Huy Soyluluğu Güzelliktir ve Ruhun Heybetidir

1

Nerede olursa olsun alıyorum, insan gibi insan olmanın kokusunu. Gül kokusunu aldığım gibi. Ruhlar da aynı bahçeye benziyor. İçinde dolaştıkça içine çekiyorsun zerrelerini. Renklerini gözlerine çekiyorsun. Kokusuyla baş döndürmek, çiçeğin fıtratıdır. Derinliğiyle derya olmak, özgürlüğüyle gök olmak ve cevheriyle toprak olmak da ruhun fıtratı. Hele imanla boyanmışsa, o deryada sular başka renkte vurur sahile. O gökte güneş farklı ışır, ay ve yıldızlar farklı yansır geceye. O toprağın her zerresi binlerce doğuma gebedir. Onun için bahçe, bahçıvanın ayak sesini; ruh, Sahibini hasretle gözler. Sahibine hasrettir, imanın tadı. O hasret, ruha neler neler söyletir… Neler yazdırır kaleme… Kalem elif gibi. Topraktan doğan her şey, göklere tek istikamette ulaşır.

İnsanları yetiştikleri iklimlere göre ötekileştirmek ne kadar yanlışmış. Çiçeği, böceği bahçelerine göre ayırmak ve dışlamak gibi bir şey. Oysa toprak, topraktır; su, aynı sudur; güneş, tek. Yoksa birkaç tane Yaradan’ı mı var varlığın? Yaratılış hakikatine, kainatın nizamına ne kadar tersmiş düşünülen. Gözlerin rengi, yüzlerin biçimi ve diller birbirine benzemese de yaradılışların aynı olduğundan habersiz, tek boyutlu zihniyetler… Bir başkasını değerlendirirken sergilediğimiz sığlıkların Mevlâ’ya karşı ne denli edepsizliğe, ruhlarda nasıl tahribatlara sebep olduğunu bilmeden.

Oysa duygular farklı da olsa, kalbin yaradılış gayesi, aynıdır. Çünkü onun yaşam formülü “tek el”den yazılmıştır. Bir sanatçı “Ben bunu, bunun için yaptım.” diyorsa, o nesnenin yaşam formülü “bunun için”dedir. Ve o nesneyi “bunun için”in dışında kullanan, kaybeder. Sivri ucu var diye kağıda bıçakla resim çizilmez; kağıt yırtılır. Tüpten sıkılıyor diye her malzemeyle diş fırçalanmaz; diş zarar görür.

İnsanın yaşam formülünü, Yaradan vermiş. “Beni tanısınlar ve bana itaat etsinler, benim muradımı anlasınlar ve ona göre yaşamlarını sürdürsünler diye yarattım.” demiş. Ve bu formülün ne sınırı var ne milliyeti…

Yol basittir; insandır karmaşık olan. İnsan ruhun bu karmaşıklığıyla ya da ruhun katlandığı veya meydana getirdiği güçlüklerle üç şekilde savaşmalıdır.

İlkin akıl yoluyla: İnsan Allah’ın mutlaklığının işleyişinde eşyanın izafiliğininve bu surette hiçliğinin- farkına varır.

İkinci olarak irade yoluyla; insan Allah’ı anmayıdolayısıyla Hakikat bilincini- dünya ya da nefsin yerine koyar veya dünya ya da nefsin belirli bir güçlüğünün yerine koyar.

Üçüncü olarak erdem yoluyla; kişi nefsin dünya gibi zahiri oluşuyla bağlantılı olarak nefs ve sefilliklerinden kendi Merkezine çekilerek kurtulur.

Bunlar üç mükemmellik ya da üç kaidedir. Akıl mükemmelliği, irade mükemmelliği, ruh mükemmelliği.

Frithjof Schuon / Yansımalar / s.63

Her insan aklıyla, iradesiyle, duyguları ve değerleriyle hayat yolculuğuna çıkar. Bu gerçek her ülkede, kültürde de aynıdır. Çocukluğumda, ergenliğimde başka milletten, başka inançtan olanlara farklı bakardım; çünkü büyüklerin belki de farkında olmadan aşıladıkları acımasız bir ötekileştirmeden etkileniyordum. İzlenilen filmler, çoğu kitaplar “dünyada gerçek insan, sensin ve senden olanlar” diyordu. Ancak büyüdükçe, düşünmeyi öğrendikçe beynimde sorular çoğalmaya başladı: Ben Emine’den, Suphi’den doğduğum için mi üstündüm? Başka ülkelerde doğanların ne suçu vardı? Yaradan “Tek” ise her çocuğun iç âlemini neden aynı masumiyette değerlendiremiyorduk? Her büyük bir zamanlar çocuk olduğuna göre onlar da çocukluktaki masumiyeti içlerinde az da olsa taşımıyorlar mıydı? O masumiyet sedefinin içinde parlayan aynı Yaradan’ın nuru değil miydi?

Bazı hakikatlerde daha açık seçik bazılarında daha örtülü; yahut muğlak olsa da yaratılmış ve gerçek olanın ardında fark olmaksızın Tanrı vardır. Buradaki yükümlülüğümüz, ne durumda olursak olalım, istikametimizi bu hakikatin üstünde kurmaktır. Hakikat zahiren gözükmüyorsa eğer Tanrı fikrini bulamayız. Lakin hakikat zahirî bir hal aldığında, esasında biz parıldayan bir ışığın heyecanına kapılmış, aslında Tanrı’ya layıkıyla aşık olamamış demektir. Göremediğimiz, Tanrı’nın hakikatinin ruhumuzda terennüm etmediği şartlar altında kendilik çemberinden çıkmamız gerektiğidir. Ki bu çıkış da Tanrı’ya layıkıyla aşık olmaktır.

Bu yüzden bakışımız ara vermeden Tanrı’ya çevrilmeli. Aksi halde sahih istikameti bulmak, ışığın kendisiyle aramıza donuk bir cismin girmesi gibi zor olacaktır. 

Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.15

Büyüdükçe, ufkumu açan kitaplarla, insanlara, yaşama farklı bakmaya başladım. Yaradan

Âdem peygambere varlığın şiirini okumayı öğretmiş. İlk insanın ruhunu İlahî isimlerinin rengiyle boyamış. Ne müthiş hakikatler… Öyleyse Hz. Âdem’e verilen bu cevher her insanda varsa, çevremde sergilenen yanlışlıklar ya körlükten okuyamamanın ya okuma bilmemenin ya da yanlış okumanın sonuçlarıydı.

Zamanla şunu anladım: Ahlakın memleketi, erdemin iklimi, insanlığın vatanı, imanın ırkı olmazmış. Memleketim dediğim; Mevlâ’mın ve O’nun “sev” dediklerinin yaşadığı yermiş. Gerçek erdem; Rabbime sorumluluğum, yaşarken sergilediğim insanlığım ve tüm yaradılışa saygımmış. İman ise doğruya, iyiye, güzel olana sarılışım. Şuurum, hakikati görebilen gözlerimmiş; sezgim ise; varlığın ritmini duyabilen kulaklarım. 

Ahlak ağacım ancak bunlarla beslenerek yeşerebilecekti. Seneler geçtikçe ağacın dalları serpildikçe, gölgesinde bir başka huzur bulmaya başladım. Anladım ki toprağın ve ağacın sağlığı, ahlakî değerlerde kendini gösteriyordu. Ahlakî zafiyet ise topraktaki zehirden, ağaçtaki kurttan haber veriyordu. 

Yirminci yüzyıl, böyle zehirli bir toprak. Ürünlerini 21. yüzyıla da taşımış. Dallar cılız, gövde boş, meyveler çürük. Kavrulan ruhumuz gölgelere, aç kalbimiz sağlıklı ürünlere muhtaç. Açlığı gidermek, ruhu dinlendirmek her insan gibi fıtrî ihtiyacımız. Fıtrat hakikat arayışına meyyal. Böyle yaratılmış. Onun için çağın insanı da kendine göre hakikati arıyor. Ancak aradığı yer yanlış. Hem kendi dünyası, hem ortam demirden bir kafesken nasıl bulacak? Yanılıyor; ama farkında değil.

Demir Kafes Max Weber’in (1)bir tanımı. Bütün manevî değerlerin dışlandığı bir dünya, oluşan boşluklar ve boşlukları dolduran hırslar, hazlar, tutkular… Hakikati bulmak biryana, insan, insanlığının yavaş yavaş eridiğinden bile habersiz. İnsanlığın olmadığı yerde ise ne sağlam iradeden ne de özgürlüğün varlığından söz edilebilir. Yani Yaradan’ın özene bezene şekillendirdiği, özgür kıldığı insanoğlu kendini bir demir kafese hapsetmiştir. Modern yaşamın ürünü olan ve günümüze kadar süregelen anlamsızlık ve yalnızlık da bir nevi demir kafes değil midir? En acı olan da bu.

Yine Max Weber’in ifadesiyle demir kafese benzeyen bu dünyayı ruhu olmayan uzmanlar ve kalbini unutan hazcılar sarmış. Oysa bir şeyin uzmanı(2)o şeye ruhunu katan sanatkâr demektir. Ruhunu katan her sanatkâr, yaptığı şey vasıtasıyla başka bir ruhu zenginleştirir; içindeki özgürlüğü, derinliği başka ruhlara taşır. Bir şeyin ustası, yaptığı şeyle kalbini yoğuran demektir. Yoğurduğuna hislerini katan her sanatkâr, emeğinden başka kalplere sevgisini, hayallerini akıtır. Bir şeyin uzmanı aklıyla aydın, bilgisiyle alim olan demektir. Elindeki emeğini başkalarına şifa, iyilik olsun diye tasarlayan hayır sahibidir. Ve böylelikle ruhtan ruha, kalpten kalbe ve akıldan akla kurulan köprüler insanlığı önce “anlam”a, sonra sezgiye ve sonra güzelliğe, barışa götürür.

Exupéry gibi niceleri bu kafesten kurtulmak için içsel yolculuğa çıkmışlar. Yolda yaşadıklarını, gördüklerini insanlarla paylaşmışlar. Toplumu uyarmak, uyandırmak onların hedefleri olmuş. Bundan dolayı sayıları az da olsa erdem sahibi her sanatçı, sorumluluk sahibi her düşünür, modern yaşamın ve kapitalist kültürün insanın başına sardığı bu beladan kurtulmayı ve kurtarmayı bir dava olarak görmüş ve ahlakın özüne kavuşacağı günler için sözle, yazıyla, çizgiyle, notayla yollara düşmüş: 

 Geleceğin şairleri! geleceğin söylevcileri, şarkıcıları,
          çalgıcıları!

Bugün doğrulayamaz beni, ne istediğimi, neden yana
         olduğumu bilemez, anlatamaz bugün,

Ama siz, yeni bir döl, katışıksız, atletik, bu toprağın
         yetiştirdiği çocuklar, gelmiş geçmiş döllerin en büyüğü,

Kalkın! çünkü siz doğrulayacaksınız beni.

Ben gelecek için yalnızca bir iki aydınlatıcı sözcük söylerim,

Karanlıkta bir an ileri atılıp yolu gösterir, gene geri çekilirim.

Ben, yavaş yavaş, salına salına yürüyen, ama hiç durmayan bir
          insanım, arada bir size kaçamak bir göz atar,
          sonra hemen başımı çeviririm,

İnandırmayı, anlatmayı size bırakıyorum,

En önemli şeyleri sizden bekliyorum. 

Walt Whitman / Çimen Yaprakları / Geleceğin Şairleri / s.31

Sadece para getirsin diye yazılanlar… Şöhret olmak için söylenenler… Gizlenmiş egoların sinsi merhamet, sevgi oyunları… Midem bulanıyor. Bulandıkça sınırları; hatta zamanı aşarak tüm dünyada, tüm çağlarda sadece insanlığı dile getirenleri okumak ve satırlardan onları dinlemek istiyorum.

Huy soyluluğu güzelliktir ve ruhun heybetidir; bu nedenle de erdemdir. Erdem sahibi olmazdan evvel erdem hissine ya da ahlakî güzellik sevgisine sahip olmak gerektir; o sevgi samimi olduğu derecede etkilidir.
….
Büyüklük hissi, ahlaki büyüklük; ama tam olarak büyüklüğümüz, küçüklüğümüzün farkında oluşumuza bağlıdır; Nesnelliğin ve dolayısıyla Hakikatin dışında hiçbir ahlakî büyüklük yoktur. Eşyayı oldukları gibi görme hassasiyetinde olan kişi büyüktür ve tüm büyüklükler Allah’a aittir.

Frithjof  Schuon / Yansımalar / s.53-54

Vicdan yordamında uzanan el, yanlışa el süremez. Varlığın tevazuundan beslenen kalp, hor göremez. Damla damlaya dosttur, dal yaprağa kardeş. Güneşin bunca dolanması karanlıktan doğacak yeni bir gün içindir. Uzaklardan gelen dalga sahile hasret. Gümüşî bir ibrişimden iner ay ışığı, belki bir sevdayı uyandırabilirim diye. Kuşa tuzak olan darı mı, göklere kanatlandıran rüzgar mı? Hangisi hayırlıdır?   

Gören için, görmeyi bilen içindir her şey. Şairin dilinden dökülenler sadece hisseden, sevmeyi bilenler için. Varlığın sınırı yok. İnsanlığın coğrafyası olmamalı. Hangi coğrafyada bulursam insanlığı, bundan böyle sımsıkı tutacağıma söz verdim kendime. Bunlardan biri çok uzaklardan seslense de öylesine işliyor içimize. Kendi dilince, kendi örfünce; ama insanca düşlere götürüyor:

Dağlar gibi hastalığın, üzüntünün üzerinde,
Yakalanmamış bir kuş sürekli uçuyor, uçuyor,
Yukarda, daha temiz, daha mutlu bir havada.

Kötülüğün en karanlık bulutundan,
Parlak bir ışık çizgisi fışkırıyor hep,
Modaların, alışkanlıkların uyumsuzluğuna,
Çılgın gürültüsüne Babil’in, sağır edici eğlencelere,
Sessizlikleri bile yatıştıran bir şarkı geliyor, ancak duyuluyor,
Uzak bir kıyıdan son koronun sesleri yükseliyor.

Ey kutsal gözler, mutlu yürekler,
Gören, bu güçlü kargaşa boyunca yol gösteren ipliği bilen,
Böylesine iyi bilen.
….
Bana ver, ey Tanrı, bu düşüncenin anlatılmasını,
Senin bütünlüğüne karşı o sönmez inancı bana ver,
Sevdiğim birine ver,
Başka ne esirgersen esirge bizden,
Zaman ve mekanda gizlenen, seni yaratma inancını,
Evrensel olan sağlığı, barışı, bağışlamayı esirgeme.
Bu bir düş mü?
Hayır, asıl bunun eksikliği bir düş,
Ve bunun ötesinde yaşamın bilgisi, zenginliği bir düş,
Ve bütün dünya bir düş.

Walt Whitman / Çimen Yaprakları / s.91-93

Bir başkası: Simone Weil… Hayatını okudukça, savaş ortamında neleri gerçekleştirdiğini düşündükçe rahat döşeğim batıyor ruhuma. Henüz 34 yaşındayken kalp yetmezliğinden ölen bu gencecik insanın hakikati, doğruyu, Yaradan’ı arayışındaki adımlarının sesini duyabilmek için sınırlarımı aşmam gerekiyor.  

Bizden her daim katlanamayacağımız kadar yukarıda olan Tanrı’yı nasıl ararız? Dikey bir yürüyüş gerçekleştiremeyiz. Gerçekleştirsek bile, aradığımız kendi refahımızdır. Tanrı değil. Kendi refahını arayanın önüne çıkan hakikat değil yanılsamadır. Sokakta annesini kaybeden bir çocuk, koşarak annesini arar ve bu heyecan onun annesini bulmasını zorlaştırır. Ağlamak ve koşmak yerine, sadece dursa, annesini bulması daha kolay olacaktır. Yani sadece beklemek ve hatırlamak lazımdır. Orada olduğunu bilmediğimiz birini anmak gibi bir anmak değil kastettiğim. Açken ağlarız ve ekmeğe erişmek isteriz. İster uzun ister kısa olsun, açlıktan dolayı çektiğimiz acı dindirilecek ve doyacağız. Doyduğumuz anda da ekmeğin var olduğuna inanmış olacağız. Karnımız doymadıkça, ekmeğe inanıyor olmamız beyhude ve faydasız. Burada esas olan, aç olduğumuzu bilmektir. Bu bir inanç değil, en şiddetli yalanların bile örtemeyeceği bilgidir.

Doymak, bizim yalnızca iyiliğe olan imanımızı arttırmaz, kendi çabalarımızla asla üstesinden gelemeyeceğimiz şekilde kötülüğü de bertaraf eder. İçimizdeki kötülük, yalnızca her daim saf olana dönük bakışlarımızla defedilir.

Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.20

Saint-Exupéry… Bir Fransız vatandaşı. İnancı başka, dili başka. Ama yazdıkları bunca gönlün tellerini nasıl bu kadar titretebiliyor? Küçük Prens’teki saflık, güzellik hangi hislerin açılımı? İnsanların Dünyası’ndaki dostluklar hangi yüreğin birikimi? Güney Postası’nda Jacques Bernis’in aradığı define hangi şuurun feryadı? Taşlarla değil, hikmetle yeniden örülen Kale ise nasıl bir bilgeliğin kelimelere dökülüşü? Her ülkenin sayfasında insanlık onurunun şiirini yazan daha niceleri… Aynı güneş gibi, ışıkları dünyanın her yerini ısıtıyor, aydınlatıyor. 

Ve mimarları çağırdım ve onlara şöyle dedim: Geleceğin toplumu size bağlı, tinsel anlamına değil, göstereceği ve ifadesini oluşturacak yüze bağlı. Ve ben de sizin gibi düşünüyorum. Söz konusu olan, insanları mutlu etmektir. İnsanların kentin sağladığı rahatlıklardan yararlanmaları ve boş ve karmaşık şeylerle, yararsız harcamalarla çabalarını boşa harcamamaları gerekir. Ama ben acil olanın önemini konusunda her zaman dikkatli olmayı öğrendim. Çünkü insanın karnını doyurması elbette ki önceliklidir; çünkü insan beslenmezse katiyen insan olamaz ve kendisine artık soru soramaz. Ama aşk ve yaşamın anlamı ve Tanrı sevgisi daha önemlidir. Ve ben sürekli şişmanlayan bir türle kesinlikle ilgilenmiyorum. Benim derdim insanın mutlu, zengin ve güven içinde olup olmadığını bilmek değil. Ben öncelikle kendime hangi insanın mutlu, zengin ve güven içinde olacağı sorusunu soruyorum. Çünkü ben güven duygusunun şişmanlattığı tüccarlara, kaçan ve rüzgarın peşine takılan göçebeyi tercih ederim; çünkü çok büyük bir senyöre hizmet ettiği için her geçen gün güzelleşir. Ve tercih yapmak zorunda kalsak, Tanrı’nın tüccara değil kesinlikle göçebeye bir yücelik verdiğini öğrenseydim, halkımı çöle götürürdüm. Çünkü ben insanın ışık vermesini istiyorum. Ve yağlı mum beni pek fazla ilgilendirmiyor. Kalitesini anlayabilmem için sırf verdiği alev yeterlidir.
….
ben araç ve amacı, merdiven ve mabedi kesinlikle karıştırmadım. Bir merdivenin mutlaka mabede götürmesi gerekir, aksi takdirde kimse onu kullanmaz.
….
Ama sadece mabet önemlidir. İnsanın hayatta kalması, varlığını sürdürmesi ve çevresinde büyüme olanaklarını bulması çok önemlidir. Ama burada sadece insan götüren merdiven söz konusudur. İnsan için inşa edeceğim ruh büyük olacak, çünkü sadece odur önemli olan.
….
Ve şöyle diyorsunuz: ‘İnsanların ihtiyaçlarını karşılıyoruz. Onları barındırıyoruz.’ Evet ahırda yatırılan sürünün ihtiyaçlarını karşılar gibi. Ve insanın hiç kuşkusuz gömülmek ve adeta tohum olmak için duvarlara ihtiyacı vardır. Ama ne yıldızlar ne okyanus işine yarıyor olsa da Samanyolu’na ve denizin enginliğine de ihtiyacı vardır. İşe yaramak nedir? Saatler boyunca ve büyük zahmetlerle dizlerini ve derilerini soyarak, kendilerini tüketerek dağa tırmanan insanlar tanıyorum. Şafak vaktinden önce zirveye ulaşmak için maviliği yitirmemiş olan ovanın derinliğinin tadını doyasıya çıkarmak için… Su içmek için bir göl aramak gibi. Oraya vardıklarında oturuyorlar ve çevreyi seyrediyorlar, nefes alıyorlar

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.86-87

İşe yaramak nedir? Niyedir, insanın ihtiyacını karşılamak? Ahırda yatan sürüler değiliz. Gökler özgürlüğümüz; yüceler, ruhun kana kana içtiği rahmetken… Neden? Derinliği öğrenmek için neyi örnek alacağız olmasaydı denizler? Ah… Her çağın bilge ve yalnız yolcuları! Yazdıklarınızın üzerinde hâlâ kokunuz var. Hâlâ gönüllerde yankılanıyor kelimeler… 

Akşam köyümle konuşmaya söz vermiştim. Oysa söyleyecek bir şeyim yok. Bundan birkaç saat önce içimdeki bunalım dağıldığı sırada aklıma gelen, sıkıca ağaca bağlı meyveye benziyorum. Yurdumun insanlarına bağlı hissediyorum kendimi, o kadar. Ben onların bir parçasıyım, onlar da benim. Evinde kaldığım çiftçi ekmeği paylaştırdığı zaman, hiçbir şey vermedi. Ortak bir şeyi bölüştürdü ve dağıttı. Aynı buğday, hepimizin kanına karıştı. Çiftçi bunu yaparken yoksullaşmıyor, zenginleşiyordu, paylaştırıldığı için daha da güzelleşen bir ekmekle besleniyordu. Bugün öğleden sonra şu insanlar için vuruşmaya gittiğim zaman, ben de bir şey vermedim. Bizler, yani Grup’taki pilotla, hiçbir şey vermiyoruz onlara. Onların savaşta yapacakları özveriyiz biz.  

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.145

Demek ki içten yazılan, yürekten konuşulan, mertçe el verilen ve iman kokan her emek, her dava, hangi coğrafyada olursa olsun, unutulmuyormuş. Evet, unutulmuyor Evinde kaldığım çiftçi ekmeği paylaştırdığı zaman, hiçbir şey vermedi. Ortak bir şeyi bölüştürdü ve dağıttı.diye yazan Exupéry’nin hayalleri, umutları, varlığa sevgisi ve onlara sorumluluğu unutuluyor mu? Hayır.Aynı buğday, hepimizin kanına karıştı.” sözündeki hakikat, okurun kanına yıllardır karışıyor, unutulmuyor. Çiftçi bunu yaparken yoksullaşmıyor, zenginleşiyordu” dediği gibi yazarın eserleri de dünyanın her yerinde onun insanlığını, hatıralarını zenginleştiriyor. Ben de zenginleşiyorum. Yüreğim, insana bakışım, düşüncelerim ve iradem zenginleşiyor.

Dökün mısralar, içimi dökün!
Ruhum sizinle uçmak istiyor.
Demir kafesini kırıp nefsin
Pençelerinden kaçmak istiyor.

Şiirler yazıp ve de söyleyip
Aklım, kalbimle çözülsün dilim
Varlık sazından tel tel dinleyip
Hep hakikatle dolsun yüreğim.

Sökün mısralar, öfkemi sökün!
Ruhum güzeli görmek istiyor
Sevgiyle gülüp, fersiz gözlerin
Artık yaşını silmek istiyor.

1.Max Weber (1864-1920) Alman düşünür, sosyolog ve ekonomi politik uzmanı.
2. Uz                    + man: Uzman
Usta, sanatkâr  + sonek: Kendini belli bir alanda özel olarak yetiştirmiş, geniş görüş ve bilgisi, becerisi olan kimse.  Türkçe bir kelime.              

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. “Bizden her daim katlanamayacağımız kadar yukarıda olan Tanrı’yı nasıl ararız? Dikey bir yürüyüş gerçekleştiremeyiz. Gerçekleştirsek bile, aradığımız kendi refahımızdır. Tanrı değil. Kendi refahını arayanın önüne çıkan hakikat değil yanılsamadır” Simon Weil

    Bu gerçekten acı bir şey. Yaklaşık 1 aydır bu konu üzerinde kafa yormak zorunda kalıyorum. Yani makalenin özü olan ruhun anlamı. İnsanı komaya sokan bir durum bu. İnsan kendini fazla önemsiyor. Peki önemsemesinde ne yapsın. Evinde kaldığım mimar (Makalede çiftçi) bana ne şekilde davranmamı öğütlemiş ve ben buna sıfatlar yükleyip hep boşa kürek çekiyormuşum gibi. Oysa eylemlerden yola çıkmam gerekiyor o zaman da Simon weil dediği gibi yanılsamalardan öteye geçemiyoruz. Düşünüyoruz da 360 derecelik bir açı bir ipe bağlı bir yol ve buna durmadan hakikat diyoruz oysa ki o yol bize o şekilde gözüktüğü gibi 99 şekilde farklı açılarda da gözükmekte biz buna hakikat diyebiliyoruz. Yanlışta sayılmaz tabi. Gördüklerimiz ipin bize verdiği şekilden başkası değil! Kimini yumak (dairemsi) yapar, kimini halat gibi çile. Aslında ip aynı ip! Çok güzel bir yazı emeğinize yüreğinize sağlık.

Reply To alaca Cancel Reply