İşte Bu Korun Adıdır “Arayış”

0

‘Demek sen sanıyorsun ki çiçekler…’

‘Hayır! Hayır!’ diye bağırdım. ‘Hayır, hiçbir şey sanmıyorum ben. Aklıma ilk geleni söylemiştim yalnızca. Görüyorsun ki çok önemli işlerim var benim!’

‘Önemli işler mi?’

Bana bakıyordu. Elimde çekiç, parmaklarım yağdan simsiyah olmuş, ona çok çirkin gözüken bir nesnenin üzerine eğilmiş olan bana…

‘Tıpkı büyükler gibi konuşuyorsun!’

Biraz utandım ama o acımasızca sürdürdü:

‘Her şeyi birbirine karıştırıyorsun, karmakarışık ediyorsun…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.33

Bir çiçeği koruma telaşında hassas çocuk kalbi ve dile dökülemeyen, derinlerden gelen çırpınışlar… Büyüklerin dünyasından motor tamirinin telaşında bir kalp ve düşünülmeden verilen yüzeysel tepkiler. Yetişkin olarak ne biliyoruz iç dünyamız hakkında? Her şeyimiz bedenî ihtiyaçlara yönelmiş; öylesine yaşıyoruz. Sevgi, tüm kâinatın özü. Aynı güneş gibi parlıyorken yaradılışımızda, ondan uzak; gölgelerde yaşıyoruz. “An”ın gizli hazinelerine; sadeliğe, sükuna, vefaya, bir paylaşımlık sıcacık bakışlara ayrılacak hiç zamanımız yok!…

İnsan ruhunun güzelliğe, doğayla iç içe olmaya, müzik, şiir gibi sanatın her türlüsüne, inanca ve her şeyin hakikatini anlayabilmeye ne kadar ihtiyacı var… Ama şehir hayatı, teknoloji, hızlı yaşam buna izin vermiyor ve bütün bunların getirdiği baskılar onun kişisel dünyasını adeta elinden alıyor. İnsanoğlu her türlü maddî imkanlara rağmen manevî yaşamında esareti yaşıyor. Aynı Platon’un “mağara metaforu”ndaki esirler gibi.

Plato'nun Mağarası

Plato’nun Mağarası

İnsanın tek gerçek zenginliği sözlüğe başvurmak özgürlüğü değil, söylenemeyen ve yapılamayan şeyleri keşfetmek için kendi benliğinin dışına çıkabilmek olduğu halde evrensel zırvalıkların insanları zenginleştirdiğine nasıl olur da inanabilir?

‘Onlara derim ki gölgelerin duvardaki dansını biliyor olmanın getirdiği yanılsamayla izleyecek kadar kendini beğenmişsiniz.’

Saint-Exupéry’de mağara masalının önemine bir gönderme vardır: Varlıkları ve olayları gerçekten tanıyabilmek ve dikkatimizi yalnızca var olmaya verebilmek için görünüşler dünyasını terk etmek zorundayız. 

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.49

Mağaraya zincirlenmiş bu insanlar, farkındalığı gelişmemiş kişileri temsil ediyor. Bunlar doğdukları günden beri karanlık bir mağarada ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş oturmaya mahkumdurlar. Mağaranın kapısına arkaları dönüktür ve başlarını arkaya çeviremezler. Sadece mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvardan kapının önünden geçen başka varlıkların, olayların gölgelerini izleyebilirler.

Arkalarındaki hakikat ışığının yansıdığı duvarda kendi gölgeleriyle oyalanırlar. Bu gölgelere bakarak eğlenir; bir mağara olan toplumda yaşamlarını geçirirler.

İnsan, düşünceyle evrenle bütünleşir. Eğer gelişmezse insanda bu yetenek, insanın gerçeğin karşısında bilinci, ancak bir kurbağanın bakışı düzeyinde kalır.

Gören bir insanın kör olması ne kötü! Bakmak görmek değildir. Görünüş çoğu kez arkasında insandan saklar gizi. Alışkanlık en önemli engeldir. Perdenin arkasına geçemeyince, dar bir çerçeveye sıkışır kalır bakış.

Taklit de düşünmeye engeldir.

Diderot, genç bir ressamdan söz ediyor. Resim yapmaya başlarken diz çöker şöyle dua edermiş:

‘Ya Rabbi, beni modelden kurtar!’

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.52

Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!…

E.E. Cummings

İçinde bir kâinat taşıyan ve en güzel şekilde yaratılan insanoğlu nasıl olur da başkaları tarafından böylesine kolay yönlendirilebilir? Çaresiz ve pasif bir duruma nasıl düşürebilir kendini?  İşin en korkunç yanı buna alışmış, bu halden memnundur. Bir nevi “sürü psikolojisi”nde olduğunun farkında bile değildir.

Hey gidi, gölgeler ülkesi dünya!
Bir görünmez şeyin gölgesi dünya!
Boşlukta ayrılık bölgesi dünya!
Bu dünyada yeme, içme ve dövün!          

Necip Fazıl Kısakürek / Çile

Ancak sonsuzluğa aday olarak yaratılan ruhu, kalıpların pençesinde nefes alamadığı için bunalım, psikolojik sıkıntılarla boğuşur durur. Onun bu halden kurtulabilmesi için boyun ve ayaklarındaki prangalardan kurtulmaya karar vermesi gerekmektedir. Özgür iradesiyle kendini mağaradan kurtarır da güneşi görebilirse, işte o zaman güneşin aydınlattığı hakikati, doğruyu ve güzeli kavramaya başlayacaktır.

Bakılan şeyden çok, bakıştır önemli olan. Her şeyin anlamı, güzelliği, ihtişamı ancak düşünceyle ortaya çıkar. Eğer bilinçsizse; düşünemezse insan, duygulanamazsa ruh, o zaman insan sadece karanlıklara bakar.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.263

Mağara ve İnsan

İnsanın yaşadığı hayatın gerçeklerini görmesi; bunun ışığında kendisini tanıyabilmesi ve kabullenebilmesi çok zordur; cesaret ister.

– Bizler de böyle bir durumdaysak, ben de böyleysem?… Gördüğümü sandığım her şey sadece güneşin mağara duvarına vuran yansımalarıysa ne yapacağım? Bunun nasıl farkına varacağım? Bu durumdan nasıl kurtulacak, irademi nasıl doğru yolda kullanabileceğim? Ve en önemlisi bu işe nasıl başlayacağım?

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?

Necip Fazıl Kısakürek / Çile

– İlk önce seni oyalayan, tutsak eden ne varsa onları terk et. Oyalandıkların elinden kayacak gölgeler. Varlıkları yok. Bu dünya geçici; sen de misafirsin. Her şeyin bir sonu olduğunu fark etmelisin. Farkına varabilmek için de önce ruhunu dinleyeceksin; çünkü onun yapısı karanlığı sevmez; bunalır. Vicdanınla sohbet edeceksin; çünkü yanlış olanı, batılı, çirkini bilir vicdan ve kötülüğü, batıl olanı gördüğünde rahatsız olup sinyalini verir. Aklının elinden tutacaksın; ne eğri, ne doğrudur sana gösterir.

Varlığa bakışında, olayları süzüşünde aklının, vicdanının emeği var mı; bir düşün. Yoksa ne denilirse böyleymiş deyip hiç düşünmeden geçip gidiyor musun yanından?

Her bir insan, her bir hayvan, her bir bitkinin doğuştan getirdiği tek bir amacı vardır: ‘kendini olduğu gibi gerçekleştirmek.’
….
‘Mış gibi yaşam’ içinde olanlar kendi varoluşlarını yaşamıyorlar; başkalarının beklentilerini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İşte, sürekli hapishanede olanlar veya bir başka deyişle uykuda olanlar bunlar. Ama hapishanede olduklarının farkında bile değiller.

– Hapishaneden yüzde yüz kurtulanlar var mı?

– Evet, var. Sayıları az; ama yine de var.
….
– Onların ismi ne?

– Savaşçı!

Doğan Cüceloğlu / Savaşçı / s.37

– İç dünyamda yaşadıklarımdan bugüne taşıdığım öyle engeller var ki, üzerime yapışmış adeta; onlar varken kendimle yüzleşebilmem çok zor. Nasıl bulabilirim bu gücü kendimde?

– Kendini olduğun gibi görebiliyor musun? Sende olan her ne ise onu hissedebiliyor musun? Başkalarının sana yakıştırdıklarına aldırmadan, olmak istediğin hayalî yapına takılmadan o anda yaşadığın halinle yüzleşebiliyor musun? Kısacası “savaşçı olma”ya gönlün var mı?

Exupéry bir savaşçı olmasaydı Küçük Prens’ini bulamazdı. Küçük Prens, kendi küçücük gezegeninden, bir yetişkin olan pilota dünya telaşıyla unuttuğu “tüm varlığı sevme”yi hatırlatmak ve kendisine yürekten bakmayı öğretmek amacıyla dünyaya geliyor.

‘Yalnızca çocuklar neyin peşinde olduklarını biliyorlar,’ dedi küçük prens. ‘Paçavradan bir bebekle saatlerce oynarlar ve o bebek çok önemli olur onlar için ve eğer birisi onu ellerinden almaya kalkarsa ağlarlar…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.94

Bir an bu dünyada niçin olduğunu, bu hayatın sana neden verildiğini düşün. Yaratılan her şeyin bir hakikati var. Hakikat; her varlığın “ne olduğu”yla, “niçin olduğu”yla, dünyaya geliş sebebiyle ilgili. Cevabını bulabilirsen ve onun ışığında yaşayabilirsen zorluk çekmezsin, kafan da karışmaz.

– Bulmak için aramak gerekmiyor mu? Aramak tam anlamıyla nedir? Neyi arayacağım? Nasıl arayacağım? Aradığımı nasıl göreceğim?

– Görmek sadece gözlerinle olan bir şey değil. Gerçeği görebilmek ruhun işi. Her şey gözün görmesiyle anlaşılsaydı, rüyalara anlam verebilir miydik? Körlerin elleri nasiplenir miydi ateşin sıcaklığından? Mis gibi kokan bir yemeğin kokusunu alabilirler miydi? Her şey gözün görmesiyle olsaydı, aşk nasıl hissedilebilirdi?

Hakikat merceğin, senin ruhunda ve rehberi kalbin. Onun için ruhunla bakacak, kalbin diliyle isteyecek ve arayacaksın.

Turnalar

Ararsam buluyorum, çünkü akıl sadece kendinde var olanı ister. Bulmak görmektir. Ve benim için henüz hiçbir anlamı olmayan şeyi nasıl arayabilirdim? Daha önce söyledim, aşk pişmanlığı aşktır. Ve hiç kimse düşünmediği bir şeyi arzu ettiği için acı çekmez. Yoksa niçin düşünemediğim gerçeklerin bulunduğu yöne doğru yürüyecektim?

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.329

‘İşte insanlar için güzel bir katedral. Güzel bir yıl. Güzel bir imparatorluk’ diyeceğim. Nedeni anlamak için nasıl düşünmek gerektiğini kesinlikle bilmesem de…

Ben sadece tırtıl gibi bana uygun olan bir şey buldum. Kışın, ateşi avuçlarıyla arayan kör gibi. Ve onu bulur. Ve değneğini bırakır elinden ve bağdaş kurarak ateşin yanına oturur. Ve ateşle ilgili olarak, senin bildiğin gibi, senin gördüğün gibi hiçbir şey bilmese de! Çünkü bedeninin gerçeğini bulmuştur, sen artık yer değiştirmeyeni gözlemeyeceksin.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.326

– Arayışı bir ney gibi düşün; hakikati de neyin aradığı bir âlem. Neyzenin dile dökemediği derdi, dermanını bulmak için; hakikate dair soruları, cevabını alabilmek için neyin sesinde yollara düşmez mi?

– Düşer elbet; ancak bu dediğin başka türlü, sırlı bir ney. Nerede bulacağım onu?

– Şu anda kafandaki karışıklık, kalbindeki boşluk, adımlarındaki yalpalamalar senin canının feryadı. Kaybettiği hakikatinde kendini arıyor. Bu gönül, ney olur da farkına varamaz. Ne zaman ki sesini bir neyzenin nefesinden duyar, o zaman kendini bulmaya başlar.

Senin gönlünün feryadı da ancak göllerdeki sazlara karıştığında ney olacak. Onun için “seni sen yapan”, seni özüne çeviren göllere, ortamlara ihtiyacın var. Neyzen gibi ruhunu üfleyecek diriliş nefeslerine ihtiyacın var. Bunları iste ve bulmak için yollara düş. Çünkü bu dünyada ne istersen, onu ancak yollara düşerek bulabilirsin. Düşüncelerinde yolculuğa çık, duygularında yolculuğa çık. Çünkü sen bir yolcusun. Ancak bunu bilmeyenlerin sayısı çok fazla.

Saint-Exupéry bunu bilen bir yolcuydu ve onu pilot kişiliğinde çöle düşüren, günlerce çölde yürüten “hakikati bulma” sevdasıydı. Exupéry bütün eserlerinde bu ihtiyacını dile getirdi.

Onun neyi kalemiydi; kalemiyle feryat etti. Belki de bu sebeple yazdıkları okuyanların içindeki sazları etkiliyor. Ney olmayan, neyzeni bulamaz. Exupéry’nin yazdıklarını anlayabilmek için galiba onun gibi bir dünya garibi olmalı insan.

Ben gurbet rüzgârının üflediği kamışım…
Bir su başında mahzun, yapayalnız kalmışım.             

Necip Fazıl Kısakürek

Bu âlemin yolcusuna en güzel örnek Mecnun’dan başka kim olabilir?… Leyla’dan geçmeden hakikate varamadı Mecnun. Onu çöllere düşüren, Leyla’ydı; ancak çöllerden çıkartan, Leyla’sız bulduğu iksirdi. İster göklerden ister çöllerden ister gönüllerden geçerek git. Sonunda senin de bulacağın iksir; varacağın hakikat sazların, gölün, neyin, neyzenin, çölün, kumların, gece yalnızlığında yıldızların, “her şeyin Sahibi” olacak.

Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…

Necip Fazıl Kısakürek / Sanat

Mecnun çöllerde arar dilediğini. Kuşlar göklerde… Exupéry de önce insanlardan, sonra göklerden geçerek çölde Küçük Prens’le karşılaşacak, sonra birlikte çıktıkları çöl yolculuğunda ondan da ayrılacak ve sonunda masumiyetin, duruluğun, hikmetli sözlerin izinde bulacaktır aradığını.

Akvaryumdaki balık kendine yem veren elden, sudan, sudaki oksijeni ayarlayan gerçekten habersiz yaşayabilir. Kâğıt üzerindeki bir karınca, yazı yazan kaleme ya da ele anlam vermeyebilir. Gübreyi kendine amaç edinen böcek de başka şey düşünmeye gerek duymayabilir.

Aklı, düşüncesi, muhakemesi varken; gerçek, bir atmosfer gibi her şeyi kuşatmışken, bu evrende her şey kendisi için varken, gerçeğin uzağında nasıl yaşabilir???

İnsan ya gerçeği usanmaksızın arar ya da içinde bulunduğu su birikintisini okyanus sanan bir kurbağa olarak kalır.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.261-262

Hakikati arayan turna gibi olmak varken su birikintisinde çabalayan bir kurbağa olmak niye?

Hakikat sevdasını ateşleyen, ıstırabın yürekteki koru. Yoksa nisyana dalan yolcu bu kor olmadan nereye yol alacağını pek merak etmeyecek ve çabalayacak yeryüzünde. Ancak için için yanacak ki, feryadından şafaklar uyansın. İşte bu korun adıdır “Arayış”.

İçimde bir tel koptu;
Çağıldadı dağlara…
Dağlar ses vermedi, katıldı kaldı.
Şafak ardında ülkelerin sezgilerine
Döktü rengini gelincik;
Kaydı zaman aralarından.

Turnam suskun,
Gözleri mesafelerden büyük.
O rengi bulmalıydı.

Kanatlarında çoğalan hasret
Büyüdü, büyüdü bulutlar üstüne.
Nefes nefes genişledi gök boşluğunda.
Her kanat, bir ömürden geniş;
Dünyaysa küçüldü ardından.

Haydi süzül daha… Süzül bir daha!
Gözbebeklerinde
Bir başka çoban yıldızı ışıldar
Düşüncelerine.

Turnaları neden bu kadar severim bilemiyorum? Benim göremediklerimi kanatlarıyla aradıkları için mi? Turna bir yönüyle yere bağlı, kanatlarıyla da bilinmeyene, gayb âlemlerine açılan göklerin maviliğinde özgür. Onun için turna, manevî büyüklerin dünyasında bütün kuşlar gibi madde ve ruh yönüyle âdemoğlunu ifade eden bir sembol sayılıyor.

Turnalar, sıratımda nasıl olmam gerektiğini hissettiren göklerdeki dostlarım. Aşık gözleriyle sadece güneşe odaklanmış, ona uçuyorlar. Ne bora ne tipi ne sıcak ne şimşek etkileyebiliyor onları. Sağa, sola yalpa yok; tek hedef. Göklerde süzülüşleri, zamanı öyle ahenkle, ağır ağır yelpazeliyor ki; varlığın bu huzur dilinden herkes kendi kanatlarınca anlayabiliyor. Onlar için tek düşman, konaklama yerlerinde pusuda olanlar.

Turnaları uçurtan şey, kanatları kadar içlerindeki menzile varma ümidi. Menzili olmayan turnanın gücü çekiliyor kanatlarından. Ümidi olmayanın şafağı olmuyor. Şafağı olmayanın ise seheri.

Oysa zaman rengini
Boyuyordu siyaha, kanatlarından hızlı
Sessiz bir çığlığa tutsak
Kilitlendi şafak; delip geçemedi.

O yana bu yana… Haydi daha…
Haydi bir daha!

Turnam, bu sıratta yol alabilmen için çizgiyi geçmelisin. Yeter ki sen kanatlan; ben senin ufkun olurum.

Turnalar

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply