İnsan Denizin Olmadığı Yerde Umut Adına Martı Olmalı

0

Sancaktepe’ye doğru yol alıyoruz. Hava hayli davetkâr. Geniş boş bir arazi önünde duruyor eşim. Serçeler, kargalar… Bir adam kurumuş ekmek parçaları atıyor. Sahilden alışkınım. Bu işin gönüllü müdavimleri çok. Sabahın erken saatlerinde ellerinde poşetlerle kuşlara ekmek taşıyanlar. Kedilere, köpeklere mama verenler. Belirli yerlere düzenli konulmuş su kapları. 

Geçenlerde değişiklik olsun diye eşimle Ömerli, Kurtdoğmuş Köyü taraflarına gittiydik. Yolda hayvan barınaklarına rastladık. Sağlı, sollu; bir sürü küçük kulübe. Sanki köpek mahallesinden geçiyormuşuz gibi. Hiç bu kadar köpeği bir arada görmemiştim. Saldırma yok, kaçma yok. Sakin sakin izliyorlar gelip geçeni. Hatta kimisi kendilerini tehlikeye sokacak şekilde yol ortalarına doğru sere serpe uzanmışlar. Hayvanların insana gösterdiği güvenin çok anlamlı bu görüntüsünü değişik duygularla seyrederek, ya ezilirlerse vehmiyle aklımız o resimde kalarak geçiyoruz. 

Son yıllarda artan hayvan sevgisi, toplumun gülmeyen yüzüne bir tebessüm getirdi. Bilhassa, Bağdat Caddesi’nde sık sık şahit olduğum, genç çiftlerin çocuklarına aşıladıkları bu duygu çok insanca. Benim çocukluğumda bunlar yoktu. Sokaklarda kuyruklarına teneke bağlı zavallı kediler, yanlarına yaklaşan hayvanları ayaklarıyla iten, kovalayan insanlar vardı. Bizim kuşak bu olumsuz yaklaşımların arasında büyüdü. Başkalarını bilemem; ama içimde yoğunlaşan hayvan sevgisini sonradan edindim. Halbuki çocuğa aşılanan sevgi, merhamet duygusu ileriki yıllarında onu insana ve hayata olumlu bakmaya, hoşgörüye götürüyor. Hatta diyebilirim ki bu saf, önyargısız sevgiler kalplerin kapılarını imana kolayca açıyor. Buna hep inandım. Varlık sevgisi içine riya karışmamış kanallarla kalbe öylesine akıyor ki, içindeki kini, öfkeyi, stresi yavaş yavaş alıyor. Çalı, diken, ısırganlardan temizlenen topraktan çiçeklerin fışkırması gibi iç âlemi güzellik, hassasiyet, sükûnet sarmaya başlıyor. 

Sancaktepe’de seyre daldığımız manzara; serçeler, kargalar derken martılarla birlikte adeta bir ziyafet şölenine dönüyor. Bulunduğumuz yer denizden kilometrelerce uzakta. Ama deniz kıyısı gibi martılarla dolu. İstanbul’da yıllar önce görülmeyen tablolar bunlar. Perde ayaklı bu kuşların denizden uzakta yaşayamadıklarını bilirdik. Şimdi ise her yerdeler. Uzmanlara göre sebep, yeterli yiyecek bulamamaları.

Garipliğinin yanında güzel olan bu görüntüyü bırakıp oradan uzaklaşıyoruz. Eşimi sinirlendirdiğim “yavaş sür” ikazlarımla sağdan ilerliyoruz. Yolda sürat yapanlar hayli fazla. Yaşım ilerledikçe hız beni hayli tedirgin ediyor. Oysa eskiden hızlı araba kullanırdım. Yıllar bedeni, duyguları, refleksleri öyle bir harmanlıyor ki… Kimi yönde zenginleşirken, kimi yönde saman parçacıkları gibi ufalıyoruz. Ancak diye düşünüyorum; insan beyninin süratine hiçbir vasıta yetişemiyor. Martılar, insanlar, şehir hayatı, çocukluğum, hayvan sevgisi derken aklım oradan oraya adeta uçarak gidiyor. Kim bilir kaç kilometre yol kat ettim? 

Bazısı acıtıyor, bazısı gülümsetiyor. Hayat bu diyorum. Her şey dengede sunuluyor. Şükrediyorum. Arabanın camına başını dayayarak dalıp gitmek ne güzel… Hayat, acı, gülümseme, martılar… Aklım aniden Nazım Hikmet’in bir sözüne takılıveriyor. Nerden nereye…

İnsan, denizin olmadığı yerde umut adına, martı olmalı.

Nâzım Hikmet

Martılar buralara kadar gelmiş. İstanbul’un her yerindeler. İnsanlara umut olabilseler. Gittikçe taş yığını haline gelen güzelim şehrin yüzüne umut olabilseler. Günden güne artan kopuk ilişkilere, ufacık sudan sebeplerle boğaz boğaza gelebilen öfkeli yüreklere umut olabilseler. İnsana insandan başka kim umut olabilir? Ama martılar denizden kilometrelerce uzakta yaşamaları için buradalar. Martı olmak geliyor içimden.

Evimiz çıkmaz sokakta. Yani tenha görünümlü. Bu tenhalık, dinlendirici bir sessizliğe sahipken maalesef derdi olanın, sinirli olanın bir baştan bir başa volta attığı ve içinde birikenleri rahatça döktüğü rahatlama yeri haline geldi. Karanlık bastırdığında sesli telefon konuşmalarına, ağız kavgalarına müsait bir ortam. 

Birkaç gün önceydi. Hava şerbet gibi. Ağaç hışırtılarının aralarından görünen mehtap her yanı sarmış. Tam tefekkür edilecek, güzel hislerin iç âlemde demleneceği zaman diyorum. Aniden yükselen bir ses; bir telefon konuşması. Dakikalar süren içten dökülmelerle sihirli âlem uçup gidiveriyor. Kulağıma gelenler çok çirkin şeyler. Kendi kendimden utanarak, biten insanlığa ağlayarak içeriye kaçıyorum.

Neyle uyarılacağız? Hangi söz, hangi bilgi bizi ikna edebilecek? Çünkü sergilediğimiz her edepsizliğe, çirkinliğe çok güzel, mantıklı bir sürü neden üretebiliyoruz. İknada, laf yarışmasında, mantık yürütmede üstümüze yok. Ama yetmiyor. Aklı istikamette kullanmadığımızdan, vicdanın üstünü hep örttüğümüzden, sezgilerimiz daha ne kadar azalacak? Sezginin olmadığı yerde derinlik ve hassasiyet ya yoktur ya azdır. Güzel ve hak olan her şey yeşerecek zemin bulamayınca terk ediyor bizi. Manevî duygulardan, Yaradan’dan bu kadar uzaklaşıyorken neye, nasıl dur diyeceğiz? Kalbi ihmal ettik. Ruhun dilini hiç anlayamıyoruz. Sonuç: Onların anlaşılamadığı iç dünyamızda kaybolup gitmek.

İçerenköy’ü geçiyoruz. Sessizsem, bir şeylere takılıp düşüncelerde kaybolduğumu eşim iyi bilir. Beni kendi halime bırakıyor. İstanbul’un içinde yaptığımız kısa mesafeli gezi bize yetiyor. Eve dönüyoruz.

Evde bazen moral ayarlama saatlerimiz olur. Yolda hissettiklerimi paylaşıyorum. Kafam karışık. İnsanlık elden gidiyor mu? Elden ne gelir? Kimler, hangi eğitim bize umut olacak? Yaşımız geçiyor. Güzel sonuçlar görecek miyiz? Sorular, sorular… Oğlum dinliyor ve bu ruh halime destek olabilecek bir kıssa anlatmaya başlıyor:

Bir zamanlar Bağdat’ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün ahir zamanında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel. Sedef kakmalı, ceviz ağacından. Alımlı mı alımlı. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyormuş. Güzel minberin namı almış yürümüş. Öyle ki Bağdat’a her gelen, marangoza gidip:

.Şu minberi bize sat, falanca camiye götürelim diyormuş.

Onun cevabı hep aynıymış:

.Bu minber Mescid-i Aksa’da duracak.

Ahali şaşırırmış hep:

.İyi de Kudüs Haçlı işgali altında.

Marangoz yüksünmeden hep aynı cevabı veriyormuş:

.Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü geri alsın. Bu minberi de yerine oturtsun.

Derken bu minber hikayesinin konuşulmadığı hiçbir şehir kalmamış. Herkes minberin güzelliğini bire beş katarak birbirine anlatırken, aynı hikâyeyi yedi sekiz yaşlarında bir çocuk da işitmiş. Ama o, eserin güzelliğinden ziyade, müessirin vasiyetine kulak vermiş.

Aradan kırk yıl geçmiş ve o minberi durması gereken yere; Mescid-i Aksa’ya yerleştirmiş. Diller onu Selahaddin-i Eyyubi diye anmış…

Kıssadaki marangozun dedikleri hayli düşündürücü: “Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü geri alsın, bu minberi de yerine oturtsun.”

Elden gelenler. Ne gelir elimden? Ne gelir senin elinden? Emekler beğenilsin veya beğenilmesin, denilenler yerilsin veya övülsün bir şeyler yapılmalı. Öfkelenmek yerine bir şeyler yapmalı. Yarar mı yaramaz mı, onu bilemeyiz. Ama insandan beklenen, karanlığa küfretmek yerine bir mum yakmak. Sorumluluğu hisseden herkes, en iyi olduğu konuda bir şeyler yapmalı. Kiminin yaptırım gücü, kiminin alın teri, kiminin aklı, kiminin duası, kiminin yapıcı tutumu, kiminin umudu… Ama sonunda “ahlak minberini insanlık mabedine yerleştirebilmeli.” Şu anda ihtiyacımız olan, bu. 

Kıssada anlatılan, sadece bu mu? Hikâyeyi işiten yedi sekiz yaşlarında bir çocuk var. Daha o yaşta eserden çok marangozun vasiyetine kulak verebilen bir istidat. Bunlar çok; ama çok önemli. Etrafınıza bakın. Çocuğunuz varsa, ona bakın. Cıvıl cıvıl kaynıyor. Ne kadar zayıf, çelimsiz veya tombul. Elleri toprak içinde, ağızları çikolataya bulanmış. Yaramaz, şımarık, geveze, anlamaz, pısırık dediğimiz bir sürü taze fide. Kim bilebilir ileride birer ulu ağaç olup olmayacaklarını? Sadece Allah biliyor. O da bu fideleri dikelim diye veriyor ellerimize? 

Aradan tam kırk yıl geçiyor. Belki de o gün konuşulanlar unutulmuş veya konuşanların, işitenlerin çoğu öte âleme göçmüş. Ama kaza kalemi, kaderin dediklerini çoktan yazmaya başlamış. Milletin değil, milletlerin talihini değiştirecek bir yiğit çıkıyor ortaya. Ve marangozun hayali, amacı, duası, vasiyeti, hedefi -ne derseniz deyin- gerçekleşiyor. 

Oysa ne marangoz çocuğu görmüş ne çocuk marangozu. Sadece biri demiş, öteki işitmiş. Bu senaryonun yazarı kimdir? Bu planı düzenleyen, hikmeti yazan kimdir? Bizden istenilen, elimizden en iyi geleni yapmalıyım şuuru ve iradesi. Gerisi bizim dışımızda. Sen sadece yol azığını hazırla ve düş yola. Ne planı yapan sensin ne haritayı çizen. Sadece insan olmanın sorumluluğunu taşı yeter.

O akşam konuştuklarımız bunlar. Gayesizliğin, amaçsızlığın nasıl ruhu yiyip bitiren bir hastalık olduğu, hiçbir şey boşuna yaratılmamışken, hiçbir şey gayesiz değilken insanın bu nizamdan ayrılmasının onu çöküntüye nasıl götürdüğü insanı düşündürüyor. 

Bir Afrika sözü şöyle diyor: ‘Bir insan başka bir insan aracılığıyla insanlaşır.’ Şöyle anlıyorum: Duyarak, hissederek, anlayarak, onun acısını üstlenmeye talip olarak.

Manevî olanda şefkate bir çağrı vardır, hayatın bilinmeyen sırlarına kendimizi açma çağrısı, aklın prangalarından kurtularak görünmeyenin âşikar kanıtlarını sevme çağrısı. Yürekten hissettiğimiz bir şeye coşkuyla katılırız. Rüzgâra ve dalgalara karşı yürüyecek tutkuyu içimizde uyandıran bir çağrı. Biz ona kendimizi açmadıkça ve bize dokunmasına izin vermedikçe, neden vaatlerini önümüze sersin ki hayat?

Merhamet ve mesuliyetin diğer kutbu ahlâkî kayıtsızlıktır: Ötekinin ıstırabını görmezden gelmeyi mümkün kılan bilinçli cehalet, ihtimam yokluğu ve inkâr hali. Kalbin ölümü. Ahlâkî kayıtsızlık başkasının iniltisini duymamak için kulaklarımızı tıkadığımız ve ortalıkta dönen büyük yalana hiç itiraz etmediğimiz gün başlar.

Başka gönüllere misafir olabildiğimiz kadar, kendi ruhumuzda evimizdeyiz. O halde aldır gönül, ki sen ancak aldırdığın kadar varsın.

Kemal Sayar / Başı Sınuklar İçin Kılavuz / Aldır Gönül / s.35-38

“Aldır gönül, ki sen ancak aldırdığın kadar varsın.” Aldırmayan gönüllerin yok olduğu dünyalar…

Neden psikolojik sıkıntılarda İnşirah Suresi’nin okunması tavsiye edilir? Çünkü içinde huzurun reçetesi var. Her kelimesi şifa. Her ayette “Rabbim bana ne anlatıyor? Benden ne istiyor?” sorularını sorarım kendime. Elimden geldiğince sadece okuduğuma odaklanıp saatlerce; hatta günlerce sadece onunla haşir neşir olmak gibi bir alışkanlığım var. Nedense “Zorluğun yanında kolaylık vardır.” ayetinin üzerinde daha çok duruyoruz. Surenin son iki ayeti, bugünün insanının ilacı. 

‘Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul. Yalnız Rabbine yönel.’

İnşirah / 7-8

Kemal Sayar’ın dediği gibi gönül aldırmalı, mühimsemeli, ehemmiyet vermeli. Arapça’da “ehemm” çok kıymetli, en önemli anlamında. Yani gönül, ilgilendiği şeye çok kıymet vermeli.

Hayatta iki yönelişi devamlı yaşıyoruz. Biri “dışa yöneliş.” Bundan insanlarla, varlıkla münasebetimizi anlıyoruz. Diğeri “içe yöneliş.” Yani kendimize, kalbe ve Allah’a yönelişimiz. Bu ikisi devamlı faaliyette olmalı. Yoksa boş kalmak ruhumuzda boşluklar meydana getiriyor. Ruhta boşluk demek iç sıkıntısı, evham üretmek, kaygı artışı demek. Boşluk kimin hoşuna gider? Tembel olduğu için nefsin ve gafleti tuzak olarak kuran şeytanın. Onun için Rabbim “Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul.” diye buyururken hiç boş kalma, nefsine ve şeytana zemin hazırlama diyor. Devamlı hareket halinde ol. İş yap. Yoruldunsa, kitap oku. Yoruldunsa daha farklı bir işe koyul. Her şeyinle yaşamın içinde ol. İnsanlığına ve insanlığa hizmet et. Hayatında dışa yönelişin hep insanlığa hizmet etmek olsun. Nefsine ve şeytana cirit atacakları boşluklar sağlama. Gafletinden yararlanacakları imkanları verme ellerine. Yoksa onların zevkten atacakları kahkahalar, senin boğazında tıkanan feryatların olur.

Ama gaye ve hedef sıradan olmamalı. Çünkü dünyalık işlerden zaman geçtikçe bıkan bir yanımız var. Hedef yüksek olursa bıkkınlık olmaz. Yapılan işten alınan manevî tat öyle bir alışkanlık yapar ki hep başka manevî tatların peşinde koşulur. Bu, “içe yöneliş”tir. Bu ikinci yöneliş Allah için olmalıdır. Her şeyi O’nun rızası için yapmak. İşte o zaman boşa geçirmediğin yaşamınla aç nefsinden, şeytandan korunursun. Her şeyi Rabbin için yapmakla da O’nun rahmetine sığınır; seni korumasıyla yine O’nun açtığı yolda huzurla yürürsün. “Her şeyin Tek Sahibi O’dur.” idraki iç âlemine yerleştikçe Rabbinin dışında çare zannettiklerin, sığındıkların silinmeye başlar. 

Bugünkü insanlık manzaramız bu iki yönelişi ne denli yanlış kullandığımızı gösteriyor.

Peygamberimiz’in: “Rabbim beni bir an bile nefsimle baş başa bırakma!” duasını nasıl anlıyoruz?…

Ayrı bir gezegenden buraya ışınlanmışlar sanki, iyiliğin yıldız tozu ruhlarına serpilmiş de buraya bizim elimizden tutup doğruluğa götürmeye gelmişler. Süslü kelimelerin bizi bir yere götürmediğini görecek kadar yaşlıyım artık. Ama onlar yok mu, o iyiler, gerçek soyluları bu dünyanın… İşte onlarla karşılaştığım her seferinde ruhum ümit ve nurla doluyor, bir insan olarak dünyaya salındığıma hamd ediyorum. Onlar bir yüz yıl sonrası için, meşe ağaçlarının tohumlarını ekenler dünyaya. Kendileri göremeyecekleri bir serinliği, gelecek kuşaklara bırakanlar. Umursayanlar, aldıranlar. Yanlış gördüğünü hemen düzeltmek isteyenler, ötekinin acısına kulak kesilenler. Soylular.

İnsan evladı on dört aylıkken birbirine yardım etmeye başlıyor, sözgelimi diğerinin uzanamadığını ona uzatıyor. İki yaşında bir şeyleri paylaşmaya başlıyor ve üç yaşında ahlakî kurallara aykırı eylemleri protesto ediyor. Bunun ödülle bir ilgisi yok: Bir çalışma bize üç ve beş yaş arası çocukların yaptıkları bir iyilik için ödüllendirildiklerinde o iyiliği ikinci kez yapmakta daha isteksiz davrandığını gösteriyor. Bu şu demek: İyiliğin içsel ödülü dışsal ödüllerden çok daha kıymetli. İnsan ahlâka ve merhamete programlanmış bir varlık. Diğerkâmlık ve vicdan, insan ruhunun vazgeçilmez harcıdır.

Kemal Sayar / Başı Sınuklar İçin Kılavuz / Aldır Gönül / s.33-34

Adam gibi adam olmak; kişinin kendisine sunulduğu yolda, neyle karşılaşırsa karşılaşsın ayağı kaymadan, sağa sola yalpalamadan, başka yollara girmeden yürüyebilme kabiliyetidir. Ancak bir amacı, hedefi olan bunu gerçekleştirebilir. Hedef, amaç derken çok büyük adresler akla gelmemeli. Hayırlı bir evlat yetiştirmek, sorunlu ilişkilere sabırla, şefkatle yaklaşmak, ellerini açarak insanlığın kurtuluşu için yürekten dua etmek…

Hedefi olmayan, sorumluluktan bihaber bencil dünyalar yaradılış programının dışına çıktıkları için kendi bunalımlarının sebebi. Verilen yetenekleri, nimetleri değerlendirmedikçe iç âlemini körelten, insanın kendisi. İçlerindeki bunca değişik özellikle ne yapacağını bilemeyenler. Kapasitelerini oraya buraya saçanlar. Aynı yangın çıkan bir ormandan delicesine kurtulmaya çalışan bir sürü varlık gibi. Ne büyük tehlike! Hem kendilerine hem çevrelerine.

Exupéry bu tehlikeyi fark edenlerden. Her eseri; hatta eserin her sayfası onun bir hedefini, yüreğinde taşıdığı bir davasını dile getirecek şekilde. Tembeller, adamsendeciler, insanlık sorunlarına sırt çevirenler, düşünmekten kaçanlar, vicdanlarını susturanlar onun kaleminin üstünü çizdiği tipler olmuş. Hangi durumda olursa olsun boyun eğmeyenler, dik durmaya gayret edenler, insanlık için ter dökenler, alçakgönüllü ve içten olanlar ise kalemin ucunda onun saygısından, sevgisinden, hayranlığından nasiplerini almışlar.

Antoine de Saint-Exupéry

Antoine de Saint-Exupéry

‘Yaralı var mı?’

‘Yok…’

Yaralanmamışlar, Yaralanmaz bunlar. Galipler. Galiplerle dolu bir uçağın pilotuyum ben…

Şimdi her patlayış, bizi tehdit eden değil, pekiştiren bir şey olarak görünüyor gözüme. Her patlayışta, saniyenin onda biri kadar bir süre uçağımın paramparça olduğunu sanıyorum.

Ama her seferinde emirlerime uyuyor, ben de dizginlerine asılarak, at gibi, yeniden ayağa kaldırıyorum onu. O zaman rahatlıyorum, gizli bir sevinç yayılıyor içime. 

Şimdiye dek, büyük bir çatırtıyla sonuçlanan bedensel kasılmaların dışında, korkuya benzer bir duygu hissetmedim; bu hareketin hemen ardında da ölümden bir kez daha kurtulmanın verdiği rahatlık geldi.

Ve hiç beklemediğim bir zevk duyuyorum. Yaşamım, her saniye, bana yeniden bağışlanıyor sanki. 

Yaşama sarhoşluğu içindeyim. ‘Savaş sarhoşluğu’ derler çoğunlukla; hayır, doğru değil, yaşama sarhoşluğu bu! Yaa! Ateş edenler, yaşama isteğimizi kamçıladıklarını biliyorlar mı acaba?

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.125-126

Exupery'nin pilotluğunu yaptığı Lockheed P-38 Lightning model savaş uçağı

Exupery’nin pilotluğunu yaptığı Lockheed P-38 Lightning model savaş uçağı

Ve bir ağaç gibi büyüdükçe derinlere daha çok bağlanıyorum. Ve tek olarak katedralim, kuşkular içinde bir pişmanlıklar yüzü yapan, mutlu olmayı bilen, mutlu olan ve gülümsemenin heykelini yapan birinin eseridir. Dirençli olan bana dirensin, batık olan öyle kalsın. Düzensizlik ve disiplinsizliği kabul ettiğim için kesinlikle beni eleştirmeyin. Çünkü benim bildiğim tek disiplin egemen olan yüreğin disiplinidir ve siz benim tapınağıma girdiğinizde onun birliğinden ve görkemli sessizliğinden çok etkileneceksiniz. Orda inançlı ve inançsız olanın, heykeltıraşın ve sütunları parlatanın, bilge kişinin ve basit birinin, mutlu ve mutsuzun yan yana eğildiklerini gördüğünüzde bana kesinlikle onların tutarsızlık örnekleri olduğunu söylemeyin; çünkü onlar aynı ırktandır ve onlar aracılığıyla gerekli bütün yolları bulduğundan tapınak onlar aracılığıyla kurulmuştur.

Ama tapınağı, gemiyi ya da aşkı keşfetmek için yeterince yukarıdan bakmayı bilmediğinden, yüzeysel bir düzen ve gerçek bir düzen yerine herkesin aynı yöne gittiği ve aynı adımları attığı bir jandarma disiplini yaratan yanılır. Çünkü senin bütün uyrukların birbirlerine benzerlerse kesinlikle birliği sağlayamamışsındır. Çünkü birinin aynısı olan bin sütun tapınak değil anlamsız bir ayna etkisi yaratır. Ve o zaman senin girişiminin mükemmelliği dışında, bin uyruğun tümünü öldürmek olur. 

Gerçek düzen, tapınaktır. Farklı gereçleri bir kök gibi bağlayan ve bu farklılığı kalıcı ve güçlü kılan mimarın yüreğinin atışı…

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.218

Her mevsimin aynı günde yaşanabildiği, etrafını değişik karakterde denizlerin sardığı, dağlarının insanlara onurlu duruşu sergilediği bir ülkem var. Birbirinden farklı, birbirinden renkli olan mizaçları bağrında koruyan bir memleketim var. Ah martılar! Umut olun bizlere… Farklı düşünceleri bir kök gibi bağlayacak ve bu farklılığı kalıcı ve güçlü kılacak mimarlar çıksın karşımıza. Onların yüreklerinin atışını birlikte dinleyelim ve birlikte alalım dirilişin tadını.

Üzüm tanelerinde seher ışıyor
Yeni günüme salkım salkım.
Tadı: İman, sevgi ve varlık.

Ellerimde çabam,
Hayallerimde ter;
Önümde uzayan fidanlık…

Size her baktığımda
Yeşil bir buğu yükseliyor yüreğimden.
Yapraklarım sarmak istiyor,
Yücelerden okşanıyor cesaretim.
Bin yüreklik mesafelere koşuyor
Ruhumdaki insanlık.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply