avuçlarından?
Yerine koyduğun, hayallerin mi;
Koşarsın ardından?

Ellerin böğürtlen renginde,
Ümitlerin gök mavisi.
Neyin telaşındasın; hiç bitmez mi
Yüreğindeki heyecan?

Henüz anlamadan diz yarasından
Daha acı verdiğini kalbinin;
İstediğince yuvarlan bayırlardan.

Bir tentürdiyoda bakar,
Bir de şefkat kokulu üfleyiş.
Bulutlar gibi gelir geçer sızısı;
Tatlı yaramazlıklar kalır
Birkaç günlük kabuğun ardından.

Artık ölümüne yuvarlıyor bayırlar
Hele yoksa o üfleyiş…
Geriye kalan, dinmeyen bir sızı
Kalınlaşan kabuktan. 

Gün nuru gülüşlerin nerde çocuk
Yine mi kaydı yanaklarından?
Yerine koyduğun düşlerin mi?
Kalkmak istemezsin yatağından.

Gözlerin masal renginde
Mahmurluk sihirli değnek.
Neyin peşindesin, hiç bitmez mi
Define adasına maceran?

Henüz tatmadan denizlerin
Hücreden daha dar olduğunu;
İstediğince açıl uzaklara.

Sen uyanmazsan ben uyanamam.
Esmezse ümitlerine rüzgâr,
Ölümüne zor gelecek uyanman.

Kuyruğu hayallerin, gövdesi
Saflığından
Gel, bir uçurtma yapalım.
İpi benden olsun; sadece sen tut
Ucundan.

.Çocuk ruhunun masumiyetine ve derinliğine geri dönebilen, neleri yapabiliyor?

.Yitik cennetini bulan, öz benliğine ulaşan neleri yapabilirse onları.

Çocuklar gibi olmazsanız, cennet krallığına giremezsiniz; bu söz Yeni Ahit’te geçer. Burada söylenmek istenen şey şudur: Çocuk ruhunun masumiyetine ve derinliğine geri dönebilirsem kendimi özgürleştirerek benliğime ulaşır ve bana has gelişim yasalarına, benim bir eşi daha olamayan benliğime inançla bağlanırım. 

Bir çocuğun saf benliğiyle yaşadığımda benim de her zaman karşıma çıkan ideolojinin, kralın yeni giysilerinin ‘çıplaklık’ olduğunun farkına varır ve gözlerime mil çekilmesine müsaade etmem.

‘İçimdeki çocuğa’ yakın olduğumda sadakati, kendi kendime sadakat olarak yaşarım.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.28

Ayrıca Saint-Exupéry’e göre kavuşulan çocukluk sadece yitirdiğimiz cennet değildir. Çocukluk aynı zamanda insanın başka yitirdiği bir şey; ondaki gizli hazine olan bilgelik halidir.

‘Yaşadığın yerdeki insanlar,’ dedi Küçük Prens, ‘bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar, ama asıl aradıklarını bulamıyorlar yine de.’

‘Bulamıyorlar,’ diye yanıtladım.

‘Ve aradıklarını tek bir gülde, ya da birazcık suda bulabilirler.’
‘Doğru,’ dedim.

Küçük Prens ekledi:

‘Ama gözler kör. Yüreğiyle bakmalı insan…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.102

Yüreğiyle bakan çocuğun masumiyet bilgisi; öğrenilmemiş, yaradılıştan verilmiş bilme hali.  Saf, el değmemiş; ne geleneğe ne modaya takılmış; susamak, aşık olmak kadar içten gelen… Bu da çocukta ya da içindeki çocuğu bulanda var.

Sen hedefle güneşi;
Göklere hakkı haykır.
Tek çıkmayı dile ki;
Bu sırt, basamağındır. 

1. Nostalji (Fransızca: Nostalgie): Sıla hasreti, eskiye duyulan özlem
Yunanca: nóstos (eve, vatana dönme) + álgos (acı, ağrı sıkıntı): Eve dönüş acısı            

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Çok güzel…
    “Sen uyanmazsan ben uyanamam.
    Esmezse ümitlerine rüzgâr,
    Ölümüne zor gelecek uyanman”
    Güzel yazınız için, emekleriniz icin cok teşekkurler

Leave A Reply