Gördüğüm Yalnızca Bir Kabuk; Asıl Önemli Olan Gözle Görülmüyor

1

Şafağın ardında cennet kokulu gökler turnaları bekliyor. Turnam! Sen nasıl “güneş”e hasretsen; güneş de sana hasret. Ürkme, akşamın gölgeleri çökerken üzerine. Çünkü güneşin zevali, onun yok oluşu değildir. Sır ülkesinin nuruyla ışıldamak için yarının şafağından yeniden doğacaktır. Bekle…

Exupéry de bekledi. Her eserinde çizdiği, konuşturduğu karakterler de onunla beklediler. 

Yaşadığı çağın iki toplumsal vebası önüne gelen her değeri yok ediyordu: Faşizm ve komünizm insanları ruhlarından ayırarak hissiz bedenler, özü olmayan kabuklar halinde savuruyordu her yere. Yazar nefret ettiği bu sistemlerle hep mücadele etti. İnsanlığı bu bataklıktan çıkarmak; yaradılışının güneşli, havadar, tertemiz atmosferine yeniden kavuşturmak istiyordu.

.İnsan arıyordu, hep arıyordu; ama neyi arıyordu? 

.“Yitik Cennet”ini. İşte bunu bilenler, cennet hakikatinin tadını ve güzelliğini hep gönüllerinde hissettiler. Engeller kabuk gibi sarsa da her yanı, gerçek aydınlar asla ümitsiz olmadılar.

Bir medeniyet de batış çanlarını çaldı mı, onun gerçek sahipleri, durumu bütün acılığıyla görmeli ve hemen bir diriliş noktası etrafında toplanmalıdırlar ki, inanç, düşünce, sanat, edebiyat, ahlak ve davranışlardaki olağanüstü medeniyet oluşumu duraklamaya yüz tutmuşsa, o tohum gibi olan noktadan yeniden yüz göstersin, boy versin, neşvünema bulsun.

Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.38

O “tohum gibi olan nokta”da cennetin adresi ve dirilişin haritası vardı. Onu keşfeder keşfetmez uygun topraklar hazırlayarak anlattılar. Çapalayarak, sulayarak anlattılar. Ve Exupéry de Sezaî Karakoç gibi düşüncelerini nefesiyle döktü toprağa. Dalları hakikate yükselen filizleri, ağacı kalemiyle çizdi ve durmadan yazdı.

Sanatçıların, şairlerin, düşünürlerin bakışları gök nakışlı olmalı ki görebilsinler. Hayalleri seher yelinde çiğnemler gibi parlak ve serinletici olmalı ki rahatlatsınlar. Hele yürekleri Nuh’un Gemisi gibi koruyucu olmalı ki değerleri yarınlara taşıyabilsinler tufanlara rağmen.

‘Hakikate çağıran’, insanı Nuh’un Gemisi’ne çağıracaktır. Kalp biçiminde olan gemiye. Ya da gemi biçiminde olan, daha doğrusu gemi gibi yol alan kalbe çağıracaktır insanı. Tantanalı vücudun kalpsiz yaşayamayacağını bilmeye çağıracaktır. Tabiattan yükselen renk, ses, çizgi selinde boğulmamaya, Tek Renge bürünmeye. Şahlanmış, fakat dizginli ata atlamaya. Yoksa çılgın ve azgın at dalgaları insanı boğup sürükleyecektir.

Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.51

Nefsimizle toprağa bağımlıyız, ruhumuzla göklere… Her an düşebileceğimiz gibi bir anda da kanatlanabiliriz. Yükseliş ve düşüş ve tekrar yükseliş… 

.Küçük Prens bir düşüşün mü yoksa bir yükselişin, dirilişin mi hikayesi?

.Küçük Prens, “yorgun dünyaları canlandıracak olan yaradılış özü”nü yeniden kazanma yolundaki mücadeleyi anlatan bir eser. İçe ümit aşılayan, ruha diriliş fısıldayan bir yanı olmasa unutulur giderdi. 

Ayrıca bu tip eserlerin sırrı ne kullanılan kelimelerinde ne de konusunda. Bu sır, aynı uykuya dalacak çocuk gözlerine mutlu rüyalar üfleyen sıcak, sade, samimi şefkat soluklarında. Onun için yazarlar, hele günümüzün olumsuz şartlarında, biraz da ana-baba soluklu olmalılar. 

İnsan ve çöl. Çöle düşüş ve çölde diriliş hikayesi… Çöl mahrumiyet, susuzluk… Yaşamı bütün zerresiyle zorunlu arayışa yönlendiren dilsiz bir sesleniş. Çölde susuz saatler… ve arayan adımlar… ve sabreden ruhu bekleyen hakikat… Ab-ı hayat.

Ah! Düşüşsüz insan! Benden övgü bekleme. Düşüşün tadını almayan insan! Senin yücelerin serinliğinden, arılığından ne haberin vardır? Ruh gecesinin yedi katlı karanlığına batmamış yürek! Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der? Ey zindanda bir gece geçirmemiş dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin? Ey yükseklerden büyük seslerle düşen su, bu yalçın kayalara bir şelale borçlu olduğunu biliyor musun?

Cennette hiçbir sarsıntıya uğramadan yaşayacak olan insanoğlu mu; yoksa ayağı kayarak yeryüzüne düşen ve orda ab-ı hayatı ararcasına karanlıklar arasında geçen, dünya çilesini çektikten sonra Tanrı’ya özlem duyan insan mı? Seçilmiş olan hangisidir?

Yine savaşa savaşa, ölüm ve korku devlerini kıra kıra, peri kördüğümlerini çöze çöze yeniden sevgi hedefine doğru yönelen insandan hangisi daha çok hayatın kabuğunda veya incisindedir? 

Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.10

Maddiyatçı dünyanın insandaki etkisi manevî açlık. Bu dünyanın sadece akla bakan pencereleri kalbi unuttuğu için onu gücendirdi. Bundan dolayı günümüzde ihmal edilen her değerin kalbi kırık. 

.Peki, bu kırık nasıl onarılacak? 

.Kalbin gıda kaynağını bulmayı ümit ederek. Beyni düşünceyle, gözü fosforla, kalbi imanla besleriz. Ve hepsi de kendi yolunda mesafe aldıkça canlanır. İşte bu sebeple arayış, ümidin dirilişine yürümektir. Çünkü “ümit” bizim beklentimizdir1.

.İç dünyasında neyin beklentisinde olmalı ki insan, onu aramaya çıkabilsin? Mesela pilotun da kalbi kırık. 

.Evet, başlarda anlamasa bile pilot da hep arayış içinde. Yol boyunca yanındaki yol arkadaşının söyledikleri, adeta yolun işaret levhaları gibi onu yönlendiriyor. Yavaş yavaş bu yönlendirmelerle dış görünümlerin etkisi altında kalmamayı öğrenmeye başlıyor. Bir evin, yıldızların ya da bir çölün ve bunları gizemli kılan şeyin, içinde yaşanılan mutluluklar, dostluklar olduğunu öğreniyor.

Güce sahip olmak, dünyayı ele geçirmek ve başkalarıyla sadece onları esaret altında tutarak yaşamak tutkusu ile gözümüz kör olmuştur. Artık bundan sonra bizim dışımızda hiç kimse bizi cennetten kovamaz.

Küçük Prens sayesinde pilot, bundan sonra ne yapması gerektiğini bilmektedir. Yavaşça bir çeşmeye; yani sevgiyle aydınlanan zekanın var olduğu bir hayata yürümek.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.86

Ve Küçük Prens’in bu bölümünde geçkin bir yürekle kollarında özenle taşıdığı küçücük taze pınar, yıldızların altında manevî âlemin yitik cennetini bulmaya doğru yol alıyorlar.

Küçük Prens uykuya dalarken onu kucağıma alıp yine yola koyuldum. Çok etkilenmiştim; duygularım karmakarışık olmuştu. Çok narin bir hazine taşıyor gibiydim. Hatta, sanki dünyada ondan daha narin bir şey yoktu. Ay ışığının aydınlattığı soluk alnına, yumulu gözlerine, rüzgârın uçuşturduğu saçına baktım ve şöyle söyledim kendi kendime: ‘Şu anda gördüğüm yalnızca bir kabuk. Asıl önemli olan ise gözle görülmüyor…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.98 

.Pilot kucağında taşıdığı çocukta neyi göremez ve bu küçük bedenin altında neyi sezmeye başlar?

.Pilot kendi yaradılış özünün kokusunu almaya başlamıştır çocukta. Bu masum, fıtrî kokuyla içindeki kirlerinden arınmaya başladığını hisseder. Bu arınma, tıpkı vicdanın tozlarını alarak altından çıkan ışıldayan yüzü sevmek gibidir. 

Terapi seanslarımda, nihayet kendini çocuk olarak bulmuş ve o küçük kızın ya da minik delikanlının eşsizliğini hoşnutlukla kavramış olan insanlara sık sık büyük bir çocukluk fotoğraflarını gururla duvarlarına asmalarını ve her gün onunla sevgi dolu sohbetler etmelerini tavsiye ederim.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.122

Her hakikatin üzerinde onu koruyan bir kabuk var. Zamanı gelince kabuk kırılmalı ve içinde olan bulunmalıdır. Çünkü o öz bulunmadan insan kendini hakiki anlamda tanıyamıyor; yani merkezini bulamıyor. Daha sonra da merkezin “Merkez”ini. Lübbü; özü bulamayan kişi kabukla meşgul oluyor. Hakikati bulamayan da boş şeylere dalıp Mevlâ’sını unutuyor. 

Her zerre bir hakikate gebe. Çekirdekte ulu bir ağaç, tohumda nice çiçek, nice buğday… Dalga deryayı taşır, yağmur damlası gökleri. Hepsindeki şevk ve heyecan, doğacak olanın ebesidir. Onun için her an, bir yenilik getirir kâinata. Her an Yaradan nice nimetleri, nice güzellikleri sunarken ellere, ancak nankörler2 göremezler. Göremeyen faydalanamaz. Nimetten, güzellikten mahrum iç âlem, aç kalır. Bu açlığın adıdır bunalım. Aç kalan gücünü kaybeder; kalp hastalanır, ruh takatten düşer. Bunun sonunda iki yol açılır: Ya açlıktan tükeneceksin ya aramaya çıkacaksın. Her açlık arayışın ilk adımı olabilir. Ancak kendinden ümit kesmeyenler ve iç dünyalarına kulak verenler için. 

Dudakları belli belirsiz bir gülümsemeyle aralanırken kendi kendime şunları söylüyordum:
‘Küçük Prens’in beni en çok etkileyen yanı uykudayken bile çiçeğine, tüm varlığını bir lambanın ışığı gibi aydınlatan bir gülün hayaline olan bağlılığı…’

Şimdi onu daha da narin hissediyordum. Onu korumak, sakınmak istiyordum; sanki hafif bir esintinin söndürüvereceği bir küçücük alevdi…

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.98-99

Çölde günlerce Küçük Prens’le baş başa kalan pilot, çoğu zaman bu küçük çocuğun sözlerini anlayamaz; hatta küçümser, ona kızar. Fakat susuzluk denilen kriz3, ondaki çaresizliğin son damlası olur. Yaşanılan kriz, susuzluğun ve suyun arasında tam bir dönüm noktasıdır. Bu nokta, onlara kuyu arama kararını verdirir. İki yolcu hem aklen hem kalben çölde nerede olduğu belirsiz bir kaynağa yürürken, pilot içinde tanımaya başladığı bu çocuk kalbinin taşıdığı sevgiyi, vefayı hissettikçe kollarındaki varlıktan etkilenmeye başlar:

Göklere nazar edip yıldızlarla göz göze
İçebilecek miyiz sırlarını seninle?
Bundan böyle gülecek ufkumuzda her şafak.
Aç gözünü küçüğüm, senle doğuşuma bak.

İzleri kayboluyor tükettiğim geçmişin.
Çöl kayboluş değilmiş; yeriymiş dirilişin.
‘Yoklukta var olmak’mış döndüğümde kumlara,
Buharlaşıp ermekmiş ruhun doruklarına.

Her arayan yaşar mı bu duyguları böyle?
Ondan mı aşkın adı dolanır çölden çöle?
Bazen titrek bir ışık, bazen bir kum yığını
Hatırlatıyor küçüğüm; bilsen anılarımı…

Exupéry’yi çocukluğundan beri hep bir yerlerde gizli duran defineler, perde arkasındaki sırlar meraklandırmış ve her zaman bunların heyecanı hayatının enerjisi olmuş. Çocukluğundaki tavan arası maceraları, gökyüzünde bulutların buğulu âleminde kayboluşlar, susuz kaldığı çölde yeri bilinmeyen kaynağa yürüyüş. Ve bunların hepsi, korkudan ziyade onu farklı bir olgunluğa dönüştüren birer ruhsal çözümdür. 

Anlatımında her şeyin en ince ayrıntıya, en hassas duygulara değinilerek gözler önüne serilmesi okuyucunun konuyla iç içe olmasını sağlar. Onun için eserdeki karakterin yol arkadaşıymışız gibi her şeyi ruhumuzda hissedebiliyoruz. Hatta İnsanların Dünyası’ndaki çöl macerasında neredeyse kumların çıtırtısını, yokluğun kokusunu duyacak gibi oluyoruz.

Sahrayı çok sevmiştim ben. O anlaşılmazlıklarla dolu çölde ne çok gece geçirdim. Kumların üzerinde rüzgârın deniz gibi dalgalar yaydığı o sapsarı sonsuzlukta uyandım kim bilir kaç sabah. Uçağın kanadı altında uyurken ne yardım çığlıkları duydum. Ama orası bambaşkaydı.

Tepelerin yamaçlarından yürüyoruz. Bastığımız yerler tamamen siyah parlak taşlardan oluşmuş ince bir katmanla kaplı, altı kum. Madenî pullardan ince bir yüzey gibi. Etrafımızdaki tepeler demir zırhlar gibi parlıyor. Madenden bir dünyanın içine düştük, demirden bir manzaranın içinde hapsolduk sanki.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.136-137

Elimden geleni yaptım. Elimizden geleni yaptık: Neredeyse hiç su içmeden altmış kilometre yürüdük. Şimdi artık içecek bir damla bile suyumuz yok. Bu şekilde fazla dayanamayacak olmamız bizim suçumuz mu? Akıllı uslu burada kalsaydık doya doya içecek suyumuz vardı sanki. Teneke mataranın dibini gördüğüm andan itibaren işlemeye başladı zaman. Son damlayı içtiğim andan itibaren yokuş aşağı yuvarlanmaya başladım. Zaman beni bir ırmak gibi sürükleyip götürüyor, elimden ne gelir ki? Prévot ağlıyor. Omzuna vuruyorum. Teselli etmek için bir şeyler söylüyorum: 

.Hapı yuttuk, elden ne gelir…

Dünden beri seksen kilometre yürüdüm. Bu baş dönmesi susuzluk yüzünden olmalı. Belki de güneşten. Güneş yağla kaplanmış gibi ışık saçan bu yıkıntıların üzerinde parlıyor. Bütün evreni kaplayan bu kaplumbağa kabuğunu üzerinde parlıyor. Artık ne kum var ne de tilki. Devasa bir örsten başka hiçbir şey. Bu örsün üzerinde yürüyorum. Güneşin vuruşları kafamın içinde yankılanıyor. Ah! O da ne, oradaki?

.Hey! Hey!

.Hiçbir şey yok orada heyecanlanma, sayıklıyorsun sadece.

Kendi kendime böyle konuşuyorum; çünkü aklımı başımda tutmam lazım. Gördüklerime inanmamam lazım, ne kadar zor olsa da. Orada uzakta ilerleyen kervana doğru koşmamam lazım, çok zor olsa da. Görüyor musun? İşte orada!

.Aptal, bunu sen uyduruyorsun, biliyorsun değil mi? 

.O zaman hiçbir şey gerçek değil dünyada…

Hiçbir şey gerçek değil mi dünyada? Yirmi kilometre uzaktaki şu tepenim üzerindeki haç mı? Haç mı, yoksa fener mi?

Ama deniz tarafı değil o taraf. O zaman bir haç olsa gerek. Bütün gece haritayı inceledim.

Aslında bulunduğum yeri bilmediğime göre bunun bir anlamı yoktu.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.140-141-148-149

İnsanı on dokuz saatte kuruyup yok eden batı rüzgârı esiyor. Gırtlağım tıkanmadı henüz; ama kupkuru ve acıyor. İçten içe yanıyor sanki. Birazdan bana anlatılan o öksürük başlayacak, bekliyorum. Dilim ağzımın içinde büyüyor. Ama en kötüsü parlak lekeler beliriyor gözlerimde. Lekeler alevlere dönünce bırakıvereceğim kendimi yere.

Sabah serinliğinden yararlanıp hızla yürüyoruz. Güneş açınca yürüyemeyeceğiz. Hep denir ya, güneş açınca… Terlemeye hakkımız yok, beklemeye de. Bu serinlik yüzde on sekizlik nemin serinliği sadece. Bu esen rüzgâr çölden geliyor. Bu aldatıcı yumuşak okşayışın altında kanımız buharlaşıyor yavaş yavaş.

İlk gün biraz üzüm yedik. Üç gündür yarımşar portakal ve yarımşar şekerli çörekten başka şey yemedik. Hem bir şey yesek bile hangi tükürükle çiğneyecektik ki?

Zaten hiç açlık hissetmiyorum, tek hissettiğim susuzluk. Ve sanıyorum artık susuzluğun yol açtığı sorunlara karşı koymaya çalışacağım. Bu kupkuru gırtlak, bu alçı gibi dil, ağzımın içini kaplayan çatlama hissi ve bu berbat tat, ilk defa yaşadığım hisler bunlar. Biraz suyla hepsi geçip giderdi eminim; ama hatırlamıyorum suyun tadını, bir bağlantı kuramıyorum zihnimde suyla bu yeni durum arasında. Susuzluk su içme arzusu olmaktan çıkıyor gittikçe, hastalığa dönüşüyor.

Dün yürürken ümitsizlik içindeydim. Bugün bu kelime bile anlamını kaybetti benim için. Bugün tek amacımız yürümek olduğu için yürüyoruz. Sabanı çeken öküzler gibi. Dün portakal bahçelerinden cennetler hayal ediyordum. Ama bugün cennet falan kalmadı. Artık portakal diye bir şeyin var olduğuna inanmıyorum.

Büyük bir duygusuzluktan başka hiçbir şey hissetmiyorum. Az sonra düşeceğim; ama ümitsizlik nedir bilmeyeceğim. Üzüntü bile yok içimde. Ama buna üzülüyorum işte: Keder, su gibi tatlı gelirdi bana. Bazen insan kendine acır ve bir arkadaşıyla konuşurmuş gibi dert yanar kendisine. Ama benim bu dünyada tek bir arkadaşım bile yok artık.

Çöl olan benim. Tükürüğüm yok, inleyerek kollarımı uzatacağım düşlerim yok. Güneş göz pınarlarımı kuruttu.

O da ne, bir şey oldu! Denizin üzerinden geçen hafif rüzgâr gibi bir ümit esti geçti üzerimden. Ne gördüm; bilincime takılmadan içgüdülerimi harekete geçiren işaret ne? Değişen bir şey yok; ama her şey değişti işte. Bu kumdan örtü, bu tümsekler ve küçük yeşillikler artık bir manzaranın görüntüsü değil, canlı sahne.

Yemin ederim, bir şeyler olacak… Çöl canlandı, yemin ederim. Yemin ederim, bu boşluk, bu sessizlik, şehir meydanlarındaki curcunalı kalabalıktan çok daha hareketli bir hal alıverdi. Kurtulduk! Kumda izler var…

Ah! İnsan türünün yaşadığı topraklar alınıvermişti ayaklarımızın altından, kabilemizden çekilip çıkarılmıştık, bütün evreni saran bir göçün arkasında unutulmuş, yapayalnız buluvermiştik kendimizi bu dünyada; ama işte şimdi insanın mucizevî ayak izlerini buluyoruz kumda.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.165-166-167-168

İnsanın çevresi her çeşit varlıkla zenginleşse de yine bir insana muhtaçtır. Onun gözlerindeki ışıkta, kelimelerindeki sıcaklıkta, yüreğinde bilemediği; ama onsuz da olamadığı sırda kendini bulur. Çünkü onun ayak izleri bile bir kurtuluş müjdesidir. Nefesi paylaşım, sesi sevgidir. Neden? 

İnsan olarak neden varım? Yalnızca bir beden miyim diye sordum çöle. Cevap geldi kumlardan.

.Beni görüp de sadece kumdan bir kabuk zannetme çölü. Bu âlemin içi boş değil ki sırf kabuk olsun. Öyle olsaydı her hakikat yolcusunun yolu buradan geçmezdi. Âdemoğlunun ruhu yitik cennetine kavuşabilmek için indirildi mana âleminden. Onun balçıkla şekillenen özünde bir hazine saklı. Ruhunun çölün kabuğundan, nefsin takıntılarından sıyrılarak hasret çektiği beldelere yücelmesi bu hazineyi bulmana bağlı. Bir, iki kere seyretmekle beni ne kazanırsın? Hiçbir şey. Ayna ne kadar netse o kadar güzel gösterir kendine bakanı. Bu âlemi de iyice netleşene kadar seyret…

Kabuk yaşamlar, içlerinde bir şey barındırmaz. Sevgi nedir, paylaşım, fedakârlık, dostluk nedir bilmez. Gerçek değerlere yer yoktur kalplerinde. Bedenleri hayallere koşmanın tadını tatmamıştır. Oysa kabuk, içindeki özü korumak için vardır. Sana verilen zaman ve hayat da içinde taşıyacağın değerleri korumak için varlar.

Çöle çevrilen nazarın, eğer üzerindeki dünya artıklarından arınmışsa beni geçer ve ardımdaki çölün sırrını keşfedersin. İşte keşfedilen bu çöl, “Leyla”yı arayan Kays’ı “Mecnun”a döndürür ve sonra da kendi hakikatini buldurur. Çölün sinesinde geçirilen günler, kelebek olacak ruhun beden kozasında başkalaştığı dönemdir. 

Ey halkım! Çöldeki kırk gününün krizalitini4 hazırlayan senin sıcaklığının tadını çıkarıyorum ve boş sözlere hiç kulak asmadığımdan ben senin hakkında hiç yanılmadım. Çünkü hareket öncesinde, aşkımın sessizliğinde, kolanların çatırtıları, hayvanların homurtuları, izlenecek yol ya da rehberlerin seçimi veya herkesin üstleneceği rol üstüne sert tartışmalar arasında dolanıp dururken söylediklerinizi dinlerken hiç şaşırmıyorum. Siz yolculuk övgüleri yapmıyordunuz, tam tersine bir yıl önce yapılan yolculuğun sıkıntılarını anlatırken kapkara bir tablo çiziyordunuz. Kör kuyuları, yakıcı rüzgarları, çölde görünmeyen damarlar gibi yakalanan yılanların sokmalarını, yağmacıların tuzaklarını, hastalığı ve ölümü anlatıyordunuz ve burada aşkın utanmasından başka bir şeyin söz konusu olmadığını biliyordunuz.

Kervan düzülüyor. Gizli sindirim, sessizlik ve krizalitin kör gecesi, tiksinti, kuşku ve kötülük başlıyor; çünkü her hareket acılı olur. Senin için bundan böyle uygun olan kendini yüceltmen değil, anlamadan sadık kalmaktır; çünkü senden beklenecek bir şey yoktur. Çünkü dünkü sen ölmelidir.

‘Ben evimdeydim!’ diyeceksin, çünkü artık hiçbir yerde olmayan biri değilsin. Sabahın köründe uyandırdığın eşeğinin sırrı yeniden aklına gelecek; çünkü atın ya da köpeğinle ilgili bir şey biliyorsun; çünkü onlar sana cevap veriyorlar. Ama bulunduğu yere adeta kapanmış olan biri hakkında bir şey bilmiyorsun. Ve sürgününün derinliklerinden kolunu bir kez daha onun boynuna dolama ya da yüzüne bir fiske atma ihtiyacı duyarsın. Bu karanlık gecesinde kalmış kör birini çok sevindirmek ister gibi bir şeydir. Ve hiç kuşkusuz seni terletirken ancak pis kokulu bir çamura benzeten kör kuyunun zamanı geldiğinde, senin pınarının itirafları yüreğini yaralar.

Böylece çölün krizaliti üstüne kapanır; çünkü üçüncü günden başlayarak ayaklarını uçsuz bucaksız bir alanın asfaltına bulaştırırsın. Sana direnen seni yüceltir ve güreşçinin darbeleri seni karşılık vermeye davet eder. Sözleri yutan ve seni sessizliğe götüren ölçüsü kaçmış bir konuşma gibi. Şafak vaktinden itibaren kendini tüketmeye başlarsın ve sol tarafındaki ufku gösteren tebeşir rengi düzlük akşam olduğunda belirgin biçimde dönmez.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.496-497-498

Beden yükünü almış bir kafile gibi ilerlerken bu kordan yolculukta, her tehlikeye, olumsuzluğa karşın onu koruyacak ve istikamette tutacak rehberi, ruhun sadakati, iradenin gücüdür. 

İçinde hayat taşıyan bir tohumu kim engelleyebilir? Sayısız kelebek uçuşlarına gebe bir krizalitin kabuğunun çatlamasına kim hayır diyebilir?

Çünkü bunların hepsi Yaradan’ın kanunudur. Tohum filiz verecek; krizalit çatlayacak; rehberi doğru seçilmiş kafile, bu çölde her şeye rağmen yol alacak. Ve susuz olan, su kaynağını bulacaktır.


1. Farsça’da “umîd” veya “ummed”, beklenti demek.
2. Nân (Farsça) / Ekmek +  kūr (Farsça) / Görmez =  Nankur – Nankör: Gördüğü iyiliği unutan, iyilik bilmeyen.
3. Crise (Fransızca): Buhran, hastalığın dönüm noktası, yargılamak, hüküm vermek.
4. Krizalit: Bir böceğin koza içinde ya da kozasız olarak, kelebek olmadan önce geçirdiği başkalaşma durumu.


‘Küçük Prens ve Pilot’ İllüstrasyonu © Nika Goltz
‘Küçük Prens ve Pilot’ İllüstrasyonu © Ann Baratashvili

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. “Tıpkı vicdanın tozlarını alarak altından çıkan ışıldayan yüzü sevmek gibi.”

    “O da ne, bir şey oldu! Denizin üzerinden geçen hafif rüzgâr gibi bir ümit esti geçti üzerimden. Ne gördüm; bilincime takılmadan içgüdülerimi harekete geçiren işaret ne? Değişen bir şey yok; ama her şey değişti işte. Bu kumdan örtü, bu tümsekler ve küçük yeşillikler artık bir manzaranın görüntüsü değil, canlı sahne.

    Yemin ederim, bir şeyler olacak… Çöl canlandı, yemin ederim. Yemin ederim, bu boşluk, bu sessizlik, şehir meydanlarındaki curcunalı kalabalıktan çok daha hareketli bir hal alıverdi. Kurtulduk! Kumda izler var…”

    Bu ifadeler normal ifadeler değil. Çok değişik duygular yaşayabiliyor insan. Emeğinize yüreğinize sağlık. Çok güzel bir bölüm bu.

Reply To alaca Cancel Reply