Hoştur Bana Senden Gelen

1

Bir ayrılık türküsü
Sonbahar;
Hüznü örüyor gözlerimize.
Şiir gibi dinlenir, siner içimize.
En derin yerinde bu şiirin,
Neredeyiz?

Rengi, edası çıldırtır;
Rüzgârı hoş bir sevda…
Duygudan duyguya eriyerek
Geçeriz.

Hakikati bulmaya yollar uzanır.
İlham güneştir ufuklar ardına
Nasıl, neyle varılır ki o diyara,
Ebedî kokusu içimizde;
Bekleriz.

Soğuk iyice kendini hissettiriyor. Hüznün sarı yaprakları da savrulup gitti. Sonbahar gerilerde kaldı. Bir yıllık ömrün sonuna geldik. Kudret kaleminin çizdiği bu hakikat manzarası karşısında tuhaf bir yalnızlık sarıyor her yanımı. Bir gurbet hissi. Her şeyin ardında kaybolduğu bir kapının açılmasını bekleme gibi bir duygu. Hüzün, vazgeçilemez bu gidişe el sallayan zaman mı? Yoksa her zerreye dokunan bir veda öpücüğü mü?

Nasıl bir el ki bu, karşımdaki ağaç gibi, çıplak kendiliğime götürüyor beni. Dünyanın üzerime giydirdiklerinden yavaş yavaş soyunuyorum. Ne varsa bilerek, bilmeyerek yapıştırdığım etiketleri çekip yırtsam altından nasıl bir Elif çıkar? Belki daha saf, daha gerçekçi, daha ben olan biri. Peki o ben dediğimi de atsam? Ruhumun rahmine tekrar dönsem… Yepyeni bir bahar hakikatinde tekrar yeşile durur muyum? 

Bu dünyanın garibiyiz. “Dost”tan uzağız. Dost âlemlerden uzağız. Yeşil de dünyanın garibi. İlhamın, sezginin, anlamın yeşili ve bizler… İlahî uzaklıktan başka, anlaşılamamaktan da uzağız. Ruh bu dünyanın rengine boyandıkça nefsin alacası ortaya çıkıyor. Ruhun kaderi mi yücelere kanatlandıkça yalnızlaşan tepeler gibi olmak? Yalnız tepeler… Ulu gönüller, arifler, erenler… 

Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara.
Yandık, yakıldık; ama hüzünden yana asla yakınmadık.
Ne de olsa biz mahzun bir Peygamberin ümmeti değil miyiz?
Hüzün taze tutar aşk yarasını.
Yaramdan da hoşum, yârimden de.  

Şems-i Tebrîzî

Tepelere ulaşamayan boynu bükük sümbüller ve sümbülce hüzünlenenler geliyor aklıma. Sümbülün yeri dağ eteklerinde. Gözleri toprağa meyyal. Yüreği tevazu ve teslimiyete meftun. “Dost ili”nden uzak ve çevrelerince anlaşılamamış çağın gariplerini düşünüyorum: Ruhunun vardığı noktada “İsa Nurettin hazretleri” olarak yeniden doğan Frithjof Schuon’u, J.R.R. Tolkien’i. Ve Antoine de Saint-Exupéry’yi.

Gariplik türlü türlü. Sadelikteki heybetlerini idrak edemediğimiz, düşüncelerini işimize geldiği kadarıyla benimsediğimiz arifler, âlimler, Ahmet Yeseviler, Abdülkadir Geylaniler, İmam-ı Gazaliler, Yunuslar, Mevlânalar, İmam-ı Rabbaniler de günümüzde garip değil mi?

Kim anlayabilir kendini kendinden başka? Düşüncesi ufuk olanın dermanının ancak yücelerden geldiğine inanırım. Uzak âlemlere dalarken dağlar acaba nice yerleri seyreder, neleri görür? Kim bilir kaç mağara vardır dağdan içeri? Mağaranın yankısı bağır akışlıdır. Kendisini seyreden yanık yüreklerden alır yankısını? Dorukların rengi “Esma” nakışlıdır. Güneşin tecellisi ilk önce neye vurur? Dağlara. Sonra tepelerden yansıyarak bağları, bahçeleri güldürür. Dağlar gibi dik duranların alnında gün ışığının ne de güzel ışıldadığını düşünüyorum.

Yan bahçede sarmaşığın bazı dalları iyice kırmızıya dönmüş. Ömür de aynı bir gül gibi kızarıyor. Kızardıkça yaprakları açılıyor. Ancak bir zaman sonra bu kızıllık da gidecek. Kızarmak neyin rengidir? Mesela ateşin rengi kırmızı. Kırmızı yakar mı? Ayrılığın rengi ise yakar. Ateşin alevleri her bedene farklı farklı sarılır. Şu alev rengi sarmaşıklar kalem olsa yazsa hissettiklerimi; üzerine konan damlalar sema etse dallarında. Ne yazılır, ne için dönülür Elif diye sorsalar? Derim ki:

Ateş aşka; aşk Mevlâ’ya yazılır. Dal ateşe, ateş göklere döner.
.

Her bedenin neyi, yarasına göre inlermiş. Ne için yanarsan, küllerinin kıymeti ona göreymiş. Her zaman neyi düşünüyorsan, meşgul olduğunda neyle ferahlıyorsan, huzuru nerde, kimde buluyorsan; kısacası kime, neye hasret duyuyorsan derdinin kıymeti ona göreymiş. Çünkü hasretin rengi sevgili olandan gelirmiş. 

Peki bunu nasıl anlayacağım? Kapatsam gözlerimi, insem gönlüme. Ne görürsem anlatsam kendime. Aklıma anlatsam, ruhuma anlatsam, dinletebilirsem, nefsime anlatsam. Şu anda gördüklerimin dünyasına gözbebeklerimle nasıl inebiliyorsam, kendi bilinmeyenlerime de öyle inebilsem. O zaman bu mevsimin ve kendi mevsimimin ruhuma gerekeni vereceğini düşünüyorum. Çünkü ruhumun neyi istediğini, neyi özlediğini hissediyorum: “Sonsuzluk” 

Yoksa elimizden akıp giden her şey, neden endişe değil de merak uyandırıyor içimde? Her akşam batan güneşin, tekrar doğmak üzere kaybolduğu gizemli âlemlere merak. O âlemlerin, seyrettiğim kuşların Sahibi’nin biz kullarına hazırladığı hakikatlere merak. İnsan dışında bütün varlıkta var olan ahenk huzurla dağılıyor çevreme. Her şey çok güzel ve her varlık O’na teslim; çünkü O’ndan eminler.

Güzelliğin, ruhu içine çektiği saat, gerçekten canlı olduğumuz saattir. O anın yoğunluğu karşısında sessiz bir ürperişle dururuz. Onu her zaman dile dökemeyiz belki ama hissederiz, duyumsarız.
….
Zamanın penceresinden bakar ve ebediyetten bir an yakalarız.

Ebediyet her zaman bir sokak başında, bir köşededir.

An, elimden kayıp gitmeden onu tutabilirsem ebediyetten bir damla tadacağım.

Kemal Sayar / Beni Sessiz de Sevebilir misin? /
Güzellik Ebediyetten Bir Damla / s.33-35

Önümde gitgide açılan bu tablonun ardında neler var? Her zerrenin nasiplendiği ilahî isimler. İçinde cevher taşıyan gizli hazineler. Mesela bu güzel manzaraya hâkim olan “Cemil” ismi bir hazine. Kırmızı yapraklar, o yapraklara konan kuşlar, çevreyi ilahî billur buğuya çeviren yağmur damlaları… Hepsi bu hazinenin yakutları, elmasları. Sesi uzaktan gelen deniz ve kayalıklar. Yağmurdan bekçi kulübesine sığınan kedicik bu hazinenin incileri. Onları görebilen gözlerim, onlarla titreyen kalbim, kanatlanan şuurum hepsi Allah’ın hazinesinden sunulan birer cevher. Onları seyrettikçe “an” denilen sihirli pencerenin ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum.

Bütün gördüklerimin, saydıklarımın tek Sahibi “Mutlak Varlık” olan. Ve O’nun “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim de Beni bilsinler diye varlıkları yarattım. ilahî beyanı. Her an, her yerde, her zerrede bize daha bilemediğimiz neler sunuluyor. Peki bunca lütfa rağmen neden hüzün kalıyor içimizde? Bilhassa sonbahar ve kış neden bu kadar dokunuyor gönül telimize?

Bunları kendime sorarken, yeni okumaya başladığım kitapta ele alınan konuların bu manzarayla ne kadar örtüştüğünü fark ediyorum. Her zamanki gibi oğlumun tavsiye ettiği bir eser: “Varlık Kokusu.”

Ontolojik tek bir sorun vardır, o da insanın Allah’tan ayrı düşmüşlüğüdür. Eğer yokluk / insan, Varlık / Allah kokusu olmasaydı, bu sorun olmazdı. Ama insan, ‘Varlık kokusu’nu ruhunun en ücra köşelerine bile nüfuz edecek kadar derinden içine çekebilen ‘hayale sürgün,’ bir ‘hayal varlık’tır.

Hal böyle olunca, bu ayrılık kokusu, Varlık’a kavuşmaya can atan hayalî bir varlık’ı ömrü boyunca feryat ettiren bir koku olup çıkar.

Bu koku neden vardır denecek olursa, elbette Allah’tan haberdar olalım diye vardır, Allah’a ‘varmak’ isteyelim diye vardır.

Ne var ki her insan baştan çıkarıcı envai çeşit kokuların peşinden gider de bu İlahî kokunun peşinden gitmez. Böyle olunca da hayalî bir varlık, hayalî kokuların içinde varlık bulacağım diye kaybolur gider.

Oysa sizin ömrünüz boyunca bu kokuyu izleyerek kendisine gelmenizi bekleyen tek bir Varlık vardır: Allah. Ve eğer başınıza bir şey gelmemişse ve eğer yaşıyorsanız, Allah hâlâ sizi bekliyor olduğundandır.

Yaşıyor olmanız Allah’ın sizi talep edişidir.

İstese dev bir mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi, bütün insanları kendine çeker. Ama O, M. Arabi’nin deyimiyle ‘hayali düzeyde insanın arzularına uyar.’

O’nun Kendisini arzulamasını, arayıp bulmaya çalışmasını bekler.

İnsan da bütün kalbiyle Allah’ına yöneldiği zaman, o ontolojik sorunun, Varlık’tan uzağa düşmüş olma sorununun üstesinden gelmeye başlar.

Vefa Önal / Varlık Kokusu / Varlık Kokusu / s.23-24

Aralığın sonuna geldik. Kışın kokusu her yere sinmiş. Benim de yaşımın kokusu her iliğime sinmiş. Şu an havanın ruhunda hissettiğim ise bambaşka bir koku. Yazarın “Varlık kokusu” dediği “Allah’tan haberdar olalım diye…  Allah’a “varmak” isteyelim diye var” olan bir sır. Mevlâ’dan ayrı düşmek ve hüzün… İnsanın kulca yaşadığı mübarek bir duygu. 

Ne merhametlisin Allah’ım, ne cömert. Kokuyu veren, onu koklatan, Sen. Kulunu isteyen, bu kâinatı bilinmek için yaratan, Sen. Aklıma sığmayan hakikatler. Mutlak Varlık ve ben. Mülkün Tek Sahibi kendini tanıtmak için kuluna tenezzül ediyor. O Allah, ben kulu. Söze dökülemeyen farklılık. Ama O, tenezzül ederek kendisine ulaşabileceğim bir yol çiziyor. Yolun güzergâhlarını gösteriyor. Nasıl yürüyeceğimi, yanıma almam gerekenleri belirtiyor. Her bir ilahî isim, tecelli ederek gözlerime, kulaklarıma, aklıma, kalbime konuyor. Peki ben aczimle, bu küçük aklımla, sınırlı idrakimle bunca sıkleti nasıl çekebilirim?

Aczimle, bu küçük aklımla, sınırlı idrakimle bunca sıkleti çekemeyeceğimi biliyor Rabbim. Yardım elini uzatıyor. Kudretinin her daim üzerimde olduğunu bilmem ve kendimi emniyette hissetmem için “yed”, el ifadesini kullanıyor; üzerimdeki hakimiyetini anlamam için “istiva”, kuşatmak ifadesiyle beni uyarıyor. Mutlak ve sonsuz olan, benim idrakimdeki perdeleri İlahî kelamındaki teşbihlerle aralayan, kulunla mecazlarla konuşan yine O. 

‘Allah’ın eli onların elleri üstündedir.’

Fetih / 10

‘Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine istiva etti.’

A’raf / 54

Şefkatinle böyle buyurmasaydın nasıl anlayacak, nasıl tanıyacaktım Seni? Nasıl sevecek ve nasıl kavuşmak isteyecektim? Ruhundan üflediğin kuluna tenezzül eden, esmanla tecelli ederek kapını açan Allah’ım! İlk Sen yaklaşıyor, sevgini kalbime işleyerek kendine bağlıyorsun. 

‘Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.’

Maide / 54 

Bizler bunca ikrama karşı neden zalim, bu kadar cahiliz? Nasıl bir muhakemesizliktir ki, bunca yol göstermene rağmen hâlâ Sen’den başka her yere sığınmak isteyebiliyoruz. Kendimizle tanışmak yerine kendimizden kaçıyoruz.

“Ey insan dinle” derken İsa Nurettin, “Sen Mutlak Varlığın kıyısındasın, nereye gidiyorsun?” diye sorarken aslında Mutlak Varlığa ulaşmanın, İlahî beldelere yol almanın yolunu gösteriyor. “Dur! Allah Merkezdir ve Huzurdur” diyerek bu dünyada merkezini kaybetmiş zavallı, perişan çırpınışlara doğru adresi işaret ediyor. Allah, İlahî kelamında onlarda tenezzül ettiği teşbihleri, mecazları, sembolleri kullanmasaydı “Uluhiyet” nedir bilemez; O’nun ilmini, kudretini, iradesini, beyanlarını anlayamazdık. 

Nasip, kapımızı “an”da çalar. Geçmiş gitmiş, gelecek henüz yoldadır. Nasip de kuş gibi. Her an konur başımıza. Kim gönderir? Niçin gönderir? Kimden diye sorsak, ülkenin Sultan’ının gönderdiğini öğreneceğiz. Kuşu itinayla tutup evimizin en güzel yerine koyacak, her gelene iftiharla göstereceğiz. Çünkü ülkenin Sultan’ı kim? Sen kimsin? Bu ne büyük talihtir, ne büyük lütuf. Ama acelecilik, aç gözlülük ve benlik iddiası aklı dumura uğratmış. Kalbi öldürmüş. Kuşun farkına varamıyoruz. Sultan’ın ikramına perdeler çekip nurundan, feyzinden mahrum kalıyoruz. Kim bilir neler neler kaçırıyoruz?

Oysa “an” huzurda olmak demek. Öyleyse huzur sonsuzluk kokuyor. Çünkü Sultan, sonsuz varlık. İnsan sonsuz varlıkla ancak “an”da ilişki kurabilir. Ama gaflet bizim bu havayı teneffüs etmemizi engelliyor. Ve sonucunda ruhumuza eziyet ediyoruz. 

‘Göklerde ve yerde kim (ve ne) varsa Ondan ister, O, her gün (her an) bir iştedir.’

Rahman / 29 

Her an iki kuş bize gagalarında taşıdıkları nimetle gelir. Biri bedenimize, diğeri kalbimize konar. Arifler gelen bu nimetlerden iki türlü yararlanacağımızı söyler. Birincisi maddîdir. Midenin yemekten alacağı vitamin, gözün güneşten alacağı ışık, burnun çiçekten alacağı koku gibi. Bu yararlanmanın Arapça’da karşılığı “istifade”. Yani beden neden faydalanırsa ondan istifade etmiş olur. 

Bir de manevî yönlerin; kalbin, ruhun, latifelerin yararlandıkları var. Mesela bir yemeğe davetliyiz. Sofra zengin, yemekler enfes. Hem göz hem burun hem mide bu zenginlikten istifade ediyor. Yeterli mi? Hayır. Bir de buna sofradaki samimiyeti, sıcaklığı, paylaşılan sözlerin bereketini katalım. Kalp ısınıyor, ruh ferahlıyor, iç âleme kelimelere sığmayan duygular “feyz”ler akmaya başlıyor. Kalp, ruh, latifeler “suyun taşıp çoğalması, bolluk, bereket anlamına gelen feyz”den nemalanıyor, besleniyor. Yani ziyafetin bu yönünden “istifaze” ediyoruz. Düşünün: Sofra, yemekler zamanla unutulsa da kalbe ve ruha akanları unutabilir miyiz? Göz unutur, kulak, el unutur; ama onlar vasıtasıyla akan duyguları ne kalp unutur ne de ruh. 

Mesela çok önem verdiğiniz, sevdiğiniz birisi size çiçek gönderdi. Çiçeği koklar, vazoya koyar, soluncaya kadar seyredersiniz. Yani birkaç gün istifade edersiniz. Ama gönlünüzde bıraktıkları… Demek ki o kişi de sizi önemsiyor, seviyor, emek verip gönderiyor. O çiçekte onun düşünceleri, duyguları, sizinle kurmak istediği iletişimi var. Çiçeği kurutur vitrine koyarsınız. İşte o zaman kalbinizde hissettikleriniz çok başkadır. 

Bir de Allah’ın size gönderdiklerini düşünün: Her nimet Yaradan’dan O’nun cömertliğiyle taşarak geliyor. Yediğiniz bir üzüm tanesinden gözün, damağın, midenin aldıkları başkadır. Kalbin üzüm tanesinden aldıkları çok daha başkadır. İşte bu nedenle “an”, beden için bir nefeslik yaşam; ama ona anlam verilirse kalp için huzurlu bir hayattır. 

Çünkü zaman bir nimet sunar; dil bu nimetten lezzet alır. Ardından bir acı gelir lezzeti yok eder. Ama kalp, nimetin Sahibinin kendisini sevdiğini, lütfuyla ikram ettiğini bilir. Bu idrakle duyguları yücelerin çekimine uğrar, coşar. Bu feyz halinin bir başka anlamı manevî haz, mutluluk ve iç huzuru. Onun için “nimetten istifaze”, iç âlemdeki huzurun sebebi. O zaman huzur da gelen her şeyin kimden olduğunu bilmenin ödülü.

Dünyaya sonsuz ihtiyaçlarla donanarak geldik. Sadece yemek yemekle bitmiyor açlığımız. Evde kedimin kabına mamasını koyuyorum. İşi bitiyor. Ne kabın kalitesi ilgilendiriyor onu ne rengi. Yemeğin sosu, ızgarası, sunumu gibi derdi yok. Kedim sadece “istifade” ediyor. Ama ben insanım. Yemek kadar soframdaki düzen, sunum ve en önemlisi ahenk çok önemli. İstenildiği kadar yemek lezzetli olsun, havadaki bir gerilim, olumsuzluk sofranın tadını, lezzetini bir anda alıp götürüveriyor. Çünkü ruhun, kalbin alamadığı gıdanın yerini midenin aldığı dolduramıyor. 

Mekân da zaman gibi bir nimet. Yürüyerek, dinlenerek, uyuyarak her şeyinden istifade ediyoruz. Ama dört boyutlu; ruha yetmiyor. Sığamıyoruz. Kalp lezzet bulamıyor. Çünkü onların tatmin olacağı şeyler başka boyutta. Çünkü hem zamanı hem mekânı değerlendirirken akıl ön planda. Neyi, nasıl yaparsak en iyi sonucu alırız sorusu aklın işi. Her şeyden fikir ediniyor, planlar yapıyoruz. Gördüklerimiz, işittiklerimiz, yaptıklarımız aklın tezgahından geçerek bilgilendiriyor bizi. Ama bilgiler yetmiyor. Halimize, ahlakımıza, insanlığımıza yetmiyor.

Şu an içinde yaşadığım kış sabahında belki bedenim üşüyor, karnım aç; henüz kahvaltı etmedim. Yorgunum; gece geç yattım. Kaç aydır dizlerim rahatsız. Ama manzaranın ruhuma verdikleri hepsini alıp götürüyor. Çünkü Yaradan’ın sunduklarına anlam katan, onlarla gelen fevzi yudumlan kalbim ve ruhum. Kalbin ve ruhun beni saran elleri daha sıcak, daha büyük ve daha güçlü. Konuştukları dil aklımın, bedeninim dilinden çok farklı. Çünkü kelimeleri gök tezgâhında eğriliyor. 

“Huzuru yaşamak için zamandan ve mekândan nasıl istifade edeceğiz, yaşamı nasıl hayat eyleyeceğiz?” diye sorulsa, “Akla bakan istifadeyle kalbe bakan istifazeyi birlikte gerçekleştirerek.” demeliyiz. 

Kısacası Mutlak Varlığı tanımadan, iman etmeden doğruyu, hakkı, hakikati, iyiyi, güzeli, anlamı, mutluluğu ve huzuru bulamıyoruz. Bulduklarını zannedenler gölgelerle oyalanıyorlar. Bahçe Sahibi’ni tanıyanlar ise bahçedeki dikeni, gülü ayırmadan başlarına koyarak saydığımız değerlerin hakikatini yaşıyorlar.

Hoştur bana senden gelen:
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül yahut diken.
Kahrında hoş lütfun da hoş.

Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden vefa,
İkisi de cana safa:
Kahrın da hoş, lütfun da hoş.

Gerek ağlat gerek güldür,
Gerek yaşat gerek öldür,
Aşık Yunus sana kuldur,
Kahrında hoş, lütfun da hoş. 

Yunus Emre

Dikeni gülden ayırmayan sır. Bu sırrın kaynağı iman… İman … İman…  Taşlıcalı Yahya’nın şu beyti ifade etmeye çalıştıklarımın adeta özü:

O kul ki togrı ola hıdmetünden eyleme dûr
Yaman olur elif îmândan gidince hemîn 

O kul ki doğrudur; onu yardımından, hizmetinden uzak tutma.
İmandan elif (harfi) giderse geriye kalan ‘yaman’ olur.

إيمان

Arapça yazılan “iman” kelimesinin başındaki “elif” yukarıya dosdoğru bir çizgi. Mustakim yol gibi. İman insanın olmazsa olmazı. Onun yokluğu veya varsa da yaşama geçirilemeyişi insanlığı bugünkü gibi yerden yere vuruyor. İmanın en baş özelliğini; müstakim çizgiyi kaldır. Yani doğruluğu, sadakati, hakkı, adaleti yaşamından çıkar. Ne kalıyor geriye? “Yaman.” Yaman ne? Eski Türkçe’de zayıflamak, kötüleşmek demek. Yani ne kadar mala mülke, başarıya sahip olsan da yaşamında sana kalan, gittikçe zayıflayan iç âlemin ve kötüleşen duyguların. Psikolojik sıkıntılar, bunalım…

İman yolunda koşanlar, insanın huzuru için çırpınıp duranlar, ömür uçurumlarına el uzatanlar, hep kendilerini idrak etmiş yüce ruhlardır. Koruyucu melek mi görmek istiyorsun? Onlara bak.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Makaleyi okurken bir yerinde aklıma Simurg geldi. Sona gelince kendini gördü oysa ben o kadar meşakkatten sonra başka birşey görmesini bekliyordum. Bakara 259 da ki eşek bize dünyada ki oluşumların değişebileceğini ama Güneş in hep aynı şekilde yansıyacağını anlatır. Bir çocuk ile bir adam bir şeye bakarak aynı şeyleri görmez.
    Gerek ağlat gerek güldür,
    Gerek yaşat gerek öldür,
    Aşık Yunus sana kuldur,
    Kahrında hoş, lütfun da hoş.
    Burada ki kulluk kadere teslimiyettir. Dolayısıyla her zaman müminlerde teklif eder kimse bir yere çekilemez.
    Taşlıcalı Yahya Hazretlerinin İman yazısı enteresan dır. Sadece verilmek istenen anlamıyla okunamaz. Başka bir ilminden okunursa bambaşka şekilde görünür.o zaman ters sandığımız şeyler aslında düz olduğunu anlarız. Ya da hakikat.
    Bir ben var benden içeru.
    İlk söylenen benden sonra ki benin esamesi okunmaz.

Reply To alaca Cancel Reply