İnsan Olmak İçin Varman Gereken Bir Güneş Var – Bölüm 1

1

İnsan gelişmiş bir hayvan değildir. O, kendine verilen donanımın hakkını verdiği takdirde, yaratılmış olan -neredeyse-  herşeyden daha şerefli bir varlıktır. Varlığın gözbebeğidir. İnsan, aslını hatırladığı, özü ile bütünleştiği, kendi merkezinde olduğu anda Hz. Allah ile “ünsiyet” içinde bir sevgili; aslını unutarak “nisyana” düştüğü, özünden uzaklaştığı, periferisine savrulduğu zamanda ise bütün varlık hiyerarşini tersten hızla geçen; yani melekleşen, daha aşağıda hayvanlaşan, daha da aşağıda bitkileşen, daha da aşağıda taşlaşan.. ve derken şeytanları dahi geride bırakabilecek bir düşüş yaşayarak, yaratıcısına düşman kesilebilecek bir nankördür. İnsan kelimesinin etimolojisinde bu iki mana da içerilmektedir: Ünsiyet ve nisyan…

İlk ve aslî konumu itibariyle ahsen-i takvîm halinde (en güzel kıvam) yaratıldığına yemin edilen ve büyük bilge Frithjof Schuon’un “Primordial Man” dediği, “Aslî insandır”. Yani asıl insan odur. Yani hakiki insan ona derler. İrfan ehline göre, bu özelliklere sahip olmayan diğer beşerlere insan demek bir mecaz olabilir ancak. Yanlış anlaşılmasın; hakiki insan gelişimi itibariyle durgunlaşmış, sönmüş ve -bir manada- artık hareketsiz bir varlık değildir. Kâmil-i Mutlak’a ayna ve seyirci olan bu kutlu varlığın da terakkisi -bu manada- sonsuzdur.

Ancak insan bazı hikmetlere binaen aslî konumundan tard edilmiş ve indirilmiştir. Bu indirilmenin ve insana nispet edecek olursak, bu düşmenin ve -bazıları için- yuvarlanmanın da istikametine “esfeli safilîn” denmiştir; “aşağıların aşağısı”… Bir aşağılar var, bir de aşağıların aşağısı var.

İnsanın indiriliş hikmetleri ve aslî konumunu tekrar nasıl istirdad edeceği, kazanacağı ve yükseleceği bu makalemizin konusu değil.

Evet, insanın onuru onun ilksel halinde saklıdır. O ilksel hale yaklaştığı ölçüde aziz bir varlıktır.

Hakikati Önemsemek

Çok detayları olmakla ve o detayların da benim haddimi aşmasıyla beraber, burada üzerinde durmak istediğim mesele, insan şerefinin onunla çok irtibatlı olduğuna inandığım bir mefhum hakkında. O mefhuma saygısı olmayan bir insanın omuzundaki rütbeler sökülür ve artık ona ancak mecazen insan denebilir. O yuvarlanışına başlamıştır Kara Güneş’e doğru. “Hakikat”ten bahsediyorum. Türkçemizde “gerçek” teriminin mana derinliğini tam olarak veremediği;  İngilizcede ise “reality” yerine “truth”un karşılayabildiği bir kavram.

Herşeyin bir görünümü/sureti vardır bir de hakikati. Görünüm aldatıcı olabilir. Yanıltabilir. Bu görünüm faydalı da olabilir. İçindeki inci özü koruması için konulmuş bir mahfaza değil midir istiridye kabuğu?

İnsan, aslî yaratılışı itibariyle herzaman “öz”ü arayan, herşeyin hakikatine ulaşmaya çalışan bir varlıktır. Öyle olmalıdır. Tabiatın ve ağaçların, toplumun ve herbir insanın.. topyekün kainatın.. ve hatta hadiselerin (olayların) dahi hakikatleri vardır. Hakikatin cazibesine vicdanıyla kendini kaptırmış her bir insan, üstüste giydirilmiş soğan kabuklarını tek tek kaldırır gibi, fenomenlerin üzerindeki perdeleri de tek tek kaldırmaya çalışır. Buna direnebilmek, hakiki bir insanın elinde değildir. Zira, vicdanı hakikat tarafından, demir tozlarının mıknatıs tarafından çekilmesi gibi devamlı cezbolunmaktadır. İnsan budur. “Ecce Homo”.

Hakikatlerin de bir hakikati; yani kendisinden kaynaklandıkları bir güneş vardır. Hz. Allah’ın güzel isimlerinden bir isimdir o: “Hakk ismi”. İsm-i Hakk bir güneş ve hakikatler o güneşten yansıyan ışınlardır. O ışınlara tutuna tutuna, o şualarla özümüzü aydınlata aydınlata öyle bir yere varırız ki, orada Hakk’ın dehşet verici ışık okyanusundan başka bir şey görünmez. Hakikatler bile silinir. Yalan zaten çoktaaaaan silinmiştir donanımımızdan… Yorumlar ve fenomenler ise geride kalmıştır. Bir odadasın ve o odaya güneş girmiş. Gözün başka bir şey görür mü? Kendini bile göremezsin. Bu başka türlü bir körlüktür. İrfan ehlinin bahsettiği “istiğrak”tır bu yaşanan. İşte, Türk milletinin İslam ile tanışmasındaki en büyük vesilelerden biri olan Hallac-ı Mansur’un meşhur “Enel Hakk” şatahatı bu konu ile alakalıdır.

Hallac-ı Mansur

Yiv yiv içinde derinleşerek öyle bir yere vardı ki, o yer, içinde bir güneşi barındırıyordu: “İsm-i Hakk Güneşi”. Kendini bile göremediği ve sadece güneşin herşeyi silip süpüren nurlarına gark olduğu için, “Ben Hakkım” dedi. Yani “Ben güneşim/şemsim”

Elbette irfan ehli Hallacı kabul etmekle beraber, seyr u sülûkta daha alınacak çok yol olduğunu; o yolları da kat ettiği zaman, bu sözünden istiğfar edeceğini ifade ederler. Peygamber efendimiz (sav)’in günde 70 ya da 100 defa istiğfar etmesi hikmetinin, geride bırakarak aştığı her bir menzili yeni ulaştığı menzile göre nakıs görmesi olduğu ifade edilir. Ki O masumun (sav) istiğfar edeceği bir günahı yoktu. Günaha gidecek yollar onun için daha baştan kapatılmıştı:

‘Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.’

Fetih /2

En doğrusu Allah bilir, bu ayet-i kerime, günaha giden yolların O’na daha baştan kapatılması hakkındadır.

Fakat ben burada daha başka bir şeyden bahsetmek istiyorum. Dikkat edin, Hallac “Ben Allah’ım” falan demedi. “Ben Hakk’ım” dedi. Bu çok çok önemli. İnsan bu isimle o kadar alakalı ki, İsm-i Zat olan “Allah”dan sonra dilimizi en çok şereflendirdiğimiz isim “Cenab-ı Hakk”tır. Yani “Hakk Hazretleri”. Çünkü diğer varlıklarda olduğundan çok daha öte, insan özü bu isim ile alakalıdır. Ve bu ismin izini gönlünde yitirmiş ve dolayısı ile hakikat ile bir meselesi kalmamış;  gönlü ve zihni hakikatin yörüngesinden çıkmış bir insan, insan ismini taşıma liyakatini kaybetmiştir.

Kendine bahşedilmiş olan muazzam potansiyeli işletememiş bu mecazî insan, kendi küçük kabuğu içinde yaşamını sürdüren;

benlik sırlarından habersiz ve hatta umursamaz;

cüz’iyet kafesinde beden ve nefsinin esaretinden (bitkisel ve hayvansal yaşamın esiri) kurtulamamış

ve böylece ömür sermayesini heder etmiş kıymet bilmez bir müsriftir.

Toprağın bağrına atılmayarak kendini -sözde- koruyan ama içindeki özü inkişaf ettiremeyen ve sonrada basit bir çekirdek olarak çürüyen… “Onaltısında öldü, altmışında gömüldü.” denilenlerden… “Negatif limanlardan pozitif sulara” (Oğuz Saygın) geçemeyenlerden…

Külliyete vardığın Kadar İnsansın

Hakiki insan bu değildir. Hakiki insan, külliyete; yani “insaniyet” denilen manaya eren; dolayısı ile kendisi için istediğini başkası için de isteyen; canlı cansız bütün varlığa karşı kendini sorumlu gören; yani gölgesinde bütün varlığın gölgelenebileceği ulu bir ağaçtır. Bazen bir incir, bazen bir zeytin…

Öyle bir külliyete erebilir ki, gölgesinde milyonların güven ve huzur duyduğu ulu bir ağaç göğerebilir onun sinesinden aynı bir Osman Gazi gibi…

Yada “Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti: “Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.” Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”  der aynı Mevlâna gibi…  (link)

Bu “İnsaniyet”tir. İnsaniyet kapısından da Hakk ismine varılır. Bâb-ı İnsanîyet ve İsm-i Hakk.  O kapıya varmak için de hakikatin izlerini takip etmek gerekir. Peki nerede o izler? Özümüzden, aslî halimizden, ahsen-i takvimden indirilirken Hak isminden de o yollara hakikat işaretleri/ayetler bırakıldı. Aşinayız onlara. Biraz dikkatli baksak hatırlayacağız.

‘Onun ‘Hak’ olduğu meydana çıkıncaya kadar işaretlerimizi/ayetlerimizi onlara hem dış dünyada (afak) ve hem de kendi içlerinde (enfüs) göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?’

Fussilet / 53

Uzak kaldığımız için güneşimizden ve gündüzümüzden,  bu geceden çıkmak için takip edeceğiz ay altında ışıyan ayetleri…  Onları görmezlikten gelmeyeceğiz.

‘Bununla beraber göklerde ve yerde ne kadar ayet var ki, onunla yüz yüze gelirler de yine de yüz çevirip geçerler.’

Yusuf / 105

Kötülerin tuzağına ve Kara Güneş’e düşmemek için… İnsaniyet kapısından geçerek, ism-i Hakk güneşinin altın ışıklarının haşirvâri bir bahar ülkesine çevirdiği yuvamıza dönmek için…

(Devam edecek)

FERİDUN B. KAYA

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Allah, Adem’i yarattığında melekler: “Yeryüzünde bozgunculuk yapacak bir insan mı yaratacaksın? Halbuki biz seni hakkıyla tespih ediyoruz!” demişlerdi. Meleklere cevaben Allah: “Şüphesiz ben, sizin bilmediklerinizi bilirim!” demişti. Ve devamında: “Haydi, secde edin Adem’e” diye emretmişti. İblis hariç bütün melekler secde etmişti. Peki, üstün bilgiye sahip olan iblisin gözden kaçırdığı neydi?..

    Allah, kendinden başkasına secde ettirir miydi?!…

Leave A Reply