Hatırım İçin Bana Hayranlık Duyabilirsin

0

Marifet nedir bilir misin? Taşlara bakan gözlerin çiçekleri görmesidir.

Mevlâna

Ya çiçeklere bakan gözlerin taşları görmesine ne demeli. İşte böyle bir marifetsizliği, cahilliği yaşıyor dünyamız. Hep yüzden okuyoruz, manasını bulduk zannediyoruz. Sadece bakıyoruz; gördüğümüzü zannediyor ve şekilde boğuluyoruz. Kibrin altındaki güvensizlikler, gurur ve edalarla kapatmaya çalıştığımız acizliğimiz, riyayı adeta haykırarak ilan ettiğimiz suni, yapmacık hallerimiz…

Ne yazık. Bir insan ne kadar zekasıyla kurnaz olduğunu sansa, başarılarıyla nefsini boyasa da ulaşılamaz zannettiği o kof benliğiyle sadece gülünecek bir haldedir.

Beş dakika sonra Küçük Prens bu tekdüze hareketten sıkılmıştı.

‘Şapkanız aşağı indirmeniz için ne yapmalıyım?’ diye sordu.

Ama kendini beğenmiş adam onu duymamıştı. Kendini beğenmiş adamlar övgü sözleri dışında bir şey duymazlar çünkü.

‘Bana gerçekten çok hayranlık duyuyor musun?’ diye adam Küçük Prens’e sordu.

‘Hayranlık nedir?’

‘Hayranlık demek, beni bu gezegendeki en yakışıklı, en iyi giyinen, en zengin ve en akıllı kişi olarak görmek demektir.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.53

Hayata tepeden bakarsan insanların sadece tepesini görürsün. Hayata daima insanlarla aynı mesafeden bak. O zaman onların hem yüzünü hem kalbini görürsün.

İnsanlar maşuk aramıyor, bencil duygularına köle arıyor. Köle buluyor; ama aşkı bulamıyor.

Şems-i Tebrizi

Manevî zenginliğini diri tutan kişi, kalbini hayatının merkezine koyar. İnsan bedeni şehre ve ülkeye benzetilir; kalp de bu ülkenin sultanına. İşte bu sultana Yaradan’ın verdiği bir emanettir aşk. Sultan bu emaneti dünyada candan cana dolaştıracak; sonra ahde vefa göstererek mana basamaklarından çıkartıp onu Yaradan’a teslim edecektir. Kalbin ve aşkın hakikati bu teslimiyettedir.

İnsanı sevmekle başlar bu yolculuk. Ferhat’ın gözü Şirin’den başkasını görmez. Kerem’in her anı Aslı’yla doludur. Mecnun’un gözlerinde Leyla’nın hataları erir, gider. Sevilen kutsallaşır gönülde. Dünya sallanır ayakların altında. Aşıkların bu hallerini seyretmek hoştur. Dalgınlıkları, heyecanları nice nüktelere konu olur.

Ancak aşk bir yerde hiç güzel değildir. Razı olunmayana; haram olana duyulan şey aşka yakışmaz. Bir yer daha vardır ki hem güzel değildir hem çok tehlikeli. Bu, “insanın kendine olan aşkı”dır.

Herkes sever beğenilmeyi. Bu duygu toplumda güzel bir yer edinmek, sayılmak gibi doğaldır. Fakat doğallık bir ihtiyaç, daha sonra tutku; olmazsa olmaz bir saplantı haline geldiğinde hastalığa dönüşür.

.Bunu kendimizde nasıl hissederiz?

.Düşün ki beğenilmeyi seviyorsun. Aranılmak hoşuna gidiyor. Dışa dönük, sosyal bir insansın. Bu, hoş. Ancak gün geldi övgüler azaldı; hatta yüzüne bakılmıyor. İşte o zaman bir kenara çekil ve kendi iç sesini dinle. Zayıflığın seni aşırı karamsarlığa sürüklüyorsa, bunalımın kokusunu duyuyorsan veya hırçın tavırlar sergilemeye başlıyor, kimselere görünmek istemiyor, kendinden utanıyorsan dikkat et. Ve içinden hınç ve kinle tekrarladığın “Aramazsanız aramayın; ben size kendimi göstereceğim” gibi hırıltılar duyuluyorsa ruh sağlığın sinyaller veriyor demektir; çünkü:

Açıkça büyük amaçlar tasarlayan ve daha sonra bu amaçlar için oldukça yetersiz olduğunu gizlice kavrayıveren kimse, çoğu zaman bu amaçlardan vazgeçecek kadar güçlü de değildir. İşte o zaman ikiyüzlülük kaçınılmazdır.

Friedrich Nietzsche 

Çünkü:

Kendini hep küçük gören, kibirli olmaya en yakın insandır.

Spinoza

Çünkü bu hırıltılar gittikçe katlanmaya başladı. “Ben neymişim size göstereceğim” diyerek sadece kendinle ilgilenmeye ve üstün olduğunu kanıtlama hırsına kapılıyorsun. Bunun sonucunda kendine baka baka aşık oluyorsun.

Aynı kibirli ve kırıcı davranışlarından ötürü tanrıların onu “kendi kendisine aşık olmak”la cezalandırdığı Narkissos’un suya baktığında kendi aksinde gördüğü güzelliğe âşık olması gibi. Narkissos’un sonu hüsranla biter. Sudaki aksine her baktığında aksine ulaşamadığı için umutsuzluğa düşerek günden güne eriyip tükenir.

Ne yazık ki insanın kendine olan aşkı böyle bir dramla bitebilir. Ya da Küçük Prens’in uğradığı ikinci gezegendeki şapkalı adam gibi bir komediyle. İkisinin de sonu aynı: İnsanlığını kaybediyorsun.

Her şeyin ifratı zararlıdır. Aşırı arzu, aşırı gıda, aşırı spor, aşırı iyimserlik, aşırı güven, hatta aşırı sevgi; tüm aşırılıklar bu espriye girer.

Sınırlar aşıldı mı, erdemin meyveleri acılaşmaya başlar; böylece yozlaşarak en iyi başlangıçlar uzaklaşır amaçtan.

Ne israf ne cimrilik… her şeye değerince yer vererek hayatta dengeyi korumalı. Ne beğendiği şeyde ifrat etmeli insan ne de küçümseyerek düşmeli bir yanlışa. Her şey hesap üstüne kuruludur.

Sıfır denir değil mi? Unutulur ya da yanlış yere konursa, altüst eder hesabı.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.51

.Kainat sevgi ve paylaşma üzerine kuruluysa ve de yaratılan her şey birbirinden güzelse, duygu hücrelerini mahveden hep bana hep bana dedirten bu illet nereden kaynaklanıyor?

.İnsanı insan yapan temel özelliklerin yanlış yorumlanmasından ve bebekliğimizden beri yanlış uygulanmasından.

Fransız olan bir Kamu Yönetimi Profesörü bu insanlık problemiyle ilgili bir çalışma sergiler.  Zaman yönetimi konusunda verdiği derste çakıl taşları, kum ve su bir kavanoza nasıl yerleştirilir ile ilgili bir deney yapar. Dersin sonunda gelen sorulara verdiği cevaplar, temel eğitim için harika tespitler:

  • Eğer büyük taşları önce koymazsanız, bir daha asla koyamazsınız.

  • Sizin hayatınızdaki ‘büyük taşlar’ ne? Sağlığınız? Aileniz? Arkadaşlarınız? Hedefleriniz? Sevdiğiniz şeyleri yapmak? Bir uğurda savaşmak? Kendinize zaman ayırmak?

  • Hayatımızda yer alması gereken büyük taşların ne olduğunu unutmamalıyız. Eğer böyle yapmazsak, hayatımızı diğer önemsiz şeylerle uğraşarak kaçırmış olacağız.

Bizler eğitimde çocuğun manevî dünyasına temel insanî değerleri yanlış koyuyoruz. Su gibi hafif duygularla dolan kalp, kumu içine alamıyor. Hele çakıl taşı gibi değerleri asla.

Mesela sevgi. Sevgiyi öğretemiyoruz. Varlık âlemindeki ilişkileri gösteremiyoruz. Çünkü biz de görmüyoruz. Nerede bir menfaat varsa sevgi için o adresi veriyoruz. Beni sev, onu şunun için sev diyoruz. Peki gün gelir ben olmazsam, ölürsem; o terk ederse ne olacak hali diye düşünemiyoruz. Oysa öğretilecek şey sevginin nasıl bir gıda, nasıl bir dost, nasıl bir güç olduğu. Maalesef sevginin almak olduğu mesajını da veriyoruz tutumumuzla. Sevginin kendimizden bir şeyleri vermek olduğunu unuttuğumuzdan o masum çocuk duygularını katlediyoruz.

Vermek; ben demeden, sana, ona takılmadan biz olmayı gerçekleştirmektir. Biz olmak, paylaşmanın imzası. Ancak yüreklerine bu imzayı atanlar ve canlara canını katanlar vermeyi bilirler. Ne korkunçtur; canlar içinde olup da can tanımamaktan ileri gelen yalnızlık. “Biz”i bulmalı insan. “Ben”, “sen” ve “o” arasında kalıp yalnızlığında kaybolmamalı!

Bu kadar zor mu
Paylaşılması vakitlerin?
Dostça, kardeşçe
Nedensiz… 

Neden biz değil
Neden siz
Ben, o çizer dünyalarımızı?

Ayrıca özgüvene sahip olsun diye aşırı özenle çocuğumuzu ilgi oburu haline getiriyoruz. Sevmeyi değil, sevilmeyi öğretiyoruz. Ve yavaş yavaş sevilme beğenilmeye, sevme de sırayla beğenmeye, hayranlığa, tutkuya dönüşüyor.

Birçok kişi, sevme sorununu ilkel bir biçimde ele almakta, kendi sevebilme gücünden, sevme ediminden çok sevilme olarak görmektedir. Onlar için sorun, nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir.

Erich Fromm

Küçük çocuğun kendisine alaycı bir ifadeyle yönelttiği, şapkanın düşmesi için ne yapmak gerektiği sorusunu duymaz; çünkü kendini beğenmişler, her zaman yalnızca övgüleri duyarlar. Bu insanlar tek başınadır; çünkü kendilerinden başka hiçbir şeyle ilgilenmezler.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.67

Bunun sonucunda sevmeden ziyade sevilmeye odaklı çocuğun iç âlemindeki çekirdek büyüye büyüye bir kibir ağacı haline geliyor. Bu ağacın meyvesi yok. Yaprakları oksijen vermeyen, gölgesi olmayan bir ağaç bu. Dallarındaki özellik kuşların, böceklerin konmasına engel. Sadece seyredilmek için konulmuş vitrin mankeni gibi.

Horst-Eberhard Richter bu konuda belirli bir nevrozlu aile tipini sorumlu tutar. Hasta Aile – Evlilikte ve Aile İçinde Çatışmaların Ortaya Çıkışı, İç yapısı ve Terapisi (1970) adlı eserinde “tiyatro aile”den söz eder: Tüm aile bireyleri hem birbirlerinin hem de aileden olmayan insanların huzurunda her zaman bir rol oynamaktadır.

Her biri merkezde olmak ister. Hepsi alkışlanma gereksinimini duyar. İlişkiler yapaydır. Bireysel “büyüklük ve mükemmellik” odak noktasıdır. Aile bireylerinin tümü kendi olduğundan farklı gösterir ve karşılıklı olarak seyirci rolünü üstlenir.  

Beni harekete geçiren sadece kendini beğenmişlik olduğunda, kendi kendimi ele veririm. Bu tarzda idealize edilmiş bir benlik, fazlasıyla yüceltilmiş ben-idealini ve kendi kendimi idealize etmem, varlığımın hayali olarak yeniden kıymetlendirilmesine sebebiyet verir ve böylece görünürde temel korkumu yatıştırır. Diğer yandan yıkıcı bir dinamik yaratır. Çünkü bu gerçek dışı ve gerçekte olduğundan fazla kıymetlendirme, benim gerçek benliğimi küçümsememe sebep olur. Ben’imi tanrıya benzeterek kurduğum düşün bedelini, aynı ölçüde güçlü ve zayıf, kusursuz ve zavallı olan kendi gerçek Ben’ime yabancılaşarak öderim.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.50

Gerçek benliğini ayakta tutamayan, kendiyle barışık olmayan, başkalarının geçici övgüleriyle hayata tutunmaya çalışan insanın dramıdır bu. Çünkü bu kof sözlerin ömrü azdır. Çevre değişir, insanlar ayrılır.

‘Ama bu gezegende sizden başka kimse yok ki!’

‘Hiç fark etmez. Sen yine de hatırım için bana aynı şekilde hayranlık duyabilirsin.’

‘Size hayranlık duyuyorum,’ dedi Küçük Prens omuzlarını silkerek, ‘Fakat bu sizin için niye bu kadar önemli?’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.53-54

Medihten de bir ululuk gelir, dene de bak! Medhin de günlerce tesiri altında kalırsın. O medih canın ululanmasına, aldanmasına sebep olur.

Medhin tesiri, şekerin tesirine benzer; gizli tesir eder ve bir müddet sonra vücutta deşilmesi icab eden bir çıban çıkar.

Mevlâna / Mesnevi / 1. Cilt

Bu çıban narsisizmdir. İnsandaki bütün sevgiye, güzele ait ne varsa hepsinin mayasını bozan bir illet. Erich Fromm’un ifade ettiği gibi:

Bütün ağır psikolojik hastalıkların temelinde narsisizm yatar.
.

Küçük Prens’te hayal kırıklığı tam olarak beş dakikada kendini gösterir. Anlatımdan kendini beğenmişin içsel biyografisi ve ruhsal gelişimi hakkında hiçbir şey öğrenemeyiz. Ona iyi niyetle baktığımız ve kendi kendimizi yüceltmeye yönelik hastalık eğilimlerimizi düşündüğümüzde, doğal olarak kendimize şu soruyu sorarız: ‘Bir insan nasıl bu hale gelir?’ Psikoloji bu konuda bizi aydınlatır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.49

‘Size hayranlık duyuyorum,’ dedi Küçük Prens omuzlarını silkerek, ‘Fakat bu sizin için niye bu kadar önemli?’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.53-54

Can sıkıntısıyla oradan ayrılmadan önce, nafile bir arayışa girerek, bu narsis insanın sırrını çözmek ister. Kendini beğenmişe ‘hayran olmanın’ ne demek olduğunu sorar. İşte bu noktada harikulade bir diyalog başlar: ‘Hayran olmak; bu gezegendeki en yakışıklı, en iyi giyinen, en zengin ve en zeki insanın ben olduğumu kabul etmek demektir.’

İşte sorulması gereken soru budur. Kendini beğenmişlik bana hükmettiği zaman neden diğer insanların hayranlığı benim için son derece önemli olur? Öyle görülüyor ki kendini beğenmiş biri olduğum zaman ben merkezimi dışarıya taşırım; yani kendi değerimi bizzat onaylamaz, aksine bu onaylamayı yalnızca diğer insanlara bırakırım.

Burada da karşımıza çıkan, hükmetme hırsına kapılan insanın ahlakî görünüşünde olduğu gibi hastalıklı ve hasta edici bir ödünleme süreci değil midir?

Kral görüyoruz ki hakiki iktidarsızlığını şişirilmiş bir iktidar tavrı ve hareketiyle ödünler.

Kendini beğenmiş içten içe kendini değersiz ve silik bulduğu için açıkça zayıf egosunu ödünlerken gösterişli bir mizansenle benliğini yüceltir.

‘Kendini beğenmişlik,’ der Nietzsche, ‘insanın kendini aslında öyle olmadığı halde birey olarak gösterme eğilimidir.’ Kendini beğenmiş, isterik insan tipini yansıtır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.46-47

Kendini beğenmiş adamın başındaki şapka bir metafor. Alkışlanma ve beğeni karşısında selamlamak için kullanılan bir araç. Alkış… selamlama… Övülme… selamlama… Birbirini takip eden mekanik hareketler. Samimiyetsiz, sevgisiz yapaylıklar. Yüzdeki tiklere benzeyen davranış seğirmeleri. İrade yok. Engellemek mümkün değil; çünkü düğmesi çok derinlerde.

Yaşamı pohpohlamalara bağlayan nefsin, emirleriyle hâkim olduğu iç dünyaları. Ve nefsin kulakları sadece kendini öven sözleri işitiyor.

Psikolog Fritz Riemann, Korkunun Biçimleri adlı eserinde bu karakter tipini ayrıntılı bir biçimde ve doğru saptamalarda bulunmaya özen göstererek değerlendirmiştir:

‘Ben bana hayranlık duyulduğu için varım.’ narsis bir insanın özdeyişidir. ‘Beni göz alıcı ışıklarımın içinde gördüğünüzde, sizin de seveceğinizden eminim!’

Gerek kadın gerekse erkek; isterikler tüm hayatlarını coşkunluk, esrime1 sahneye çıkış üzerine kurarlar. Dünya bir tiyatro sahnesine, ilişki kurdukları insanlar birer seyirciye dönüşür. Seyircinin, kronik bir kendini beğenmişi, bir isteriği pür dikkat dinlemekten ve elleri ağrıyana dek onu alkışlamaktan başka hiçbir görevi yoktur.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.47

.Bu metaforun merceğiyle baksak günümüze, bizim şapkamızın ne olduğunu bulabilir miyiz? Olmazsa olmazımız, yapamazsak soluklanamadığımız, tüm zamanımızı ona harcadığımız tutumlarımızı görebilir miyiz?

.Tabii görebiliriz. Yalnız bu tutumun odağına kendimizi koyacağız, beğenilme hissi koşulumuz olacak ve eyleme gireceğiz.

.Mesela ben, fotoğraf çekme zevkinin zamanla özelin bile sergilendiği bir çekim tutkusuna nasıl çevrildiğini merak ediyorum. Bunlarla büyüyen çocukların birtakım değerleri kaybedebileceği endişesini taşıyorum.

.Durmadan kendini fotoğraflama ve çektiklerini gittikçe genişleyen bir daireyle paylaşma, şapkayı çıkartıp kendini alkışlayanı selamlama gibi bir durum. Psikologlar bunun bir paylaşma hastalığı olduğunu söylüyorlar. Tabi bunun da kaynağında Küçük Prens’in kendini beğenmiş adamında olduğu gibi hayranlık beklentisi ve kendine aşık olmak var.

.Bu beğenilme ihtiyacı nasıl bir şey ki insanı böylesine komik bir hale getirebiliyor.

Küçük Prens bunları söyleyip uzaklaştı. ‘Büyükler gerçekten çok tuhaf.’ diyerek yolculuğunu sürdürdü.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.54

Kendini beğenmiş, isterik bir karaktere sahip olduğumda, diyaloğa değil, monoloğa eğilimli olurum. Sahneye çıkışlarımın, sonu gelmeyen kelime oyunlarımın ve taşlamalarımın sivriliğinin ardında yeterince değerli olmadığım duygusuyla örselenmiş olan “ben”, pusu da beklerim. Gizli depresifliğimi ve yılgınlığımı göstermeyi kendime saklarım. Kendimi her zaman çok iyiymiş gibi gösterme zorunluluğu duyarım.

Depresif ve isterik bir karakter olan Fransız romantik François-René de Chateaubriand (1768-1848) gizli depresifliği ile sonu gelmeyen onaylanma ve görülme ihtiyacını nükteli ve iki anlamlı bir ifadeyle dile getirmiştir: ‘Ben bir inziva yerinde yaşamak istiyorum. Ancak bu inziva yeri kesinlikle bir sahnede olmalı.’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.48

Bu gezegenden de Küçük Prens hayal kırıklığı ile ayrılır. Her şey tuhaf, komik ve boştur. Ama bu boşluğun ardındaki gerçek, korkutucudur. Burada da iç dünyaları boabap ağaçları sarmıştır. Şahit olduğu tehlike, insanın iç dünyasını mahvedecek özellikleri taşır.

Bu der ki: ‘Varlık âleminde güzellik, fazilet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.’ Öbürü der ki: ‘İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına tabidir.’ O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmağa başlar. Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır! Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.

Mevlâna / Mesnevi / 1. Cilt

Küçük Prens’in “Şu büyükler çok tuhaf” diyerek yola koyulması onun sahte olanı keşfetmesidir.

.Çocuk bozulmamış fıtratın ta kendisi. Ruhu Rabbine vaadini unutmamış. Bu halini bir koruyabilse, içimizdeki çocuk hep saflığıyla kalabilse, insan kulluğunu hiç unutamayacak. İnsanın hakikati bu. Fıtratı doğuştan tertemiz bir dünya. Sınırları alabildiğine geniş. Sevgiyi sadece sevgiyle biliyor. Toprağı verimli bir yürek ve güneşi aydınlık hülyalar.

Hakikat insanın içindeki hazine. Aynı istiridye içindeki inci gibi. Derine dalmayan nasıl inci çıkaramazsa, içine dalmayan da hakikatini bulamıyor.

.Deniz karşında, ama sen neden dalamıyorsun?

.Çünkü sahili birbirinden renkli oyunlar sarmış. Onlara dalınca denize dalmayı unutuyorum da ondan. Bu dünyada her şey ancak duruluk içinde görülebiliyor. Kalabalık ve gürültü, hakikati örten sahteliğin örtüleri… O örtü kalkmadan içimize dönemiyoruz. Sahilden vazgeçmeden denize dalamıyoruz.

Her şeyde ve her olayda sahte olan; batıl olan fark edildiği anda ortadan kalkacak ve hakikat görülecek.


1. Esrime: Kişinin kendinden geçmesi, duyulur dünyanın dışına çıkarak kendini Tanrı’yla birleşmiş sayması durumu. Vecd, coşku, cezbe, isteri.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply