Gül Açar Çünkü Açar; Ne Gözetir Kendini Ne Görülmek Arzular

0

Satırların altını çizerek okuduğum güzel bir kitap var elimde: Başı Sınuklar İçin Kılavuz. Kemal Sayar’ın birçok eserini severek okudum. Ama bu eseri sanki bir başka. Bir yazar yazdığına gerçekten kalbini koyuyor ve o kalp de içten içe ilerliyorsa seçilen konular da yazılan satırlar da bundan nasibini alıyor. Değerlendirmek haddim değil; ama içime öyle geldi. İçindeki bir konu ve şu dizeler hayli etkiliyor beni. 

Güle dair bir neden yok, gül açar çünkü açar
Ne gözetir kendini ne görülmek arzular

Agnelus Silesius

Kemal Sayar / Başı Sınuklar İçin Kılavuz / Güle Dair Bir Neden Yok / s.59

Sade, iddiasız mısralar… Su gibi akıyor. Toprak gibi bereketli ve hâlâ ürününü veriyor. İçinde kim bilir bilgece geçen kaç yılın birikimi var? “Angelus Silesius,” 17. Yüzyılda yaşamış bir Alman. Mistik bir şair. Hiçbir sebebe dayanmadan sırf yaratıldığı için güzel olanı dile getiren sözlerinde bugün bize iyi gelecek bir iksir var.

Güzelliğe neden güzelsin diye sorulsa; “Güzelim; çünkü beni yaratan Cemil; “güzel olan”dır, “güzel yaratan”dır ve O, güzel olanı sever.” diyecektir. Onun için gül güzeldir; çünkü başka türlüsü olamaz.

Güzel neden etkiler? Gönülde ses bulduğu için. Gönül neyi güzel bulur? Ruhunu alıp götüreni. Ruh bozulmamış, saf yaradılışı sever. Bozulmamış, Allah’ın sanatının korunduğu çizgileri, suretleri. Sonradan üzerine eklenenler, nefisten gelir. Ruhtan gelmeyenler, güzelliği bozar. Bedene yapışmış çamur gibidirler. Bunlar ruha ağır gelir. Güneş açar, su akar, arı bal yapar. Bu işleri yapmak için bir sebebe ihtiyaç yoktur; çünkü yapılan, fıtrîdir. Bilakis yapılmaması düşünülemez.

İnsana verilen görevler de fıtrîdir. Annelik fıtrîdir, babalık fıtrîdir. Annenin süt vermesi, bebeğin meme emmesi fıtrîdir; kimse öğretmez. Acıkmak, rızık aramak fıtrîdir. Edepli olmak, mütevazı olmak fıtrîdir. Aynı nefes alıp vermek gibi. Hiç nefesinizi saydığınız oldu mu? Yemek yerken tükürük bezlerinizi kontrol ediyor musunuz? Kontrolü düşünün. Hayat veren nefes, nasıl yük olur size. Yaradan yaradılışımıza uygun vermiş nimetlerini. Rızasına uygun kullanıldığında şifa olur. Rızasının dışında kullanılan her şey, bela getirir. Tevazu, edep içten gelmiyorsa öyle olma gayretleri göze batar. Riyanın girdiği her davranış üzerimizde sırıtır. Maskeler çabuk düşer.

Demek ki yaradılışın sesine kulak veren, Yaradan’ın hoşnut olduğu davranışları sergiler. “Gül açar çünkü açar. Ne gözetir kendini ne görülmek arzular.” Gülün kokusu yaradılışından gelir, kendinin bir emeği yoktur, güzel kokusu için gururlanmaz. Gülün maskesi yoktur. Yasemin gibi kokmaya yeltenmez. Kendine verilen güzellik, koku, zarafet nimetini baş tacı yaptığı için kendisi de baş tacı edilir. Riyanın bir tozu dahi konsaydı üzerine, bülbül ne yapardı?

İnsan olana tevazuu yakışır; çünkü öyle yaratılmıştır. Ne kontrolde tutmalıdır davranışlarını ne mütevazıyım diye övünmelidir. Şımartılmamış çocuğun cana yakınlığı, yaradılışındaki doğallıktan gelir. Gerçek güzellik budur. Dünya eli değmemiş, rengine, kokusuna dışardan bir şey karışmamış; kısacası genleriyle oynanmamış her ürün insan için güzellik, bereket ve sağlıktır.

Yaşamlarımız da böyle olsa; tavırlarımız, konuşmalarımız… Kim bilir neler kazanır, kimlere bereket oluruz? Exupéry’nin dediği gibi cayır cayır yanan ilişkilerimizi “öğle sonrasında seyredilen bir fıskiye gibi yürekteki sessizliği dile getiren” hislerle serinletebilsek…

Mevlâ yuvamızda huzurun temini için her şeyi vermiş. Hem kadının hem erkeğin fıtratında huzuru oluşturacak özellikler var. Onları dış dünyamıza çıkarabilsek… “Aslında insanın tek gerçek zenginliği ve kutsallığı sözlüğe bakma hakkı değil, kendi dışına çıkmasıdır.” Ama çıkmak için önce içeriye girip orayı tanımak gerekiyor. 

Benim dilim, özünde çiçeği pembeye boyamak gibi gelişmiş bütünler aktarmaz, en basit kelimeler aracılığıyla seni bağlayan eylemleri yaratır ve herhangi bir şeyin güzel olduğunu söylemez; ama öğle sonrasında seyredilen bir fıskiye gibi yürekteki sessizliği dile getirir.

Ve sen halkının dehasının yarattığı ve sorgun dalından1 örülen sepet ya da denize atılan ağ gibi halkının dehasıyla düğümlenen eylemleri önemsemelisin. Ama dilleri karıştırırsan, insanı zenginleştirmek şöyle dursun, onu yoksullaştırırsın.

Çünkü yaşamı eylemleri içinde anlatmak yerine daha önce gerçekleşmiş ve eskimiş eylemleri anlatmaktan başka bir şey yapmış olmazsın. Sen bana herhangi bir yeşil rengi keşfetmiş olmanın sana neler hissettirdiğini, seni nasıl beslediğini ve çölünden döndüğünde taze arpayı gördüğünde nasıl değiştiğini anlatacağın yerde bir erzak gibi verilen ve sana gösterme ve adlandırma olanağı sunan, anlaman gerektiğini dikkate almayan kelimeleri kullanıyorsun.

İnsanın bu evrensel saçmalığın sahibi yapılarla zenginleştirileceğini sanmak… Aslında insanın tek gerçek zenginliği ve kutsallığı sözlüğe bakma hakkı değil, kendi dışına çıkmasıdır ve bu durumda kesinlikle söyleyecek tek kelime yoktur. Aksi taktirde öncelikle bana bir şey öğretmiş olmayacaktın ve ayrıca öğretmen için deniz kenarlarındaki kum tanelerinden çok kelime gerekirdi.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.236-237

Güzeli görmek için nasıl özel bir gözlüğe ihtiyaç yoksa, güzeli anlatmak için de süslü kelimelere ihtiyaç yoktur. Bir şeyi olduğu gibi anlatmak, zaten güzeldir. Bütün mesele, gönülden gelen ışıkla nasıl gördüğün. Ve ikisinin kanalından geleni nasıl dile döktüğün. Katkısız, süslemeden, zorlanmadan anlatmak. Zahmetsiz, kolay gibi gelir; ama çok zordur. Çünkü bu tür anlatım, kelimelerini gönülden alır.

Yunus Emre’nin kalemindeki sır nereden gelir? Onun gönül mürekkebinden. O gönlü her türlü kirliliğe rağmen korumaktır, esas zor olan. Zor olan, bağı dikenden, çalıdan, zararlı otlardan böcekten korumak, bakımını ihmal etmemektir. O gönlün, o bağın sahibinin emanetine toz kondurmamaktır. Yoksa güneş ısıtmak ve aydınlatmak, toprak vermek, su beslemek, gül açmak için yaratılmıştır. Göz görmek, kalp gördüğünü anlamak, akıl idrak etmiş olmak için var. Sen eğer güneş ışığında, topraktan biten gülün rengini gözünle görebiliyor, kalp gözünle; basiretinle keşfedebiliyorsan bu senin hünerin değildir. Sadece verilenleri yerli yerinde ve doğru kullanıyorsundur. Bu durumu her şeyde, her olayda uygulayan ve nasıl uyguladığının farkında bile olmayan, gerçek mütevazı olandır.

Gül açar, çünkü açar. Kendini gözetmez ve görülüp görülmediğini umursamaz. Bir kuş da tıpkı bunun gibi, bir şarkısı olduğu için şakır. Kimseye kendini beğendirmek için, övgüler almak için değil, sadece bir şarkısı olduğu için. Güzellik bazen sadece kendiniz olmanın özgürlük ve berraklığındadır. Başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Kâbe olağanüstü yalınlığında güzeldir. Dışarıdan müdahalelere boyun bükmeden, dışarının beklentilerine uymak için kendini değiştirmeden, kendiliğinden ve saf varoluş. Gül kendisi olmaktan razıdır, o zaten olduğu şeydir. Başka bir seviyede bu şiir, tabiatın özgürlüğüne bir ilahi gibi okunabilir.

Bir yandan da gül serpilmektedir, yani büyümenin lütfu ile barışık bir haldedir.

Kemal Sayar / Başı Sınuklar İçin Kılavuz / Güle Dair Bir Neden Yok / s.61-62

“Kimseye kendini beğendirmek için, övgüler almak için değil, sadece bir şarkısı olduğu için.” Sadece bir şarkısı olduğu için. Bu dünyaya gönderilmesine sebep bir görevi, hedefi olduğu için.

Dünyaya gelen her varlığın bir şarkısı var. Besteleri birbirinden farklı. Güfteyi yazan, varlığın kendisi değil. Doğuştan fısıldanmış içine. O şarkıyı dillendirmek, o varlığın var oluşuna anlam katarak apayrı bir güzelliğe neden oluyor. Notalar birbirine benzemiyor; ama varlık senfonisindeki ahenk müziğin en güzelini sunuyor kâinata. Kimse kimsenin sesinin önüne geçmiyor. Varlık sözlüğünde “kibir” yok. Fıtratlar sadece kendi dillerini konuşturuyorlar. Her şey doğal, sade, mütevazı ve sevecen. Alıp vermeler elden ele tüm varlığı dolaşıyor. Kimse ne vereceksin, neden vereceğim? demiyor. Çünkü “vermek” en büyük zenginlik olarak kabul ediliyor. 

Bir bahçe. Çiçekler… Bakmaya doyamazsınız; elinizle okşarken zarar vermekten korkarsınız. İnce, narin, ipek gibidirler. Bahçenin albenisidirler. Ve bahçe bilir kendisine onlar için gelindiğini. Aralarında dolaşmak, tek tek koklamak ne güzeldir… Zemin yemyeşil, otlar buyur eder. Ancak ayaklarınız altında yumuşacık bedenler size yumuşak bir halı hissi verirken minik canlarının nasıl kıyıldığını duyamazsınız. Ne şımarık sesler vardır ne sessiz feryatlar… Sadece bahçeyi bahçe yapan ahenk sarar her yanı ve ruhu alıp götüren mis gibi koku. 

Bu hakikattir değiştirilemez. Çünkü onları yaratan böyle düzenlemiştir, böyle yaratmıştır. Ne gül kibirlenir ne ot isyan eder. Sadece aralarında görülmez tellerden örülmüş sihirli bir akım, hülyalar sunar size. Çünkü onlar Rablerinin nazarında aynı olduklarını, aynı rahmetle sarıldıklarını bilirler. İlahî kattaki değerlerinin farkındadırlar. Onun için sevgiyle kokar, sevgiyle halı gibi serilirler.

Her varlığın, her olayın hakikatine içtenlikle girildiğinde çok değişik şekiller karşımıza çıkabiliyor. Hakikat merkezden dışa yayılan dalgalar gibi idrakleri sardıkça güzellik baş döndürüyor; ritim aklı alıyor. Varlığın ruhundaki bu ritim, kainattaki en güzel müzik. Çünkü dinlenilen, yaradılıştaki saf ses. Dışarıdan katkı yok. Varlığı besteleyen, her notayı en mükemmel şekilde düşünmüş. Varlığın ruhundaki şekil, en güzel şekil. Çünkü görülen yaradılışındaki saf görüntü. Çizgilerine, renklerine el değmemiş. Yaradan’ın yarattığı gibi. Sanatçının elinden ilk çıktığı gibi. Her çizgi, her gölge, her şekil hesap edilmiş.

Bilim, sanat, edebiyat ve felsefe yalnızca bu alanlarda başarılı olan kişilerin isimlerini binlerce yıl boyunca yaşatacak şahsî gelişmenin formudur. Ancak bu âlemin ondan uçurumlarla ayrılacak kadar çok daha üstünde, şeylerin her birinin ilk nizamıyla durduğu bir başka âlem vardır. Orada her şey isimsizdir (kişisizdir).

Tesadüfen başarılı yahut başarısız olan tüm isimler, ister bize ulaşsın ister ulaşmasın bu isimsizliğe gitmişlerdir. Onların kişiliği kaybolmuştur.

Hakikat ve güzellik işte bu gayrı şahsi ve isimsiz âlemde yaşar. Kutsal olan o’dur. Öteki yoktur, ki olsa bile bir tablonun ucundaki küçücük bir lekeyi andıran renk zerresinin temsiliyetindedir.

Bilimde kutsal olan, hakikattir. Sanatta kutsal olan, güzelliktir. Hakikat ve güzellik gayrı şahsidir ve bütün bunlar şeksiz şüphesizdir. 

Eğer bir çocuk para öderken bir hata yaparsa, bu onun kişiliğini damgalar. Eğer kusursuz bir şekilde ilerlerse onun kişiliği bu eylemden azadedir.

Simone Weil / Kişi ve Kutsal / s.31

Yaradılışa uymak, kâinatın dönen çarkına girmek demektir. Girebilen, varlık ailesindendir. Bizim varlığı seyrederken kalbimizde oluşan güzel hisler hep bu ailedeki düzenden, sıcaklıktan, içtenlikten gelir. Gerilim yok, endişe, fitne, riya, yalan yok. Tohum ağaç olduğundan beri hep çamur yer. Gövdesinde bir fabrika çalışır. Kökleriyle tutunabilmek için toprak altındaki mücadelesini bir tek kendi bilir. Ne için? Köklerinden meyvesine kadar hep vermek için. Ağaç bu nedenle uzar göklere.

Ben kibirlilerin yaşamayı bıraktıklarını söylüyorum. Çünkü öncelikle alması gerekiyorsa kim kendinden daha büyük olanla alışveriş yapar? Ölümsüzlük amacıyla kavrulmuş ve kurumuş olan, hiç büyümeyecektir.

Rüzgârda bütün tanelerini diken çiçeğin hareketini kesinlikle tanımayacaksınız. Bu taneler kesinlikle ona geri dönmeyecektir.

Meyvelerini veren ağacın hareketini kesinlikle tanımayacaksınız… Bu meyveler kesinlikle ona dönmeyecektir. Dans eden dansçının coşkusunu kesinlikle tanımayacaksınız, bir daha bu dansı kesinlikle yapmayacaktır.

Ve hayatını veren savaşçı gibi… Onu tebrik etmemin nedeni dar ve küçük köprüsünü kurmuş olması. Ona bütün insanlardan vazgeçtiğini öğretiyorum. Ve işte memnun… Kendisinden değil, insanlardan.

Benim senden istediğim aldıklarınla değil, verdiklerinle yaşaman, çünkü seni büyütecek olan budur.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.181-182

Ağaç verir: Gölgesini verir, çiçeğini verir, meyvesini verir, bir yelpaze gibi serinleten rüzgârını verir. Konaklansın diye dallarını verir, kabuğundan özüne içindeki nice şifalardan verir, ölür; yine verir. Çekirdeği başka ağaçlara hayat olur. Ocaklarda yanar, ısıtır. Biçilir, tıraşlanır, eşya olur. Hep verir. Kendine bir şey ayırmaz. Çünkü ağaç vermek üzere programlanmıştır. Verdiği hiçbir şey kendine dönmez. Ağaç verdikleriyle yaşar. Çünkü ağacın yaradılışının gayesi budur.

Çoğumuzun idealleri ve ideallere götürecek hedefleri yok. Küçük bir toplu iğne tasarımının zevkini bilmiyoruz. Küçük emeklerimizle ayağımızın üzerinde dik durmanın sade onurunu bilmiyoruz. Çünkü öğretmediler, öğretemedik. Amaçlarımız yok. Hep çok başarmaya, hep fazla kazanmaya, hep büyük gösterilere odaklanan bir eğitimin kurbanıyız. Çocuklarımızdan rekabet hırsıyla sevme kapasitesini, çok kazanmalısın hırsıyla hayallerini aldık. Sonuç ortada.

Böylelikle ruhun ve kalbin susuzluklarını giderecek tek pınarı gördüm. Sana uygun tek besin. Kurtarılacak tek miras. Ve senin saçıp savurduğun yerde yeniden yaratman gerekiyordu. Çünkü işte dağınık nesne kalıntıları içinde oturmuşsun ve hayvan hayatından memnunsa, insan senin yanında açlık tehlikesi tehdidiyle karşı karşıyadır ve neye aç olduğunu da bilmez. Çünkü sen öyle yaratılmışsın ki yiyecek ihtiyacın seni yiyeceğinin bir meyvesidir. Ve beslenme ya da idman yetersizliği nedeniyle bedeninin bir parçası cılız kalırsa sen ne idman ne de bu yiyeceği istersin.

Bu nedenle hiçbir şeyin dağdan sana doğru inmediğini ve seni aydınlatmadığını, hangi yolun seni kurtarabileceğini hiçbir zaman bilemeyeceksin. Aynı şekilde sana ne kadar bilimsel olarak açıklanırsa açıklansın senden kimin doğacağı ya da uyanacağını kestiremeyeceksin; çünkü ortada böyle bir şey yoktur.

Bu nedenle benim kesin kuralım ağacın gücü ve onun aracılığıyla kayaların, taşların kurtulmasıdır.

Ve ben seni bir kattan ötekine gitgide büyüyen hazinelerle buluştururum. Çünkü hiç kuşkusuz şenlik günleri onu değiştirdiğinde yıl olan aşkın, evin, mülkün, imparatorluğun, tapınağın ve bazilikanın hazinesi güzeldir. Fakat en yüksek dağa çıkmana yardımcı olman için sana rehberlik etmeme izin verirsen, senin için fethedilmesi çok zor olan hazineler var ve birçok insan bu nedenle dağa tırmanmaktan vazgeçecekler. Çünkü onlardan yeni bir imaj oluşturmak için tutundukları öteki tapınakların taşlarını çalıyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.274

Dağa tırmanmak, alınlarındaki terle doruklardan yüceleri seyrettirmek yerine dağı onların yanına indirmeye çalıştık. Tabii ne dağ inebildi ne de doruklardan seyredilen ufuklar. Onun için yaşamda karşılarına çıkan en ufak zorlukta dağ gibi ayakta kalmak yerine zorbalık, kabalık, gövde ve güç gösterileriyle hem kendilerini hem çevrelerini kırabiliyorlar. Ne sevdalarında ne hayallerinde ufuk var. Ufkun olmadığı yerde umut olmaz. Ötelerin heyecanı olmaz. Heyecan olmadığı için yollar geriye dönenlerle dolu. 

Oysa hayat da bize bir gül gibi sunuluyor. Gülün kokusu, rengi, her şeyi tohumundan gelir. Solsa da ardından nice tomur verecektir. Hayatın kokusu, rengi de hakikatinden geliyor. Gafletle onun üzerine peçe çekmeseydik ne olurdu? Ardındaki güzellikleri görebilseydik… Nasıl mı çekeceğiz o peçeyi? Bize sunulana verdiğimiz değerle, sunana gösterdiğimiz itimatla ve güzel bakışla. Çünkü her zaman güzel gören, güzel buluyor. 

Güzel gören güzel bulur derken Halil Cibran’ın Erm adlı eserinden güzelliğe dair harika bir tespiti paylaşmak istiyorum:

Ve bir şair öne çıktı, ‘Bize Güzellik’ten söz et!’ dedi. ‘Güzellik’ten ve Güzel Olan’dan!’

Şunları söyledi, Ermiş:

Nerde ararsınız güzelliği ve nasıl bulursunuz onu, Güzel Olan’ın kendisi yolunuza çıkmaz ve kendini göstermezse size ona götüren yolu?

Ve nasıl söz edebilirsiniz ondan, sözün kumaşını dokumadıkça onun kendisi?

İncitilmiş, yaralanmış iri, ‘Güzel Olan incedir, der. İncedir, kırılgandır, kendi ihtişamından ürken genç bir anne gibi yürür aramızda.’

Ve tutkulu biri, ‘Hayır, der, hayır, güçlü ve heybetlidir.

