Gönülde Asıl Perde; Onu Hangi Göz Deler?

2

.Hava güzel. Hadi gel, seni sahil yolunda gezdireyim.

Son günlerde üzerime çöken ruhî halimden sıyrılabilmeliyim. Ancak hiç istekli değilim. Eşim ısrarında devam ediyor. Kendi adıma değil, hatırı kalmasın diye kabul ediyorum. Dışarısı bayağı sıcak. Bostancı’dan Maltepe’ye doğru sahil yolunda ilerliyoruz. Yavaş giderek gölgelik bir yer arıyoruz. Dragos‘a yakın otoparkı olan bir yer bulduk. Her taraf yemyeşil… Sahil, boydan boya uzanan doğal bir çayır gibi. Tam bahar havası. Taptaze yenilik kokuyor. Kısacası her şey çok güzel. Oturacak yer buluyoruz. Burası bayağı serinmiş diyor eşim. Bir korunma duygusu sarıyor her yanımı. Üstümdeki kabanın içine adeta sığınıyorum.

Karşımızda adalar uzanıyor. Sıra sıra inci taneleri gibi… Sağdan sola doğru dizilmişler: Kınalıada, Burgazada, Heybeliada, Büyükada. Aralarında daha küçükleri: Sivriada, Yassıada, Kaşık Adası, Sedef Adası. Prens Adaları diye de adlandırılan İstanbul’un bu yüzü, adına yaraşır asil görüntüsüyle öyle güzel ki… Prens Adaları denmesinin sebebi Roma ve Bizans dönemlerinde asillerin, prenslerin sürgün yeri olmaları.

Arka fonda Yalova, Çınarcık sahilleri belli belirsiz. Havada hafif sis var. Isı, varlıkta tomurcukları patlatacak ayarda. Denizin üzerini bir karış buğu sarmış. Bazen hava öylesine net oluyor ki, şimdi seçilemeyen Yalova sahilleri adeta ele alınacak kadar yaklaşıyor. Tabiatta sergilenen türlü türlü cilveler… Şu anda denizi saran sis, mesafeyi iyice uzatmış. Oysa sis kalktığında uzak zannedilenler, bir anda yaklaşacaklar.

Kainatta her şey zamanında, yerinde. Nice tohum, nice rahim, nice koza, nice sine içlerinde oluşanı taşırken ve değişirken ne ses var ne telaş… Goncanın kat kat kolları açılıyor varlığa. Sayısız krizalit çatlıyor. Tencerede kaynayan süt kaymak tutuyor. Suyun canında nice canlar dönüşüyor kara, buza, yağmura buluta. Hiç mi sancı çekilmiyor? Hangisinin sesini duyabiliyorum? Hiçbirini. Duyabilsem ne kulaklarım dayanırdı ne de yüreğim. Bu sessizlikteki muazzam doğuma şahit olabilmek, ancak ruhuyla sezen, kalbiyle itimat eden ve basiretiyle görene vergi.

Kainatın yolu tek. Adı hakikat. Çelişkili yollar yok, seçme yok. Ne yağmurun ne şimşeğin imtihanı var. Bizim ise karşımızda uzayan yollar… Hangisi doğru? Hangisi hakikate götürecek? Seçim için verilmiş bir ömür… Aynı menzile doğru giden birbirinden farklı yolcular. Böyle düzenlendi yolculuk. Yaradan böyle diledi. Buna rağmen yola bakmak, yanımızdakiyle konuşmak, el ele vermek yerine kıyaslamaya girmekle hataya düşüyoruz. Oysa bu muazzam düzenin, ahengin hikmeti birlik, sevgi ve dayanışma. Ne bulut kıyaslıyor kendini güneşle ne de serçe aşık atıyor martıyla. Hepsi apayrı yaratılışlarıyla değer, renk katıyorlar seyrettiğim tabloya. Biz ise… Bunca akıl, istidat, bunca üzerinde taşıdığımız nimet. Yazık ediyoruz kendimize.

Bir bilebilsek, kalbimizi sevginin otağı yapabildiğimizde güneş gibi parlayacak. Hele gönüldeki sevgi Mevlâ’ya ise… Nefretleri O’nun için unutmak, bize ne denli yakışacak. Gönlün sınırı olur mu? Kainata sığmaz Allah. Ama bir kulumun kalbine sığarım diyorsa… O sınırsızlıktan yakıtını alan ateşi, kim söndürebilir? Aynı güneş gibi.

Yanımızda getirdiğimiz açma, çörek, kurabiyeden tek tük atıştırmaya başlıyoruz. Etraf kalabalık değil. Taze otların arasında kargalar, kuzgunlar, serçeler rızıklarını arıyorlar. Yaradılışını sergileyen tabi, sade olan her şey, ruha iyi geliyormuş. İyi ki eşim ısrar etmiş, iyi ki onu dinleyip gelmişim diyorum. Sesin bardağı taşıran son damla olduğu bir sükunet yaşanıyor. Konuşmuyoruz; sadece manzarayı teneffüs ediyoruz. 

Sis olsa da olmasa da, adalar karşımızda. Arkalarında bizden hayli uzak görünen Yalova, Çınarcık sahilleri hep varlar. Buraya olan mesafeleri hiç değişmiyor. Peki bugün neden göremeyeceğim kadar uzaktalar. Çünkü perde gibi çekilmiş sis, görüşü engelliyor. Yoksa karşı sahillerin haritadaki konumları hep aynı. Kısaca sis aynı şeffaf bir perde gibi. Arkasındakini belli belirsiz gösteriyor. Bugün nasibimizde olan her türlü nimeti eşimle paylaşırken manzarayı Necip Fazıl’ın Perdeler Şiiri’yle bütünleştiriyorum:

Perdeler, hep perdeler…
Her yerde, her yerdeler.
Pencerede, kapıda,
Geçitte, kemerdeler…
Perdeler, hep perdeler…
……
Gönülde asıl perde;
Onu hangi göz deler?
Surat maske altında,
Sis altında beldeler.
Perdeler, hep perdeler…
…….
Bir tohumda bin gömlek.
Giyim giyim fideler.
Kalbler dilini yutmuş;
Bangır bangır mideler.
Perdeler, hep perdeler…

Necip Fazıl / Perdeler

Prens Adaları

Prens Adaları

Perde var; gözlerden, güneşten, yabancı gözlerden korur. Olmazsa kendimizi açıkta hisseder, rahatsız oluruz. Her kıymetli şey, bir mahfazada saklanır. Değerine göre kat kat sarılarak gözlerden ırak tutulur. Hakikat hayatın en önemli mücevheri. Her varlığın aslı, ruhu, her şeyi. O nedenle Hakikat Sahibi, o varlığın hakikatini kat kat sarmalayarak koymuş içine. Ağacın hakikati çekirdeğinde. Çekirdekte perdeler iç içe bohçalar gibi. Bedende kalp, sinenin derinlerinde. Damar, sinir, kas, yağ, et perde perde. İlahî değerlerin üzerinde ahlak, edep, sadakat, vefa, emniyet perde perde. 

Ancak bir perde daha var ki korumak yerine engel oluyor. Örttüğü ne varsa, onun ortaya çıkmasını istemiyor. Perde olarak varlığı, hep silmek adına. Ondaki hakikati örtmek istiyor; ortaya çıkmasına engel oluyor; yani perde oluyor. Nefsin vicdana, kalbe ve akla perde olması gibi. Benlik, tutku, ihtiras gibi kalbî güzelliklere, sevgiye, merhamete, tevazua göz açtırmayan kalın kara kara perdeler çekiliyor. Perdeler kapandıkça tutkular, maddî dünyaya ait hazlar çoğalıyor. Perdeler kalktıkça; odaya giren gün ışığı gibi, kalp nurlanmaya, ruh kanatlanmaya başlıyor ve o âlemin göklerine yavaş yavaş latif damlalar düşüyor. 

Perde perde üstüne çekilmiş. Aman vermiyor nefeslenmeye. Gayretinde günün dirilişi, zaman şifasını bekler. Güç, ellerinde. Öyle çek ki ucundan. Perde perdeye yığılsın. Ne varsa bir bir ortaya çıksın, karanlığından yılların. Sen nuru taşırken özünde, nasıl göz yumarsın onun kıyım kıyım kesilmesine?

Perdeler ya beşeridir ya da ilâhî… İlâhî perdeler kâinatımızdaki varoluşsal kategorilerdir: Mekân, zaman, form, sayı, madde, melekeleriyle yaratıklar ve tamamen farklı bir düzlemde hakikatleri ve sınırlarıyla vahiyler. Beşerî perdeler evvela insanın kendisi yani bizâtihi benlik, ikinci olarak haris ve karanlık benlik ve nihayet ihtiraslar, günahlar ve nötr bir düzeyde kavramlar ve düşünceler -bu son ikisi hakikati örttüğü müddetçe perdedirler.

Frithjof Schuon / Varlık, Bilgi ve Din / s.43

Sis, varlığın üstünü kapatarak onlardaki hakikat incilerini yok edemiyor. Sadece geçici bir süre görüntüyü engelleyebiliyor. Yaradan müsaade etmediği sürece sis ne bir yeri örtebilir ne de oradan kalkabilir. Varlığın işleyişinde irade, Mürid olana ait. Ancak insana bu dünya imtihanında kullanacağı bir ayrıcalık tanınmış. Cüzi iradesiyle nefsinin örttüğü hakikatleri arama imkanı verilmiş. Ya iradeyi kullanacak, iç âleminde keşfe çıkarak kendinin ne olduğunu anlayabilecek, gördüğü her düşünceye, her duyguya dokunacaktır. Ya da aksini yaparak nefsin her türlü isteğine boyun eğecek; aklına, kalbine, kendine dokunmayı unutacaktır. 

Bu tanıma yolculuğunda nefsin perdeleri kalktıkça uzak sanılan öz, ona yaklaşmaya başlar. Aynı Yalova sahilleri gibi. Yoksa o cevher, doğuşumuzdan beri bizimle. Haritada her bölge nasıl yerli yerindeyse, fıtratımız da yaratıldığı gibi yerli yerinde. Ama biz farkında değiliz. Doğru değerlendiremiyor; rengini, görüntüsünü değiştiriveriyoruz.

İçimizde öz dediğimiz bu cevher, Yunusça “Bir ben vardır bende içeri” dediğimiz yer ve tohum. O yerden insanca çoğalıyoruz ve o tohumdan filizlenerek yeşeriyoruz. Ancak modern dünya bu “ben”e hiç benzemeyen bambaşka bir “ben” tohumu atıyor içimize. Ve yine verdikleriyle filizlendiriyor, yeşertiyor. Önce “İçindeki ‘ben’i keşfet; sadece kendin ol.” diye fısıldıyor. Sonra sesini yükselterek ekliyor: “Önce kendini sev, başkalarına boş ver; senden ne beklerlerse beklesinler aldırma. Doğru olan, ancak senin bildiğindir. Bildiklerini kim engelliyorsa, kendin olmana ne maniyse düşmanındır; böyle bil!” diyor.

Bu filizlenen ‘ben’in dikenleri var ve bu söylenilenler dikenleri besliyor. Gittikçe iç dünyamızı sarıyor. Battıkça can yakıyor, kanatıyor. Bununla da kalmıyor: Kalp gözümüzü, duyularımızı kör ediyor. Ve hakikat olan “ben”e benzemeyen batıl bir dünya oluşuyor.  

Bu dünyada anlam arayışı yok. Oysa insanın fıtratında bir anlam arayışı vardır. Acının törpülediği, sabrın, vefanın şekillendirdiği, sadakatin, erdemin boyadığı kişilikler yok. Hiçbir acıya katlanmak istemeyen; sabır, vefa, sadakat, erdem nedir bilmeyen benlikler var. Yol gösteren İlahî çizgiler yerine nefsin çizdikleri var. Kaybolan her şeyin yerine bir şeyler oluşturuluyor. Boşluklar zamana, geçerli olana göre dolduruluyor. Kalbî, ruhî değerlerin boşaldığı yerlere nefis durmadan kendi değerlerini tıka basa dolduruyor.

Yine anılara takılıyorum. Bu dünyalarla dolu günlere gidiyorum. Bir yanda boş dünyaların içinde kendimi aradığım, bir yanda bulduğumda sımsıkı tutmaya çalıştığım değerlerle yeniden doğduğum yıllara açılıyorum. Çalıştığım okulun yoğun görevleri ve evimin arasında gidip gelmeler. Çocuklar büyüyor; ben de büyüyorum. Günlerim çok hızlı geçiyor. Mesleğimi; genç beyinleri, atak umutları ve onlara bir şeyler verebilmeyi seviyorum. Ancak yıllar geçtikçe hem öğrenci hem veli portresi gittikçe değişmeye başlıyor. Hırsın ve paranın gücü çirkin şımarıklıkları doğuruyor. Masum delişmenlikler narsistik portrelere dönüşüyor. Ve bu dönüşüm, 90’dan sonra hızla ilerliyor. Her şeyi satın alabileceklerini zanneden benlik dünyalarının içindeyim. Kapısı yeni açılan manevî dünyamı paylaşacağım bir iki kişi dışında kimsem yok. 

Yaşadıklarımdan perdeler yavaş yavaş kalktıkça hakikat nedir öğrenmeye başlıyorum. Zaten üstü örtülü diye değerler nasıl yok sayılabilir ki… Manevî değerler hayatın balı. Hakikat yolcusu bahçelerden öz toplayacak. Durmadan, yorulmadan toplayacak; çünkü bal yapacağı kovan geldiği âleme özgü.  

O günlerdeki yoğun çalışma temposu ve bulunduğum mekan aynı karşımdaki sahilleri perdeleyen sis gibi. Öğrenmeye çalıştığım yeni değerlerimi örtmeye çok müsait. Peki ruhum, kalbim nerede yapacak balını? Tabii ki kendi dünyalarında. Çünkü balın tadını çoktan aldılar. Yaşadığım her andan, bulunduğum her yerden öz toplamaya çalışacağım. Aynayı bu sefer çevrem olarak kullanıyorum ve ortam bende beni seyrettirmeye ve bende ne varsa olanları çıkartmaya başlıyor. Anlayışsızlık, tatminsiz insanların hem kendilerini hem onlara değenleri yakan sözleri, davranışları, beni yalnızlığıma öyle itiyor ki, köşemde sadece gerçek Dost olana, O’nun öz toplayacağım bağlarına dönüyorum. 

Ruhum ve kalbim zaten buralı değiller. Kovanım; duygu ve düşüncelerim kokusunu aldıkları başka âlemin peşindeler. Kendime oyunlar buluyorum. Mesela yürürken önüme bir şey çıksa sağından geçiyorum. Sağ, ilahî yorumuyla doğruluğu, imanı, sünneti hatırlatıyor bana. Ve bir dua bir salavat, arifane bir söz geçiyor aklımdan. Yani maddî yaşamın koridorlarında manevî hayata götüren menfezler açıyorum. Vaktim müsaitse hatırlamakla kalmıyor hem içimden söylüyor hem tefekkür ediyorum. Cebimde küçük bir defterim var. Yorumlarımı hemen not ediyorum. İlham gelmişse mısralara döküyorum. Tabi o küçük defterler bir, iki derken çoğalıyor. Onlara okuduğum kitaplardan seçtiğim sözleri de yazıyorum. Okul dışında, her yerde o defter yanımda. Gezmeye, bir arkadaşa giderken de yanımda. Vapur beklerken çok sıkılırdım; hele uzun mesafelere giderken çektiklerim. Artık sıkılmalar bitti; çünkü defterlerim var. Bir sürü doğacak tefekkürlerim ve şiirlerim. 

Gittikçe idrak ediyorum ki huzur hayatın balı imiş. “Hep seninle Olan”ı aklında biliyor, kalbinde hissedebiliyorsan ruh balını her yerde yapabiliyormuş. Duygularımı, düşüncelerimi paylaşacağım arkadaşlar ediniyorum. Gittikçe artıyorlar. Kendimden çok küçük -evlat gibi- olanlar, kendimden çok büyük -Hikmet Annem gibi- olanlar. Birlikte tefekkür ettiğim arkadaşlarım. Rabbim veriyor hepsini. Her türlü şartta itimat, sadakat ve vefa Rabbimin çok hoşuna gidiyor ki veriyor ihtiyacım olanı. Sadece sabretmek ve sebat etmek gerekiyor. Andre Gide’in yaşadıklarımı yansıtan şu sözleri çok hoşuma gidiyor:

Güçlü olmak istedim ve Tanrı beni güçlendirmek için zorluklar yolladı. Başarı istedim ve Tanrı bana çalışmam için zeka ve kas gücü verdi. Cesaret istedim ve Tanrı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi. Sevgi istedim ve Tanrı bana yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı. İyilik istedim ve Tanrı bana fırsatlar yolladı. İstediğim her şeyi elde edemedim; ama ihtiyaç duyduğum her şeyi elde ettim. 

Yıl 1997. İçimde dile getiremediğim duygularımı mısralara döktüğüm günler. Ve şiirlerim… Aklımla çözemediğim kilitlerimi açan rüzgar. Bu sefer “Gül kokusu”yla sarıyor etrafımı. İhtiyaç duyduklarımı söylüyorum rüzgara. Umudum çok. Çünkü “Allah vermeyi istemeseydi istemeyi vermezdi.” 

GÜL KOKUSU

Gönüllerde hatır olsam,
Muhabbette satır olsam,
Kaş göz değil, sadır olsam;
Ordan bak der misin Ya Rab?

Çok acıktım yürek susuz.
Nasip neyse o oluruz
Sofrandaki nimet sonsuz;
Gel de çök der misin Ya Rab?

Hiç sevmedim karanlığı.
Çamurlandı nefs eteği.
Görmek için şu batağı
Bir mum yak der misin Ya Rab?

Çalı sarmış dört bir yanım,
Budar iken aktı kanım.
Dost bağına işte canım!
Desem dik der misin Ya Rab?

Yağmursuz yer çorak alan.
Yeşillenir rahmet alan.
Elindeki bir kap sudan
Sen de dök der misin Ya Rab?

Ne solusam gül kokusu,
El uzatsam aşk dokusu,
Çepeçevrem nur takısı;
Haktır tak der misin Ya Rab?

Başım döner hayal ile.
Bunca dilek ne haddime
Ey karıncam! Yollarıma
Haydi çık’ der misin Ya Rab?

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Çok Kıymetli Elif Hanım,

    Yazınız yine düğümleri sevgi ile çözen şefkatli bir el gibi olmuş. Yazdıklarınız ile ilgili araştırma yaparken aşağıdaki ifade ile karşılaştım.

    Bir yıldız yönündeki bir dağı aşan bir seyyah, tırmanırken karşılaştığı sorunlara çok fazla yoğunlaşırsa yol gösterici yıldızını unutma riskiyle karşılaşır.” – Antoine de Saint-Exupery

    Her birimizin her an yoldan gelip yola giden seyyahlar olduğunu düşününce yolda zaman zaman tırmanmak gereken yokuşlar karşımıza çıkınca nasıl davranarak ilerlemek gerektiğinin cevabını yaşanmışlıkla vermişsiniz. Bu değerli bilgi için çok teşekkür ederim.

    Daha önceki yazılarınızda paylaştığınız şiirlerde de nasibimce beslendim.
    Bununla beraber “Gül Kokusu” şiirinizde hepsinden ayrı, özel bir tılsım hissediliyor.
    Gönle şifa kalbe gayret ne güzel izler var mısralarda…

    Ne solusam gül kokusu,
    El uzatsam aşk dokusu,
    Çepeçevrem nur takısı;
    Haktır tak der misin Ya Rab?

    Gözler, perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı, nur onun nurudur artık. Bu nura sahip olan, dışa bakar, içi görür. (Mevlana, Mesnevi VI. s. 119)

    Bundandır belki ince bir çocuk kitabı gibi görünen “Küçük Prens” hakikat nazarı ile yazıldıkça çoğalıyor, derya oluyor.

    Yüreğinize gayret, bedeninize afiyet dilerim.

    Muhabbet ve hürmetlerimle,

  2. Ne zaman okusam yazılarınızı boğazım düğümleniyor.Aynı yazıyı kaç defa okusam da azalmıyor hüznüm.Guzel sozlerle yorumlamak isterdim ama pek elimden gelmiyor.Iyi ki varsınız

Reply To Happy_Sun Cancel Reply