İç Âlemimde Neler Oluyor? Bölüm – 15

2

Semazen

Birkaç gündür uykularım bölük pörçük. Çoğu evde de bu halin yaşanıldığına eminim. Zorlu bir dönemden geçiyoruz. Sular çok hırçın akıyor. Ve köprü sağlam değil.  

Feryat dolmuş içime; sessizce içiyorum.
Her yaprağın ömrünü dalında biçiyorum.

Sular sarmış her yeri; köprü yıkık, yol uzun.
Taşlara basa basa gülerek geçiyorum.

.İçmesine içersin. Güzel de… Gün gelir, boğulmaya başlarsın. Demek ki, çözüm sessizce içmekte değil. Neyi niçin içtiğinin hikmetini bilmekte. O hikmeti buldun mu? Bunu sor kendine.

Karşımda Âdem, her zamanki gibi bana gülerek bakıyor. Neredeyim? Her şey karışıyor kafamda. Ama evde olmadığım kesin. Bir an kendime geliyorum. Olsun, diyorum… Arkadaşım yanımda ya. Nerede olduğumun önemi yok. Birlikte yaptığımız yolculuğun sonunda ayrılırken dedikleri kulağımda: “Kim bilir daha dökemediğimiz ne sözlerimiz, iç dünyamızda ne doğumlarımız var?” “Hüzünlenme! Bir başka zaman durum gerektiğinde -İnşallah- yine beraber oluruz.” Şimdi karşımdaysa? O zaman içimde dökemediğim sözler mi biriktirdim? Yine yeni bir doğumun eşiğinde miyim? Bir şey diyemiyorum. Sesi her zamanki gibi rahatlatıyor:

.Haklısın. Zorlu bir dönemden geçiyoruz. Ama bıraksaydın, bari ben rahat uyuyabilseydim. Beni de uyutmadın. Doğru düşündün; yeni bir doğum olacak inşallah. Diyemediklerini biriktirmekten vaz geçemedin bir türlü. Dökemesen de akışına bıraksaydın ya… “Vardır bir hikmeti.” sırlı bir anahtardır.  Feraha kapı açar. Tabii önce hikmeti iyi idrak edebilmeli. Hem önce de bakalım. Hikmete nasıl yol alınır? Biliyor musun? 

.Bilsem bu halde olmazdım.

.Önceki yolculuğu unutma! Esasında sen çok şeyleri biliyorsun. Ama dost sinesine başını koymak hoşuna gidiyor. Oysa dostun da olsalar fani sineler bugün var, yarın yok. Sadece Bakî Olan’a daya başını. Hikmete yol alan, nefsini enine boyuna kontrolden geçirir ve her an hizaya çeker. Asla onu dizginlediği yanılgısına düşmez. Uyumadığını sanıyorsun; ama için uykuda. Yoksa bu karamsar hali yaşamazdın. Kendine gel ve önce nefsini bu dünyanın perdelerinden kurtar. Kurtuldukça ortaya çıkan aydınlıkta yine her şeyi karşında görür gibi düşünmeye başlarsın. 

Daha yakında büyük resimden söz etmiyor muydun? Resmin Sahibi’ne tevekkülün ne oldu? Bunları iyi düşün. Sadece aklınla değil. Kalbini de kat. O zaman gerçeği perdeleyen ne varsa tek tek kaybolur. Ardındaki hakikat ortaya çıktıkça uzak olan yakına gelir. Elinle tutmuş gibi ikna olursun.

“Her yaprağın ömrünü dalında biçiyorum.sözü de neyin nesi? Hem yaprağı daha sararmadan dalından neden koparırsın? Bırak da dal yaşasın bunları. Bırak ruhun derdini bilsin, aklın aczini unutmasın. Bırak kalp ne kadar değişken olduğunu anlasın ki, hiç kopmayacağı bir yere sımsıkı tutunsun. Bir göz açıp kapamalık kadar bile bırakmasın.

Bu dünyanın afeti, seli çok olur. Sağlam yapılmamışsa köprü de yıkılır, yol da bozulur. Mesele taşlara basıp geçmek değil. Sen geçtin; ama geçemeyenler ne olacak? Senin gülmen başkalarına geçit vermiyor ki. Köprüyü tamir edebilir miyim diye düşündün mü? Yaşatmayan yaşayamaz. Bahçesinde ağacı olmayan, kuş sesini boşuna bekler. Ancak yanmanın ne olduğunu bilen, yangına su taşımadan vazgeçmez.

Tam o anda göğsümün tam ortası yanmaya başladı. Neden diye düşünmeme kalmadan yanık bir ses yayıldı etrafa. Yayıldıkça her yer ateş rengine dönmeye başladı. Sanki yerden alevler yükseliyordu.

.Duydun mu “ney”i? Burada da onun sesi var. Çünkü ney, yanmanın sesidir. Bak etrafına; sadece sen misin acı çeken? Neyin ateşi dağları, bulutları sararak nasıl yakıyor. Senin ateşin ise sadece düştüğü yeri. İnsan olmak, nice dertlere ney olabilmek değil mi?

.Peki neyin yaktığına kim su taşıyacak? 

.Gökten yağmur, yerden gözyaşların ve duan. Neydi rahmet damlaları? Bunları hep biliyordun Ceylan! Unuttun galiba. Şu an sadece kendini düşünüyor, sadece kendini dinliyorsun. Hiç laf etmeden düş peşime!

Bilmediğim yollardan ilerlemeye başladık. Etrafta çok garip bir hal vardı. Yürüyen bir sürü insan. Ama hiçbiri konuşmuyordu. Sadece ileriye programlanmış gibi adım atıyordu. Hiç kimse kimsenin farkında değildi. Görüntüde çok kalabalık; fakat çıtın dahi çıkmadığı garip bir ortamda Âdem’i takip ediyordum. Ne kadar yürüdük bilemiyorum; dayanamadım:

.Abi! Nerelerden geçiyoruz? Nedir bu insanların hali? Hiçbiri konuşmuyor, sadece yürüyorlar. Anlamıyorum.  

.Neden garibine gitti? Her gün karşılaştığın manzara bu değil mi? Burası gönül beldesi. Burada içten olmayan şeyler ne görülür ne işitilir. Çünkü bu âlemde onlar ölüdürler. Gördüğün insanlar senin her gün beraber yaşadıkların. Çok konuşuyorlar; ama içten değiller. Onun için sesleri yok. Gözleri her an radar gibi çalışıyor; ama hakikate değil sadece kine, hırsa, ileriye kilitlenmişler.

Sıra sıra bahçelerle yan yana uzayan bir yol düşün. Ve yürüyenler ne güzelliğin ne çiçek kokularının farkında. Meltem esiyor, yağmur yağıyor. Kimse ne meltemin okşayışını teninde hissediyor ne yağmur damlalarını işitiyor.

Bir de bulanık akan ırmakla yan yana uzayan başka bir yol düşün: Yürüyenler ne pisliğin ne de etraftaki mezbele kokusunun farkında. Yolda boran oluyor, tipi savuruyor, güneş yakıyor, rüzgâr kasıp kavuruyor. Ne şimşeğin, tipinin sesini duyuyorlar ne de güneşin ateşini, rüzgârın kamçısını tenlerinde hissediyorlar. Sence bu farklı iki yolun yolcuları birbirine benzemiyor mu?

.Benziyor. İkisinde de gözler kör, kulaklar sağır. Burunlar koku almıyor ve deriler nasırlaşmış.

.“Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.”  “Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”1 Kur’an’da bildirilen bir hakikat. Yanlış bilenlerin veya hiç bilmeyenlerin her çağda çok oluşu, görüntüye takılanları hep şaşırtmış. “Çoğunluk böyle diyorsa doğrudur”a saplanmışlar ve çıkamamışlar oradan. 

İşte sen böyle bir ortamda yaşıyorsun. Adeta bir cinnet anaforunda çalkalanıyorsun. Uykularının kaçması normal. Ancak iç âleminde yaptığı yolculuktan yeni dönmüş ve kalbin, hayatın hakikatini görmüş birine bu hal yakışmıyor. Böyle bir anaforda yaşamlar avuçlardan göz göre göre boşluğa kayarken, çağdaşlık denen maskaralık insanlığı kuruturken çoğunluğun durumuna düşme! Baksana, kimse “Ben bu ortamın acaba neresindeyim?” diye kendini sorgulamıyor. “Hayat denilen bu mudur; yoksa benim yaşadığım başka şey mi?” diye düşünmüyor.

.Yok… O kadar da değil. Düşünüyorum elbet. Ancak bilmeme rağmen kalbimin ikna olmadığı bazı sorunlarım var: Mesela sizin şimdi söylediğinizle ilgili. Hayat. Yaşadığım şey, hayat değilse peki nedir? Ve ben gerçek olanı; hayatı nasıl bulacağım?

.Daha önce hep konuştuğumuz konular bunlar. İşte nefsin sinsi tırnakları hiç farkına varmadan zihnini ve kalbini böyle yaralar. Senin hayat dediğin hayat değil, yaşama faaliyetidir. Düğmeye basılır ve sen sana hazırlanmış bir ortamda koşturup durursun. Hayat ise “hayatı verenin nimeti”. “Hay” dedikçe tazelenen bereket. Yaşamın hakikatidir. Hay Olan’ı bulduğunda hayatı da bulursun. Yaşamın hakikati senden hiç ayrılmadı ki… Ara ve bul daha önce diğer hakikatleri kendinde bulduğun gibi. Zaten bulabilmek için geldik buraya. Sana bir soru soracağım: Nedir sence doğum günleri?

.İki noktanın; başlangıç ve bitiş arasında uzanan hattın düğümleridir. Kısadır, renklidir. Neşeli molalarda eğlendirir. Çözülemeyen sorunların ağırlığını bir müddet unutturur. 

.Bir başka doğum günü daha var. Kendini her keşfettikçe doğduğun… Bunun için ne söylersin?

.Bence ona doğum günü değil, uyanış anı demek daha doğru olmaz mı? Bunda da iki nokta var. Beden ve ruhun arasında uzanan hat ve düğümleri… 

.Doğru. Ancak bu ikinci düğümler nurdandır. Verdiğin her molada nurlanırsın. O nura öyle tutulursun ki, nefes nefes yüceldiğin her basamakta dünyayı, tutkularını, egonu unutursun. Onun için bu uyanışın günleri olmaz. Hayatını huzur sardıkça kutluyorsun demektir. Eğlencesi şevktir, pastası berekettir.

.Sinemde tutkunun, benliğin yerine filizlenenler çok güzel; ancak neden büyümeden koparılma riski hep var? Her şeye rağmen temiz kalabilmek mümkün değil mi? 

.Daha önce değişik durumlarda bunları da konuştuk. Yaşadın ve gördün. Hakikatin düşmanı kadar saflığın da düşmanı var. Bir gaflet halinde hemen elinden kaparlar. Ama kaptırmamak için mücadele edenler, temiz kalabilenler hiç de az değil. Buraya da onları görmek için geldik.

.İnşallah… Yüzlerdeki, sözlerdeki, hallerdeki saflığı herhalde ufku seyreder gibi bıkmadan seyredebilirim.

Bunları söylerken gayri ihtiyari ufka baktım ve bir gariplik hissettim. O anda “Bakmak uzaklara dokunmak” sözü geliverdi aklıma2. Çünkü baktığım yer bana doğru yaklaşıyordu. Yanlış mı görüyordum? Bir başka yere daha baktım. Hayret o da yaklaşmaya başladı. Bu sefer çok uzaklara baktım. Bulutlar beyaz renkli taylar gibi koşuyordu bana doğru. Bu bakmak bakmak değil, başka bir şeydi.

.Şu an olanları içine iyice sindir. Doğru düşündün. Bu hal bakmak değil, başka bir şey. Burada gözle değil, gönülle bakılır. Bakmaktan öte inanmaktır. İnanmak ise dokunmadan gaybe dalmak değil midir? Ne varsa tereddüt etmeden içine almak değil midir?

Yine gariplikler… Sırlar sofrasının kurulduğu sahilde Muhterem’in neyi üflediğindeki haller vardı üzerimde. Nerden geldiğini anlamadığım bir ney sesiyle rüzgâr farklı esmeye başladı. Estikçe derinden kudüm sesleri geliyor, topraktan sayısız dal uzuyordu. Her daldan çıkan farklı renkte, şekilde sayısız yaprak, çiçek, el ele vererek yan yana geldiler ve alabildiğine büyük bir daire oluşturdular. 

Her yaprağın, çiçeğin kendine özgü kokusuna kapılan farklı böcek, kuş, kelebek de aynı dairenin dışında ikinci bir daire oluşturdu. 

Az sonra birbirinden farklı binlerce varlık, her yerden çıkarak yan yana geldiler. Tilkinin kurnazlığı, tavşan ürkekliğine bağlandı. Kurdun hırsı ceylanın masumiyetine verdi elini. Aslanın pençesi koyunun ayağını tuttu. Zebra yılana eğildi; derken bir üçüncü daire çıktı ortaya. Aklımın almadığı bu tabloya nasıl bakmış olacağım ki, yine Âdem uyardı:

.Manaya odaklanamazsan surete takılacaksın. Bu da hakikati yaşamana engel olacak. Şunu aklından çıkarma: Neyzen eğer inanırsa, neyiyle uzaklara dokunabilir. Her üfleyişi zamanın ve mekânın ardındaki sırrı çözer. Şimdi de sen de inanarak gönlünü dile getir. Bu sefer senin için çözülsün sır. 

Neyzen neden üfler? Kudümde nasıl bir ruhun sesi vardır? Bunlara sakın takılma! Sadece nasiplendiğin hali yaşa. Dal kendine ve çıkar neyin varsa hazinenden. Çıkardığını kaldır ellerinle. Tut güneşe, aya, yıldızlara. O zaman sema edecek her zerren, bu alış-verişte. 

Neyin sesi durmadan bir yere dokunuyor ve her üflemede uzak olan yaklaşıyordu. Adeta kalbin susuzluğuna karşı gaybın pınarları coşmuş, akıyordu. Esen, rüzgâr mıydı; yoksa gaybden gelenler mi? İç içe oluşan üç dairenin tam ortasından öyle heybetli bir dağ yükselmeye başladı ki, yanımda Âdem olmasa korkudan ne yapacağımı şaşırırdım. Ancak dağ, dağ gibi değil, sanki bir derviş gibiydi. 

Ney üflendikçe, kudümler çaldıkça dağın silüeti değişti. O heyula kütle önce titremeye sonra parçalara bölünmeye başladı. Parçalar ayrıla ayrıla küçüldü, küçüldü, alçaldı. Her biri nurdan birer semazene dönüştü.

.Hiç şaşırma ceylan! Yaşanan her manevî hal bir hakikati anlatmak için vardır. An eğer o ansa ve zaman da hakikati yakaladıysa suretten nice güzellikler çıkar. O güzellikler el ele verdikçe benlikler erir, dağ gibi kibirler semazenlere dönüşür. Kısacası suret âleminden hakikat âlemine geçirirler seni. Bu; yeniden doğuşun, imanı yeniden tazelemenin, canın kemâline ilerleyişinin resmidir. Bunu sen de böyle bilmez misin?

Âdem’in dediği gibi an, o andı. Zaman, hakikati yakalamıştı. Suretten çıkan güzellikleri layıkıyla seyredebilmek için kendimi toparladım.

Her semazen sırtındaki siyah hırkayı çıkardıkça doruklar da karanlıktan sıyrılıyordu. Yani semazenle varlığın arasında sıkı bir irtibat vardı. Semazenin yaptıkları varlığı etkiliyordu. Hırkalar çıkarıldı, etraf aydınlandı. Zaman yeniden doğdu, mekân yeniden ışığa kavuştu. 

.Dikkatle bak ceylan! Beyaz tennurenin eteklerini izle. Ne güzel dalgalanıyor. Bu hareket canın kemâline doğru ilerlemesine sebep olacak. Bu demektir ki, nefis tutkularından, kirlerinden kurtuluşa dönmüş. Biraz sonra çapraz bağlanmış kollar açılacak. Bu da demektir ki, Tek Olan’a iman bütün kâinatı nuruyla sarmaya başlamış. Sağ el göğe dönecek ve gökten yağanlarla dolacak. Sonra sol el yere dönecek. Dolanlar yerdekilere serpilecek. Aynı rahmet damlaları gibi. 

Semazeni izle! Önce rahmeti alan ve sonra toprağa veren yağmura benzemiyor mu? Yağmurda hiç kir olabilir mi? Onun için gönlün huzuru için çırpınıp duranlar, hayatın hikmetine nur takanlar, gerçek sevgiyi bulup muhabbet dağıtanlar, hakikate koşanlar ve hakikati bulur bulmaz canlarından nice güzelliği dağıtanlar aynı yağmur gibidirler. 

Biraz evvel “Yüzlerdeki, sözlerdeki, hallerdeki saflığı herhalde ufku seyreder gibi bıkmadan seyredebilirim.” diyordun. Saflığı mı görmek istiyorsun? Bak onlara. Bak bu dönen eteklere, döndükçe açılan kollara, bak döndükçe saydamlaşan hallerine. İçine sindir, neyzen gibi üfle içine. O zaman ulaşamadığın yerlerin sana gelebilir. 

Dediğini yapmaya çalıştım. Baktıkça içim çalkalanıyordu. Bir an oldu; aynı dağ gibi parçalara bölünmek ve her parçamla onlarla birlikte dönmek istedim. 

.Çekinme Âdem! Birini seç ve konuş onunla. Merak etme! Dönmeye devam etse de seni gönlüyle duyacak ve gönlüyle cevap verecektir. Haydi:

Bir eli gök, bir eli yer; aşkı biçip devşirenler.
Öyle dalıp özünüze ne buldunuz ey erenler!

Sizle birlik dönebilsem, cezbedeki zerre gibi
Kerem edip el tutsanız, ben de alsam nasibimi.

Dilimden bunlar dökülünce içlerinden birinin gözlerini üzerimde hissettim. Oysa hepsi kendinden geçmiş, gözleri kapalı; dönüyordu. Baştan başa vücudum ürperdi. İçimse gittikçe ısınıyordu. Çok tuhaf bir haldi yaşadığım. Demek gönülden gönle kapı açılınca böyle oluyordu. Kapı açılınca esen yel ürpertiyor; ama ruha işleyen, ısıtıyordu. Ne kadar isterdim onlardan biri olmayı… Onlarla birlikte göğün cezbesiyle çekilip bilmediğim âlemlerde dolaşmayı ve o âlemlerin bağlarından ilahî duygulara dair ne varsa toplamayı… Bunun için bir değil, yüz değil, binlerce, milyonlarca dönmeyi… Yalnız nasıl oluyor da hiçbirinin başı dönmüyordu?

.Sen bunları düşünme şimdi! Ben sonra izah ederim. Sen hali yaşamaya bak. 

Gözlerimi onlar gibi yarı yarıya kapadım, boynumu onlar gibi sağa eğdim ve içimden gelenleri dile dökmeye başladım:

Nedir sizi mest eden şey, dönüp dönüp yorulmaya.
Kudüm çölde neyi bulmuş; Leyla, Leyla çağıldaya.

Her feryadı birer kanat bülbül olup uçar gider.
Çöl rüzgârı bağrı yaktı. Nerde bağcı, bağ, bahçeler?

Allah’ım! Ne oluyordu bana? Dilimden dökülen sözler de sema ediyordu. Kudüm bu sefer daha da coştu. 

.İçimizde kayalar ufalandıkça parçalarını çöle savurur rüzgâr. Kumda nefsin ömrü azdır. Bir esintiyle bıraktığı izler, silinip gider. 

Gözlerini üzerimde hissettiğim semazen miydi konuşan? Âdem yoktu yanımda. Başka kim olabilirdi? 

-.Çölün sinesi Leyla kokar. Önce ney duyar kokusunu, sonra kudüm. Çölde koku anlamdır. Şimdi anlamı buldukları için böyle coşuyor ney ve kudüm. Sen suretinden sıyrıldıkça, arzuların çöle karıştıkça her şey karşında anlamına kavuşacak. Çöl rüzgârı önce yakar, sonra aratır. Çöl önce ürkütür, sonra düşündürür. Anlam; derinlere dokunmanın, orada doğmanın adı. Unutma sakın, Mecnun’un “Leyla… Leyla…” feryadını! 

Bu konuşmadan sonra sema eden sözlerime düşüncelerim, duygularım da katıldı. İradem alınmış; sadece dönüyordum. Ve semazenle gönül diliyle sohbete başladık:

.Muradı gül olan, bağa girmeli. Kimse bağın, bahçenin değerini çölde yaşayandan daha iyi bilemez. Onun için:

İçine gir gönüllerin; orda hem bağ hem bahçe var.
Bağcı serpmiş rahmetini dal uzamış göğe kadar.

– Doğru söylüyorsun semazen. Bağın, bahçenin değerini en iyi bilen, çöl yolcusudur. Bunun gibi gönlün kıymetini de anlamsızlıkta kuruyan bilir. Sen bir elinle göklerden güneşi aldın, bir elinle yerden yeşili. Isıttın avuçlarında, birleştirdin, çoğalttın. Yeri göklere bağlayan, aydınlıktır; huzur dağıtır. Bağlamayan ise karanlıktır; kasvet verir. Göğü yere bağlayan şefkatli, merhametlidir; bereket dağıtır. Bağlamayan ise çoraktır. Ne şefkat bilir ne rahmet.

Bulut çözse saçlarını, ben ardını görür müyüm?
Nasıl geçti onca sene; ben bu çölün körü müyüm?

Bugüne kadar yaşadıklarım bir anda geçmeye başladı gözlerimin önünden. Gönlün susuzluğu sadece bilgiyle, düşünceyle giderilmiyordu. Çölün hikmetini gören, suyu buluyordu. Göremeyen ise susuzluktan kuruyordu. 

.Ama bir de muradını bulursa…. Her yer çölmüş ne gam!  Sözler, kelimeler, harfler… Günler, saatler, nefesler… Bırak, dönsün bizimle. Döne döne erisinler. Geriye ne benlik kalacak ne dünya. Bu dairede dönenler gibi sen de kendi dairende zamanla bir nokta olacaksın ve hayatına oradan bakacaksın.                           

Semazen bunları der demez duygularım billurlaşmaya başladı. Her biri şeffaflaştı, ışıldadı. İçimde adeta binlerce nefes dönüyor, ruhum bedenime sığmıyordu. Ayaklar benim değildi. Kollarım çoktan göklere konuk. Zaman uçuyor, mekân küçülüyordu. Her şeyin gibi bunun da bir hikmeti, anlamı olmalıydı diye düşündüm.

İlim nokta dilin çember; neyi gezdin bunca zaman?
Çemberinde döne döne “yâr” gözünde nokta olsan.

Yâr öyle bir ummandır ki, sığamazken yere göğe
Seven kalbe sığıverir çare budur körlüğüne.

Bu sözlerle baştan ayağa titredim. Ah, semazen! O zaman anladım ki, Mevlâ’sına adanmışlıktı gönle düşen? Gönlün sınırı olur muydu? Gel kendine gafil! dedim. Gönlün yâri Mevlâ. Mevlâ’nın sığdığı gönül. Yazı yazılmış, nokta konulmuş. Doğru oku, doğru yorumla. Ağla! Mevlâ’n için, ağla… Ağladıkça aydınlansın idrakin. Kızgınlıklarını, küskünlüklerini unut! O’nun yolunda erisin benliğin.    

Benliğinde ölmelisin o “güzel”in hasretinden;
Kan tutuşsun damarında, yansın aşkın alevinden.

Akıl uzatsın elini, ruh çevirsin bedeninde.
Ruh dönmezse akıl neyler? Sema sırrı, yüreğinde.

Bunlar, semazenin son sözleri oldu. Bir anda ney, kudüm sustu. Geriye sarılan film şeridi gibi her şey geriye sarılmaya başladı. Tennureler durdu. Siyah hırkalar giyildi, semazenler kayboldu. Parçalar bir araya geldi ve dağ heybetiyle yükseldi. İç içe üç daire küçüldükçe küçüldü. Tilki tavşandan uzaklaştı. Kurdun hırsı ceylanın masumiyetinden çekti kendini. Ne dağ kaldı ne rüzgâr. Eller birbirinden ayrıldı. Çiçek dala, dal toprağa döndü.

Bir baktım karşımda Âdem; bana bir şeyler anlatıyor:

.Emaneti aldın mı ceylan?

Hangi emaneti dememe kalmadan Âdem şaşkınlığımı anlayarak devam etti:

.En son ne dedi semazen sana?

.Ruh dönmezse akıl neyler? Sema sırrı, yüreğinde.

.Evet, Ceylan. Verilen emanet, “yüreğindeki sema sırrı”. Şimdi düşün bakalım, düşünebildiğin kadar.

***


1. Yûsuf / 68, Nahl / 38,  Yunus / 55, Lokman / 25
2. Hilmi Yavuz
Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Kamil Türk on

    “Dünya değişti. Bunu suda hissediyorum. Toprakta hissediyorum. Havada kokusunu alıyorum. Bir zamanlar varolan kayboldu. Hatırlayanların hiçbiri artık yaşamıyor.”
    Tıpkı bu replikteki gibi bir değişim var ama çoğunluk bunu maddesel olarak algılıyor.Değişimi hissediyorum ama adını koyamıyorum bu da beni oradan oraya sürüklüyor ve içten içe ızdırap veriyor.Böyle zamanlarda yazılarınız çok iyi geliyor.Tam tıkandığımız an bir nefes oluyor bizlere.

    Uyku düzenleri,insanların psikolojik değişimleri,küresel kaos,bireysel kaos ve bunların ortasında ne yapacağını bilmeyen bir insanlık gerçekten zor günler.Ya da sadece bize öyle geliyor.
    Bu sancılı günlerden en az zararla nasıl çıkarız sorusuna cevap bulmaya çalışıyorum ama ikna edici birşey çıkmıyor ortaya.
    Tekrar yüreğinize sağlık yazılarınız tefekkürleriniz umut oluyor bizlere.

    • Sayın Kamil Türk
      Evet. Dünya değişti. Ama dünyanın düzeni bu. Şeytanla meleğin ortasındayız hep. Efendimiz (sav)’in yaşadığı dönemi düşünün. O’na yapılanları, söylenenleri ve diğer peygamberleri. Kur’an’da onların başından geçenler, bizim de yaşayacaklarımızın bir haritası değil mi? Efendimiz (sav) etrafındaki olumsuzluklardan sık sık uzaklaşır, evinden çıkar ve Mekke’den uzaklaşırdı. Sessizliği, sükûneti arardı. Sebep; çirkinlikten uzaklaşma, Rabbiyle baş başa kalma, tefekkür edilecek zemin.

      Şu anda sizin hissettiklerinizi çoğu insan yaşıyor. Ben de yaşıyorum. Bu ortamın sihirli bir değnekle hemen değişmeyeceğini biliyorum. Ama elbet değişecek. Değişecekse de sizin gibi doğru, dürüst insanlarla değişecek. O zaman güzel günler için ayakta kalmamız lazım. Nasıl olacak bu? Bu ortamın içinde kendimize ait bir ortam oluşturarak. Bu toprağın bir köşesine, küçük saksılara ümitlerimizi, iyi niyetlerimizi, insanlığımızı ekerek, dikerek.

      Beş ay önce “Sokak” diye bir yazı dizisine başladım. O sokakta yaşayan, hayal gibi görünen çok karakter var. Bu kadarı da fazla dedirten mekânlar, ilişkiler var. Ama benim çocukluğumda böyle kibar, iyi, hassas insanlar yaşıyordu. Böyle nezih, âsude köşeler vardı. Belki de size nazaran benim şansım bu. Sokak, yüreğimde beslediğim tohumları koruduğum yer. Günü gelince o tohumlar bu güzel topraklara ekilecek. Günü gelince saksılarında yetişenler dikilecek.

      Rabbimin Kur’an’da buyurduğu bir hakikat, şartların hep değişecek olması.

      “O günler (öyle günlerdir ki) biz onları insanlar arasında (gâh lehlerine, gâh aleyhlerine olmak üzere elden ele ve nöbetleşe nöbetleşe) döndürür dururuz.” Âl-i İmran / 140

      Bu insanlar yine olacak. Bu mekânlar tekrar olacak. Çünkü açız. Açlık arayışa sebeptir, arayış da bulmaya sebep. Bu insanlar mantar gibi bitmeyecek. Sizler olacaksınız. Çünkü hakka, doğruya, güzele açlık hissedende bu kabiliyet vardır.

      O sokakta olumsuzluklardan, çevremde gördüğüm, işittiğim çirkinliklerden uzaklaşıyorum. O sokakta ben inzivaya çekiliyorum. O sokağı hep Rabbimin huzurunda adımlıyorum. Ve aklımla, kalbimle ayakta kalmaya gayret ediyorum. Ben bunu yazı yazmada buldum, siz başka bir şeyde bulabilirsiniz. O işi yaparken her şeyden uzaklaşıp sadece Mevlâ’nızla olabilirsiniz. Hazine, insanın kendi içinde. Yaradılışta hazinesi olmayan insan yok. Mesele farkındalık. Sevgilerimle…
      Elif Kaya

Leave A Reply