Güzel Olan, tıpkı altımızdaki yeri, üstümüzdeki göğü sallayan güçlü fırtına gibi…’

Yorgun, bitkin ve bezgin biri, ‘Tatlı tatlı fısıldayan şeydir Güzellik. Ruhumuzun diplerinden konuşur. Onun sesi, gölgeyle yutulmak korkusuyla titreyen baygın bir ışık gibi düşer sessizliğimize.’

Kışın, kar küreyen amele, ‘Güzellik, baharla birlikte gelecek der, tepelerden hoplaya, zıplaya.’

Ve yazın sıcağında, orakçılar, ‘Biz onu güz yapraklarıyla dans ederken gördük, saçlarında da kar üfleyen bir rüzgâr dolaşıyordu.’

Bütün bu söyledikleriniz güzellikle ilgili, ama yine de bunlarla, gerçekte ondan değil, doyurulmamış arzulardan, ihtiyaçlardan söz etmiş oluyorsunuz.

“Oysa, ben derim ki, güzellik bir ihtiyaç değil, bir coşkudur, bir erinçtir.2

Ne susamış bir ağızdır güzellik ne de uzanmış boş bir el. Fakat daha çok da tutuşmuş bir gönüldür ve büyülenmiş bir ruh…

Gördüğünüz bir hayal, bir biçim olmadığı gibi, işittiğiniz bir ezgi de değildir, o.

Fakat daha çok, gözlerinizi kapadığınızda gördüğünüz bir resim, kulaklarınızı tıkadığınız zaman duyduğunuz bir ezgidir belki.

Ne kabuk kaldırılınca ortaya çıkan özsuyudur, ne de pençeyle yaralanan kanat.

Fakat bir bahçedir, Güzellik, bitmeyen çiçek mevsiminde, bir bahçe ve bir melek kafilesidir, Güzellik, ebediyete kadar uçan.

Ey Orphaleseliler, ben derim ki, Güzellik hayatın kendisidir, hayatın peçeyi açtığı zamanki hali kutlu yüzünden. Fakat hayat da sizsiniz, peçe de siz.

Güzellik aynada kendi yüzünü süzen ebediyettir, desem? Fakat ebediyet de sizsiniz, ayna da siz.’

Halil Cibran / Ermiş / s.114-115-116-117 / Çeviri: Cahit Koytak

Bizler ruhumuzun ihtiyacı olan güzelliğin değil, nefsimizin ihtiyacı olan güzelliğin arayışı içindeyiz. Bize “ruhu üfleyen” sunduğu bedende ruhun ihtiyacını da yerleştirmiş. Bu muazzam inşanın mühendisliğinden şüphemiz mi var?

Neden bu kadar gerilim içindeyiz? Sırtına yüklenen ağırlığı zorla taşıyan hamal gibiyiz. Bir ömür insana nasıl yük olabilir? İlişkiler nasıl böylesine zorla sürüklenircesine taşınır? 

Çünkü fıtrî olmaktan uzağız. Yani nefesi saymak gibi yaşamayı yük haline getirmişiz. Görülmek, beğenilmek, hep önde olmak arzusuyla doğallığa, sadeliğe, içtenliğe yer vermemişiz.

Aynadan yüzüme bakıyorum; her çizgisindeki nakış neyi hatırlatıyor? “Sanatçı”sını. Ellerime bakıyorum; sadece on parmak. Nereden alıyor bu enerjiyi; bitmiyor, çoğalıyor. Okşadığım her baş, tuttuğum her el; avuçlarımda binlerce muhabbet… Muhabbet, membaından “hakikat”e akıyor. O hakikat bizim şifamız, yaşam gücümüz, her şeyimiz. Nereye baksam, neyi tutsam hepsi birer hikmet dili. Her şey önümde ikiye ayrılan yol… Biri doğru, biri eğri. Hangisi doğru, hangisi hakikate götürecek beni?

Can kulağım beklediği cevabı alıyor, yücelerden:

.Gerçek “Güzel”i bulanın hayalini, niyetini, amelini yüceler çeker kendine. Güzellik, görenin gözündeyse ve aşk da gözün özündeyse o aşk “Güzel”e ulaşan güzelliktir. Rengi hakikattir, yolu hakikat. Aradığın bu.


1. Sorgun: Sepetçi söğüdü, çalıya benzer bir çeşit söğüt.
2. Erinç: Hiçbir eksiği, hiçbir üzüntüsü ve acısı olmama durumu, rahat, huzur.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply