İlk Bakış, İlk Aşk

0

Elf’ler Cuiviénen nehri kenarında uyanır.

“Derler ki Varda tam da uzun upuzun süren işinin sonuna ulaştığında, Menelmacar’ın göğe yükseldiği ve Helluin’in mavi ateşi dünyanın hudutlarının üzerindeki sislerin içinde titreştiği sırada, işte tam o saatte, Yeryüzünün Çocukları uyandılar, yani  Ilúvatar’ın İlkdoğanları. Yıldızlarla aydınlanmış Cuiviénen Gölü’nün, Uyanış Suyu’nun yanı başında Ilúvatar’ın uykusundan uyandılar ve oracıkta Cuiviénen kıyısında sessiz sedasız yaşayıp giderlerken, dünya yüzündeki her şeyden evvel göklerdeki yıldızları gördü gözleri. Böylece işte gönül verdiler yıldız ışığına ve Elentari Varda’yı tüm Valar’ın üzerinde bir yere koydular hürmetleriyle…

Yıldızlar altında, suyun yanı başında kurulu ilk yuvalarında uzunca bir müddet yaşadı Çocuklar ve Yeryüzünde gezinip durdular merak içinde; kendi aralarında bir dil yapıp, gözlerine kulaklarına takılan her şeye birer birer isimler koydular. Kendilerine Quendi dediler, seslerle konuşanlar manasında, henüz konuşan yahut şarkı söyleyen başka hiçbir canlıya rastlamadılar.” (Silmarillion sf. 112-114, İthaki Yayınları)

“Ey” kökünden gelen âyet; alâmet, işaret demektir. Ey ifadesindeki hitabın, yanına gelen kelimeyi ayırıp muhatap haline  getirmesi bundandır. “Ey İnsanlar”; varlık kategorisindeki her şeyden gayrı, salt insanlara işareten diyorum ki- demek gibidir. Âyet, Kelâm-ı İlahî Kur’an-ı Kerim’in cümle parçacıklarına deniyor. Kelâm, O’nun kelâmı ve Kendisi’nden haber veriyor. Bu anlamda kelâm, âyet oluyor. Allah’ı işaret ediyor. Kur’an, O’nun kelâmı olduğu gibi, varlık da O’nun kelâmı, kelimeleridir. Kâinat da kitaptır. Kelimeler içerir ve bu kelimelerin her biri Allah’ı işaret etmesi hasebiyle âyettir. Bakışımız iki aşama geçirir; birinci aşamada âyeti görürüz. İkinci aşamada ona isim veririz. Vermek zorunda olmadığımız halde isim veririz. Ve sonra onu, o isimle çağırırız. O âyetle olan seyahatimiz verdiğimiz isimle devam eder. Bir zaman sonra isim, âyetin önüne geçebilecektir. Onu görünce ismini hatırlarız, mânâ geri planda kalabilir, algımızda yansıması gereken şey yansımamaya başlar. Âyetin vazifesi zihnimizde flaşları patlatmaktır. Halbuki çok fantastik şeylerin üzerinde durmamaya başlarız. Örnek olarak ağaç çok fantastik bir şeydir. Ama onun fantastikliğini bu cümlemizi okuyunca hissedemezsiniz. Ağaca “bakmak” gerek. Bakış, ağacın bizde hayret uyandırması için yetecektir. Ama hayretin önündeki engelimiz, algılarımız var. Standart bir gafletten ziyade ona bakışımızda nitelik kaybına sebep olan bir olgudan söz ediyoruz. İsim.

Ağaç, canlıdır. Üzerinde ve içinde çok çok sayıda canlı barındırır. Yerinden kıpırdayamayan kocaman, asimetrik bir forma sahip, rastgelelik üzere dalları her yana dağılmış, çıtını çıkarmayan kocaman bir canlıdır. Ve çıtı çıkmaz. En küçüğünden binlerce yıllık olanına kadar hiç ses çıkarmaz. Ama bu ifadelerimiz de hayretinizi uyandırmaya yetmeyebilir. Ağaçtan hayret etmek için bir bakış lazım. Bütün algı kalıplarından sıyrılmış; son yüz senenin, belki bin senenin, iki bin hatta on bin senenin bıraktığı mirastan kaynaklanan bütün ön-kabulleri terk etmiş, günlük hay-huyun aşıladığı umursuzluğu silkeleyip atmış sade, açıkgöz bir bakış. Saydığımız bütün bu perdelerden sonra son perde olan, hayreti bırakmaya başlamanın ilk adımı olarak koyduğumuz ismi de kaldırarak salt bir bakış. Zannım o ki bu nev’iden çıplaklaştırılmış bir bakışın sonunda vicdanımızda “bu da nedir böyle ya Hu!” sesini duyabileceğizdir.

Eser: Great Tree / Ressam: Joichi Hoshi

İsim kötü değildir. Vazifeli olduğunu düşünüyoruz. Kötülük, ismin vazifesini bitirmesine rağmen onu bırakmayışımızda çıkıyor. Ağaç, bizim için kadraja girdiği andan itibaren sözünü söylemeye başlar. Şimdi siz, size konuşan birinin nasıl göründüğüyle ilgilenip sözlerini dikkate almasanız bu ciddiyetsizlik değil midir? Konuşan zât için bu saygısızlık olmaz mı? Ağaç, ağaçlığıyla konuşuyor, hali ve özellikleriyle değişik bir dil kullanıyor; Hazret-i Bediüzzaman’ın ifadesiyle biz ağaca mânâ-yı ismî ile bakınca, yani “ondakine” değil de “ona” yönelince sözü duymuyoruz.

Kendimizi bildik bileli, kişilik, benlik, muhatabiyet rütbelerine kavuşturulduğumuzdan beri hep böyle bir yanlışın içinde olmamış olsak gerektir. Yani Kur’anî bir bakış açısıyla, hikayenin başında, her birerlerimiz hikayelerimizin başında, gaflet ettiğimiz kritik âyet ve hakikatlere aşina kılınmıştık. Daha ötesi, şu anda milyarlarla dolu dünyaya bazı müstakim grupların duyurmaya çalıştığı, Rabbimizin Allah olduğu hakikatini muhataplarımızın her biri en az bir kere canı gönülden tekrar etmişti. Hayal etsek ya; savaş ve mücadelenin her çeşidinin uğruna yapıldığı bu yüce hakikatleri şimdi yedi milyar küsür insanın haykırdığını. Şu an öyle olmuyor ama önceden, zamanın ötesinde gerçekleşmiş bir olaydan bahsediyoruz:

“Hem Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine karşı şahit tutarak: ‘Rabbiniz değil miyim?’ diye şahit gösterdiği zaman ‘Evet Rabbimizsin, şahidiz!’ dediler. Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu!’ demeyesiniz.” (A’raf Sûresi 7/172)

O ilk ânı unuttuk. Bizi çarpan, artık sıradanlık nazarıyla baktığımız şeylerin kalp atışlarımızı hızlandırdığı o ânları yaşayamıyoruz. Perdeler, perdeler, bitmek bilmeyen perdeler.

Bütün perdelerin kalkması için hikayenin başına dönmek gerekiyor. Bu başa dönme makro ve mikro planda yapılabilir bir yönelme aslında. Her bir mikro’nun başa dönmesini sağlamaya çalışıyoruz. Sutu Boğda bir başa dönüşün adresi. Mikro planın kahramanı her bir ene, her bir kişioğlu makro planda başa dönüşü yapabilirse, şahsî hikayesini de geri sarmaya başlayabilir.

Yazımıza Tolkien’in filmi geri sarma hikayesinden bir kare ile başladık. Bizden olmayan, biz olmayan birilerinin; sırrına ermeye çalıştığımız İngiliz profesörün tarihinden bir figürün, Elflerin filminin başından bir kare. Elfler bu karede uyanıyor. Tolkien, uyanışlarını ifade ederken Ilúvatar’ın uykusundan uyanıyorlar- diyor. Ilúvatar, tüm Orta Dünya ve içindekilerin yaratıcısı, tek olan ilah idi hikayede. Elfler bir mânâda varlık sahnesine çıkmak suretiyle, adem aleminden çıkarak, Ilúvatar’dan haberdar edilmiş oluyorlar. Bu hadiseyi düşünürken akla şu hadis-i kudsî gelebilir:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.”
.

İnsan grameriyle bakarak anlaşılamayacak bu sırlı ifade, Allah’ı doğru şekilde tenzih ve takdis etmeyi kalbinde başarmış kullar tarafından hissî olarak anlaşılabilir belki.

Elfler Uyanış Suyu’nun yanında, bu nev’iden bir bilişle birlikte uyanırlar. Ve gözlerini açarlar. Gördükleri her şey onlar için bir ilktir. Gördükleri ilk şey olan yıldıza ilk kelimelerini, hayret de içerecek şekilde yakıştırmış oldular.

“El!”
.

Bu kelime İngilizce’de “lo!, behold!, look!” gibi manalara geliyor. Yani “işte karşınızda, bak!” gibi. Bu tecrübe ilk ses ve ilk kelime ile tanışmaları olur. Seslerle konuşanlar manasına gelen Quendi ismi bu tecrübeden ilhamen ortaya çıkar. Quendi kelimesi “kwene” kökünden gelir. “Primitive Quendian Roots” (Quenya Dilinin İlksel [Kelime] Kökleri) konusunun ilk sesidir “kwene”. Kelimelerin kapısıdır kendisi. Giriş anahtarı diyebiliriz. “Primitive Roots” dediğimiz kelimeler The War of The Jewels cildinin Quendi and Eldar bölümünde oldukça karmaşık (ama olabilecek de en nizamî) şekilde anlatılıyor. Aslında birçok kelime mevcut. Ama ilk beş kelime ve ilk kelime üzerinde ayrı olarak durulmuş bulunuyor. Kwene kelime manası olarak “person” yani “kişi” demek. Kwene, Quendi kelimesine senet teşkil ediyor. Quendi, dil ismi olan Quenya’ya senet oluyor.  Kwene, Sindarin lehçesine “BEN” (bizim ben’imiz değil, Tolkien’in seçtiği kelime bu) olarak intikal ediyor. BEN’in manası “angle from inside, corner” yani “iç-açı, köşe” demek. Açı için şunu söylemek mümkün: Açı demek taraf demek. Ben’ce demek. Ban’a göre demek (“benim açımdan bu böyle” der gibi). Özellikle “angle from inside” şeklinde (ki bu yazarımızın kendi notlarından aktarılmış bir açıklamadır) içsel bir açı manası verilmesi BEN’e me-moi-ich-ben manası da vermek demek olur.

Kaynağı salt olarak insandan çıkmış hiçbir fikir mutlaklaştırılamaz. Buradaki mutlaklaştırmayı fikrin insan kaynaklı oluşundaki oranla birlikte söylüyoruz. Yani müstakim insanların ifade ettiği evrensel hakikatleri de mi dahil ediyoruz- düşüncesi bir muhtemel tereddüt olarak okuyucularımızda belirirse diye diyoruz; söz konusu ifadeler hal-i hazırda kaynağı ilahî kelâm olan hakikatler. Dolayısıyla mutlaklaştırılabilir, açı kabul etmeyen, üçgenin, karenin bir köşesi olamayacak, enginliği geometrik bir zemine, onun bir köşesine sığdırılamayacak tek bir kaynak bulunur. İlahî buyruktur bu ve açısal değerlendirilmez. Açı, yan, yön kula ait bir olgu. Mutlakın yanında, Bediüzzaman’ın ene için kullandığı ifadeleriyle “zulmetten mecazi bir hat”, “burası benim mülkümdür, kalanı O’nun mülküdür” dedirten bir alet, “kapı’yı açan anahtar”. Hazret-i Bediüzzaman bu nitelikleri “ene” için kullanır. Mutlak’ı anlamada bir alettir ene. Acaba diyoruz, Elflerdeki kişilik, kişi olma şuuru, kelimeler dünyasında kendini ilk, anlamı da kişi demek olan “kwene” de mi buldu? Bizde “ene”de bulduğu gibi. Kendini bilmekten bahsedince bir hadis-i kudsî daha hatıra geliyor:

“Nefsini bilen Rabbini bilir.”
.

Bir ağacın dalları gibi, konular açıla açıla, ayrıla ayrıla gidiyor. Ene derken bir de nefis dedik. Bunları ileride ayıracağız. Mesaimiz kelimelerle, onların vazifeleriyle. Perdeyi kendimiz için de olmak üzere, kaldırmaya çalışıyoruz. Eşyanın (yani şeylerin) üzerine konan isimler vazifesini yapsın, sonra aradan çekilsin istiyoruz. Aşkı yaşayabilmek için. O yüzden ilk bakıştadır hep aşk. Rabbimi bilebilmem için, hakkında bir bilişin murad edildiği “nefis” zikrediliyor hadis-i kudsîde.

Sahi nefis ne demek?

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply