İnsan Yalnız Yüreğiyle Doğruyu Görebilir

0

Böylece Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılma zamanı geldiğinde tilki, ‘Ağlayacağım,’ dedi.

‘Benim bunda bir suçum yok,’ dedi Küçük Prens. ‘Seni üzmek istememiştim, ama evcilleştirilmeyi sen istedin…’

‘Evet, orası öyle,’ dedi tilki.

‘Ama ağlayacağını söylüyorsun.’

‘Evet, öyle,’ dedi tilki.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.90

Mevlâna Zıtların sulhuyla mümkündür hayat.” der Mesnevi’sinde. Üzülmek ve evcilleşmek… Birbirine zıt iki durum. İç dünyamızda barış içinde halleşebilseler nice filiz üretecekler. Acı ve sevgi… Bu zıtlığın kalbimizdeki aksi. Karşıtlar; ama yan yana gelseler arş-ı âlâya boy boy yükselecekler. Aynı oksijen ve hidrojen gibi birbirine zıt; ama birleştiklerinde hayata hayat veren su gibi can olacaklar.

Aynı beyitte Mevlâna şöyle devam eder: “Zıtların cengiyledir lakin memat.” Verilen her nimet, ne olursa olsun, varlığın hayrınadır. Onu zararlı hale getiren biziz. Çünkü yaradılış; savaşı, bozgunculuğu sevmiyor. Yaradan verdiğine göre, onu barış içinde kullanmak insanoğlunun görevi.

.Neden her acı yükselişe gebedir? Neden en muhteşem bestelerin oluşmasında çoğunlukla acı vardır? Neden bilgelik, acıyla olgunlaşarak meydana geliyor?

.Maddî ve manevî varlıkta olduğu gibi sevginin de bir yaradılış gayesi var. Her şeyin hikmeti kâinatın, varlığın hakikatine bağlı. Bu hakikat, bütün yaratılmışın “Tek Yaradan”ı olması ve O’ndan gelip yine O’na yönelmesi. Öyleyse insana verilen sevgi de “Tek olan”a olmalı. Ancak bu oluşum yavaş yavaş, sindire sindire, gönülden gönle geçerek, fani meyillerden vazgeçerek gerçekleşiyor. İnsan kalbinin bir özelliği var ki, o da mükemmele, kusursuz olana hayran olup sevmesi. Ve bu duygunun sınırı yok. Ancak yanlış yerlere kayma riskini hep yanında taşıması da bir başka yaradılış özelliği.

.Neden?

.Çünkü her yetenek gibi sevgi de iyiye, kötüye meyilli yaratılmış. Doğruda kullanma, sahibini yüceltiyor; yanlışta kullanma ise sürünmesine sebep oluyor.

Ama her yükseliş sızılıdır. Her değişim acı verir. Ve bu müziğin önce acısını çekmemişsem, hiçbir zaman gizine eremem onun. Çünkü bu müzik benim acımın meyvesinden başka bir şey değildir ve başkalarının topladığı yiyeceklerle mutlu olanlara katiyen inanmam. İnsanların çocuklarını mutlu olmaları ve aşktan sırılsıklam sarhoş olmaları için onları konsere, şiire ve söyleve daldırmanın yeterli olabileceğine kesinlikle inanmam. Çünkü insan elbette sevebilme yeteneğidir; ama aynı zamanda acı yeteneğidir de.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.130

İnsanda sevginin yanı sıra bir de acı çekme yeteneği var. Acı; sevginin kaybedilişinden, sevilenin yitirilişinden, hayal kırıklıklarından ileri gelen bir duygu. Her sevginin bitiminde, her ayrılışın sonunda çekilenler, kalbi içindeki meyilden dolayı arayışa götürüyor. Ve gözler daha güzeli, daha mükemmeli aramaya başlıyor.

.Nasıl?

.Dağcıyı düşün; dorukların sevdalısıdır o. Sevene de dağcı gibi zirveye adım adım tırmanmak düşüyor. Kalp, “Kâinat Sahibi”nin sevgisini taşıyacak kadar büyük. Dünyada kimi seversen sev; onun sevgisi kocaman tencerede bir buğday tanesi gibi. Yetmiyor, doyurmuyor, çabuk tükeniyor. İlahî sevgiye gidişin yolu sancılı. Sevgi ve acı; sonunda yeni sevgiye meyil, sevginin bitişiyle yeni acı derken gözler zirveye dönük, yavaş yavaş tırmanışa geçiliyor. Kalp de acıyla incelip, sevgiyle ışıldadıkça içindeki yetenek yücelere çevrilerek “en mükemmel”in, “en sevgili”nin tadını almaya başlıyor.

.Hiç acı çekmeden bu yolda yürünülemez mi?

.Gerçek sevginin tadını teslimiyette alanlar, her şeyi O’nun adına severler. Her şeyde O’nu görürler. İşte o zaman bu dünyada hem seven hem sevilen, “İlahî sevgi”ye el ele yürür.

‘O halde evcilleştirilmek senin için pek iyi olmadı!’

‘Çok iyi oldu!’ dedi tilki. ‘Buğdayların rengini düşün.’

Sonra da, ‘Gidip güllere bak şimdi,’ diye ekledi. ‘Kendi gülünün eşi benzeri olmadığını göreceksin. Sonra da gel vedalaşalım. Sana armağan olarak bir sır vereceğim.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.91 

Yoksa tilki ve Küçük Prens arasındaki dostluk bir kayba mı sebep olmuştur? Hemen hemen öyleymiş gibi görünür.

‘Demek ki hiçbir kazancın olmadı,’ dedi Küçük Prens tilkiye. ‘Ben buğdayın rengini kazandım,’ dedi tilki.

Bu şu anlama gelir: Seven insan zenginleşir; ama aynı zamanda kolayca kırılabilir hale gelir. Nietzsche, Oluşun Masumiyeti’nde şöyle der: Sevgi tüm ıstırapların en büyüğüdür. Ancak aynı zamanda tüm sevinçlerin de en büyüğüdür.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.104

Sevgi nasıl bir iksirdir ki, her güne karşı onunla canlanır, her günün bitiminde onunla huzura yatarız. Bakılan her şeye onunla bakar, her sesi onunla bir ezgi gibi dinleriz. Onunla hayat dudakta bir gülücüktür; değer değmez sorunlar düzelir. Onunla acıya katlanır; hatta severiz.

.Tilki neden ‘evcilleştirilmek senin için pek iyi olmadı’ diyen Küçük Prens’e ‘buğdayların rengini düşün’ karşılığını veriyor?

.Çünkü daha önce kendisi için hiç anlam taşımayan buğday tarlaları, sevgili bir başın rengiyle altın rengine çevrilerek hayatına ışık yayar. Sıradan gözüken her şey, sevilenin gönülde yansımasıyla derin anlamlara bürünür. Çünkü sevgi hayattaki renklerin sırrı, ruhun kanatlarıdır.

Küçük Prens, tilkiyle dostluğunda, buğday sarısı saçlarının büyüsüne kadar kendi yansımasını görür. Dostluk bizim kendimizi sevebilmemize ve böylelikle kendi kendimizin dostu olabilmemize yardımcı olur. Dostluk kurma yetisine sahip olabilmek için öncelikle kendimizle dost olmak zorundayız.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.105

Bir dil düşünün; söylediği her şey doğru, sizin için hayır. Bir göz düşünün; gördüğü, sizin güzel yönleriniz. Bir kulak düşünün; ayak sesinizi ta uzaktan duyabilir… Bir el düşünün; boşlamaz, ne varsa paylaşır. Hele bir sırt, bir gönül düşünün, dağlar kadar sağlam, vadiler kadar yemyeşil, bereketlidir… Ve böyle birinin aynasında seyredin kendinizi. Her şeyini sevgiyle saran bir kalbe kavuşur; aydınlık, güvenli sabahlara yeniden doğmaz mısınız?

Bir şeyler vermek insanı manen zenginleştirir. Ayrıca bu, insanı yalnızlıktan kurtaracak bir adımdır. Dolaylı olarak Allah’a hizmet etmektir.

‘Çünkü verdiğin şey aslında seni küçültmez, tam tersine, dağıtacağın servet içinde sana bir katkıda bulunur… Bu konuda tasarrufa gitme. Çünkü içten gelen davranışlar bahis konusu olunca tasarruf edilecek mal mevcut değildir. Çünkü vermek, yalnızlığının uçurumu üstüne bir köprü atmak demektir. Verirken acaba kime veriyorum diye tasalanma. Çünkü sana gelip ‘falanca bu verdiğin şeye hiç layık değil!’ diyenler olacaktır. Sanki burada senin har vurup harman savuracağın bir alım satım eşyası bahis konusuymuş gibi. Kendisinden bir şey vermesini istediğin zaman, senin hiçbir işine yarayamayacak olan kimseye bile, vereceğin şeylerle hizmet edebilirsin. Çünkü ondan ötede Allah’a hizmet etmiş olacaksın.’

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.67
Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.641-642

İçinde bir tek suret yaşayan yüreğe yürek mi derler
Bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar
Bir tek meyve veren dalı keserler
İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı
Esti mi rüzgâr bir değil milyonlar için esmeli
Bir tek meyve veren dalı kesmeli

İnsan dediğin derya misali
Üstünde milyonlarca dalga
İçinde kıyametler kopmalı
İnsan dediğin derya misali
Uçsuz bucaksız olmalı.

Bedri Rahmi / Sevda Üstüne

Verebilmek… Aç olana elindeki aşını verebilmek, susuza bardağındakini. İnsan, günümüzde olduğu gibi manen açsa zamanını, gayretini, ümitlerini… yüreğindekini verebilmek.

Bakabilmek… Görmeyene göz, anlayamayana idrak olabilmek. Hele yaşama işlenmemiş bilgiyle iki büklüm gezenler varsa sohbetini, ufuklarını, ellerini verebilmek.

Genellikle kişiliğimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı ayrı birer varlık gibi görürüz. Ama bu, bizi kendi içimize kapanmaya davet eden optik yanılsamadır. Çünkü burada sadece kendi arzularımızı dikkate alır, sadece kendi yakınlarımıza sevgi duyar, şefkat gösteririz. Oysa insanın asıl değeri kendisinden uzaklaşıp insaniyet adına yapması gereken ödevlerinin farkına varabilmesinde ve bu ödevleri yerine getirirken ‘başkalarıyla birlikte’ ve ‘aynı yöne bakarak’ hareket edebilmesindedir.

Sokrates, başkaları ile ilgilenmek için tüm kişisel ilgilerinden vazgeçer. Hatta bunu kendisinin Sokrates olmasına olanak veren şehri kurtarmak adına ölümü kabullenmeye kadar götürmüştür.

Asıl büyüklük kendimize rağmen kendimizi aşarak yaptıklarımızla kendini gösterir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.18

Dostluk, sevginin imbikten geçmiş hali. Aynı gül esansı gibi özdür ve bir kova suya damlatın; kokusu kaybolmaz, gül suyu olur. Dostların sınanması, bu imbikten geçmeye benzer. İşte o zaman dostluk da -neye karışırsa karışsın- onu güvene, neşeye, huzura çevirir.

Tilki böyle bir dost. Hayatın sırrını bilen bilgeliğiyle Küçük Prens’in; yani pilot Exupéry’nin yaşamına hikmetler damlatıyor. Adım adım yaklaşarak sessizce, konuşmadan yüz yüze olabilmeyi öneriyor önce. Aralarında bir bağ kurulabilmesi için kendi özgürlüğünü kısıtlamayı, her şeyini Küçük Prens’e göre ayarlamayı, kendini ona adamayı bile göze almış. Tabii ki tilkinin emekleri boşa gitmeyecek; onun öğütlerini uygulayan Küçük Prens’in kanalıyla pilot, ne kadar değiştiğini zamanla anlayacaktır.

Saint-Exupéry, çölün mutlak yalnızlığında hayatı paylaşacak dost arayışını sürdürüyordu. Arkadaşları çocukluğunun krallığını yaşadığı Saint-Maurice’teki gibi zengin bir çeşitlilik gösteriyordu. Böyle durumlarda Antoine büyük bir coşkuya kapılıyordu. Kendisi de ünlü bir yazar olan Joseph Kessel ve ilk posta taşımacılık döneminin tanınmış siması Henri Delaunay de bunları arasındaydı. Delaunay sonraları yazdığı Araignée du Soir (Gece Örümceği) adlı kitabında Saint-Exupéry ile Juby Burnu’nda yaşadığı bir günü şöyle anlatır.

‘O gün Juby Burnu bir kahramanlar geçidine sahne oluyor gibiydi. Havacılık dünyasının üç büyük ası, Mermoz, Guillaumet ve Saint-Exupéry, talihin garip cilvesiyle bir araya gelmişti. Bunların arasında olmak, inanın tarifi zor bir keyif vermişti bana. Küçük bir kulübeye tıkılmıştık; ama ne gam! Kahkahalarımız yeri göğü sarsıyordu. Herkes bir fıkra anlatıyor, yaşadığı olaylardan kesitler aktarıyordu. Antoine kâğıt oyunları yapıyor, ünlüleri taklit ederek hepimizi gülmekten kırıp geçiriyordu.

O gün çocuklar gibi eğlendik. Dünyanın unuttuğu bir yerde belki de hayatımın en güzel günüydü. Mermoz sandalyesinde arkaya kaykılmış kestiriyordu. Antoine usulca yaklaşıp, sandalyenin kolçağına bir ip bağladı. Sonra yine sessizce ipin diğer ucunu yerde miskin miskin uyuklayan köpek Mirra’nın boynuna doladı. İşaret parmağını dudaklarına götürerek alçak sesle: ‘Yemek vaktinde hepimizden önce fırlayacak, göreceksiniz!’ dedi. Sosisin kokusunu alınca masaya sıçramaya çalışan Mirra ile sandalyesinden düşen Mermoz’un yerdeki kavgası görülmeye değerdi…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.104

Hiçbir olay, hiç farkına varmadığımız bir yabancıyı içimizde uyandırmaz. Yaşamak, yavaş yavaş doğmaktır. Hazır ruhlar edinebilmek çok kolay olurdu!

Ani bir ışık, bir alın yazısına başka bir yön vereceğe benzer. Oysa ışık, yavaş yavaş hazırlanmış bir yolun Ruh’a birden açılıp görünmesidir. Dilbilgisini yavaş yavaş öğrendim. Cümle kuruluşuna yavaş yavaş alıştırdılar beni. Duygularımı uyandırdılar. Derken bir şiir doğabilir içimde.  

Kuşkusuz şu anda hiç sevgi duymuyorum; ama bu gece içime bir şey doğarsa, demek ki görünmez yapıya taşlarımı ağır ağır taşımışım. Bir şenlik hazırlıyorum. Benden başka birinin ansızın içime doğduğunu söyleyemeyeceğim; çünkü benden başkasını ben yapmaktayım.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.250

Küçük Prens gül bahçesindeki binlerce birbirinden güzel gülü gördüğünde kendi gülünün sıradan bir çiçek oluşunu anlar ve bu hayal kırıklığıyla perişan olur, çimenlere uzanıp ağlamaya başlar. Tam, duygularının dibe vurduğu ve bir arkadaşa ihtiyacı olduğu anda onu bu durumdan kurtaracak bir el uzanır. Bu el, dostluğunu sunan tilkidir. Tilki, Küçük Prens’e sevgi, kalp ve dostluk hakkında unutulmayacak hikmetli sözler sunarak onu rahatlatır.

Bu sözleri idrak ettikçe Küçük Prens gezegende bıraktığı gülün görünüşünün ardındaki değeri görür. Şekle takılmak onun cahilliği, hatasıdır. O nasıl sıradan bir gül olabilir ki… Onun suyunu vermiş, soğuktan etkilenmesin diye cam bir fanusun içine koymuş, önüne siperlik yerleştirmiştir. Onun için tırtılları öldürmüş, yakındığında, övündüğünde, ya da hiçbir şey söylemediği zamanlarda hep yanında olmuş, onu dinlemiştir. Bütün bunları yapmasına nedir sebep?

Çünkü sıradan sandığı gülün kalbindeki yeri özeldir, tektir. Anlar ki gözüyle kalbi farklı şeyleri görür. Birisi beyninde biriktirdiklerini, diğeri gönlünde biriktirdiklerini değerlendirmektedir. Göz unutur; ama gönül unutmaz.

Sonra da, ‘Gidip güllere bak şimdi,’ diye ekledi. ‘Kendi gülünün eşi benzeri olmadığını göreceksin. Sonra da gel vedalaşalım. Sana armağan olarak bir sır vereceğim.’

Tilkinin yanına döndü sonra.

‘Hoşça kal,’ dedi.

‘Hoşça kal,’ dedi tilki. ‘İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.’

‘Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez,’ diye yineledi Küçük Prens; unutmamalıydı bunu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.92

Saint-Exupéry hayatın gerçeğini arıyordu. Aslında çok basitti onu bulmak. Sadece doğru yere bakması gerekiyordu. Ayrılmalarından önce tilki yaradılışın bu en çok merak edilen gizini ona açıklayıverdi.

‘Elveda dedi tilki. Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.’

Çölün o sarı beyaz gerçeksizliğinde, tilkiyle geçirdiği zamanlar, Saint-Exupéry’ye gözle görünenin arkasına bakmayı öğretti. Göze görünmeyen hayat sonsuzdu, ama insanlar bu basit gerçeği anlamamakta ısrar ediyorlardı…

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.105

‘Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır.’

‘Onun için harcamış olduğum zaman…’ diye yineledi Küçük Prens. Unutmamalıydı bunu.

‘İnsanlar unuttular bunu,’ dedi tilki. ‘Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğimiz şeyden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun…’

‘Ben gülümden sorumluyum,’ diye yineledi Küçük Prens. Bunu da unutmamalıydı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.92

Bizi bir başka insanla birbirimize bağlayan zamandır; ancak geçip giden yılların salt maddî, kesintisiz toplamı değil, ‘dolu’ zamandır. Dietrich Bonhoeffer’in değindiği gibi insan olarak yaşadığımız, tecrübeler edinip, öğrendiğimiz, tadına vardığımız ve ıstırap çektiğimiz zaman…

Sevgimizin gözle görülmeyen esas niteliğini yalnız yüreğimizle görebiliriz. Bu sevginin emeğidir: Bağlayan uğruna mücadele. Yapıcı tartışmaların ve ilişkide şeffaflığın kazanılması.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.117

Sevgi yeteneğiyle doğduk. Ama unutma huyumuzla bu güzelim hissi ihmal ediyor, sağa sola savurup harcıyoruz. Hataya düşsek bile, sevgi en derinlerimizde hâlâ var. Mesele, bu hissi güzel bahçelere uyandırmak. Yavaş yavaş toprağı çabalamak; nefisten ayrıkları, ısırganları toplamak. Zamanında sulayarak tatminsiz duyguların kuruluğundan kurtarmak. Sırf mantıktan oluşan kabuktan, özü filizlendirmek. Kısacası usta bir bahçıvan olabilmek.

Sonunda tilkinin kendisine verdiği sırrı anlamıştır. Bunu unutmamak için de tıpkı çocukların yaptığı gibi, öğrendiği şeyleri tekrarlar: ‘İnsan ancak yüreğiyle bakarsa bir şeyi iyi görür.’ ‘Gözler bir şeyin özünü göremez.’ ‘Sevdiğimiz kişiyi bizim için önemli kılan, onun için harcanan zamandır.’ ‘Her zaman ondan sorumlu olursun.’

Yeniden kavuştuğu çocukluk sayesinde pilot, çıktığı düşünce seyahatinin sonuna gelmiş, varlıkları tanımasına ve arkadaş edinmesine engel olan şeyleri analiz etmiş, onların neler olduğunu anlamış ve doğru yolu bulmuştur. İçinin derinliklerinde bıraktığı kendi kişiliğini bulur ve Descartes’ın kendini keşfettiği ve gerçeği fethedişinde ona katılır. Hayatını daha iyi sürdürebilmek için başkalarıyla bir şeyler paylaşması, olayların gerçek anlamını görmesini engelleyen hatalar yapmamak için zamanı iyi kullanmayı ve sabırlı olmayı öğrenmesi gerektiğini anlamıştır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.84

Nisan ayına girdik. Toprak, ağaç uyanmaya başlamış. Kışın besleyen, koruyan kabuğu çatlamış; her canlı filizini veriyor. Varlıkta bir hareket… Hayatlardan yeni hayatlar doğuyor. Kalplerin yelkenleri hayal denizlerine, yeni heyecanlara fora demiş. Ve dallardan gülümseyen bahara gönülden “hoş geldin” diyoruz.

Erik ağaçlarında beyaz çiçekler erken uyananlardan. Karşımızda büyük bir bahçe… doğal görünümüyle bahar gibi içimi ısıtıyor. Değerli bir yer olmasına rağmen senelerdir bir anlaşmazlıktan dolayı bina yapılamıyor. Bahçe bekçisinin tavukları, keçileri, koyunları var. Şehrin içinde bu manzarayla adeta köy hayatı yaşıyoruz. Sabahları trafik sesinin arasına horoz sesleri karışıyor. Mevsim bahçeyi en güzel, en sıcak şekliyle sarmaya başlamış. Koyunlar otluyor, ben uzaktan hayran hayran dallardaki taze filizleri, tomurcukları, baharları izliyorum. Koyun hayvanca, ben insanca nasibimizi alıyoruz bu nimetlerden.

Ama benimkisi koyununkinden çok farklı ve donanımlı. Çünkü aklım, gözlerim, kalbim, hislerim ayrı ayrı paylarını alıyorlar. Koyun ise sadece midesini dolduruyor. Ben insanım; bu muhteşem uyanışın nedenini düşünen, bu nedenle Yaradan’a yaklaşan bir aklım var. Bebeklerinden renklere, ışıklara, güzelliklere açılan gözlerim… Bu güzelliklerle, verilen nimetlerle kabaran, coşan hislerim ve hepsine sarılmak isteyen bir kalbim var. Beni koyundan farklı kılan bunlar ve en önemlisi; her şeyi kalp gözümle değerlendirebilmem. Onun için bu gözle bahar dallarından mana âlemine açılabiliyor, maddî dünyadan manevî dünyalara gidebiliyorum. Bir tutam ottan yaradılışın derin sularına açılabiliyorum.

İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.

Bu dünyada herkesin bu hikmetli sözlerin sahibi tilki gibi bir dostu olsa ve o dost her gün şöyle dese kendisine:

Bu yaşam bir kabuk, sen ise içindeki manasın. Doğru anlamlar yüklediğin sürece her anın sonsuzluğa taşıyacak seni. Sevgin iç âleminin güneşi; düşüncelerin ise yıldızları. Yanlış anlamların yaldızı, daha bu dünyadayken dökülür. Onun için kalbinle gör, güzel düşün ve içten sev.


‘Küçük Prens’ İllüstrasyonu © Nichakarn R.D.Choke

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply