Gönül Denilen Âlemde Henüz Bahar Başlamamış

9

Yıl 2019. Yaşamda ilkbahar solukları. Aylardan Nisan. Sükunetine büründüğümüz mübarek günleri yaşıyoruz. Ancak içimde sızlayan bir yer var. Kedim hasta. Ölümcül. Rabbimden ümit kesilmez; sebepler dünyasında zamanı daraldı deniyor. Ne bir şey seyretmek ne dışarı çıkıp dolaşmak istiyorum. Şu anda beni rahatlatan sadece yazmak ve sevdiklerimle sohbet etmek… Sohbet derken bir an hatıralar geçiyor gözlerimden. Ve “Eylül sohbeti” diye adlandıracağım içinde yine kedi olan geçmiş günlerden birine dalıyorum:

Yıl 1997. Yaşamda sonbaharın ilk solukları. Aylardan Eylül. Oturduğumuz sitede bir hareket var. Her yıl bu zamanlarda yaşanan telaş yine tekrarlanıyor. Arabalar evlerin önünde dizi dizi. Bagajlar, arka koltuklar kışlığa götürüleceklerle ağız ağıza dolmuş. Karşıki iki evin kepenkleri iniyor. Bitişik dairede oturanlar da gidiyorlar. Çünkü yarın okullar açılıyor. Temmuz, ağustos aylarının boğucu, nemli sıcağından sonra, aynı bir şerbet gibi, içe işleyen güzelim eylülü bırakmak ve buralardan ayrılmak hayli zor!                                         

Çok şükür çocuklar büyüdü; okul telaşımız kalmadı. Balkondan, gidenleri tek tek izliyorum. Her birine el sallarken bana bakan gözlerdeki hüzün, hiç yabancım değil. Sanki hep bu güzellikler sana kaldı diyorlar. Bir bencillik siniyor yüzüme; gülüyorum. İçimdeki coşku ellerime, sonra ayaklarıma dağılıveriyor. Ani bir hamleyle kalkarak mutfağa gidiyorum. Çay bardakları, çatal kaşık, gerekli ne varsa, sepete yerleştiriyorum. Yosuna karışmış çayın kokusu şimdiden ağzımı sulandırıyor. İstedim mi elim çabuktur. Bir çabukta kek fırında, çay suyu kaynadı bile. Parmaklarım kitapların arasından yine bir şiir kitabı yakalıyor. Üşürsem, hırkamı alıyorum. Bu saatlerde hiçbir şey yapmadan sadece denizi ve ufku seyretmek en büyük zevkim. Eylülün içe işleyen rengine en güzel, ne yakışır? Uçuk yeşil. Uzun süredir kullanmaya kıyamadığım masa örtüsüyle hazırlığım tamam.                    

Şu güzel manzaraya rağmen balkona sığamam artık. Sitenin sahili alabildiğine geniş. Beton zemini her şeye müsait. Hatta bazı akşamlar birkaç aile, uzunlamasına ziyafet sofraları kurabiliyoruz. Güneşlikler, tenteler altında küçük masalar, sandalyeler var. Masalardan bir tanesini alarak tam kıyıda kendime güzel bir köşe hazırlıyorum. Üç, dört kişi oturacakmış gibi, sandalyeleri diziyorum. Birine ayaklarımı uzatacağım. Ötekilere sepetimi, kitabımı koyuyorum. Omuzlarımı geriye atıyorum. Sanki sırtım kütlüyor. Bir daha… Ohh… Dünya varmış.

Yeni örtümü özenle seriyorum; denizin renginde adeta kendini buluyor. Bardak, tabak her şey hazır. Belki eşim erken gelir diye onunkini de koyuyorum. Termostan boşalırken çayın demiyle rüzgâr sarhoşlaşıyor. Şöyle bir dönüyor etrafımda: Saçlarım, eteklerim, ciğerlerim yosun yosun…             

Şimdi mısraa dizebilsem
Işıklarını günün?
Zümrüt kolye gibi yansır
Gözlerime.
Görmesi, duyması başka
Bambaşka bir hoşlukta çevrem.
Sırdan yeşil, mor damlalar yağıyor
Enginlere.

İncecikten bir ses yayılıyor. Uzaklara düşüyor gölgeler. Başımı kaldırıyorum. Mevsimden mevsime yaşanan bir göç başlamış gökyüzünde. Leylekler sürü sürü geçiyorlar. Ne güzel! Eylülün bu seyyahları her yıl içimde bir hüzün bırakarak giderlerdi. Bundan böyle ayrılık türküsünü söyletemeyecekler bana.

.Biliyorum ki seneye yine buradasınız diyorum. Sağ kalırsam görüşeceğimden emin olduğum konuklar gibi, uğurluyorum onları.          

Gittikçe nokta oluyorlar, sesleri kulağımda mavileşen bir nağme. Onlar uzaklaştıkça başka ses büyüyor içimde. Adı hasret. Doğru yolun sükunetindeki huzura hasret. Son zamanlarda derinden kendini hissettiren başka âlemlere hasret. Bu duyguyla başımı arkaya yaslıyorum; gözlerim kapalı. Bir deniz kızı oluyor ruhum, dalıp dalıp çıkıyorum denize, derinlere ta derinliklere…

Her yüreğin hasreti kadardır sevgisi ve sevgisi kadar genişler kolları. Leylek kanatlarınca açıldıkça açılıyorum. Nereye kadar diyorum, nereye kadar göklerin yolcusu? Nedir sizdeki heyecan? Benim hissettiğim iklimler mi, sizi de cezbeden? Sanki bulutlardan damlalar ardınızda bıraktıklarınız. “Bir varmışla, bir yokmuş”un olmadığı, hep var olanın hüküm sürdüğü yerlere mi, hasretiniz? 

O ne… Tanıdık bir temas, ayaklarımda. Gözlerimi açmıyorum. Kadife gibi yumuşacık. Sürtünüyor, yalıyor; ayaklarımın dibinde kıvrılıyor: Kedim. Tekirim. Yaramazım, sabahtan beri kim bilir nerelerdeydin? Ne zaman sahile insem hayvan sezgisiyle anlar, peşim sıra gelir ya da bulur beni. Önce kenar kenar koklar her tarafı. Denizin her çalkalanışında bir irkilir. Otlara, tırnaklarını bilediği ağaçlara, fırıl fırıl döndüğü eşelediği toprağa hiç benzemeyen bu parlayan yüzü kolaçan eder. Kulakları dikleşir, kuyruğu kabarır, tekrar yürür, bir geriler ve zikzaklarla yanıma gelmeye çalışır. Benim kedim değil mi, alışıverir hemen. Patilerinin üzerinde şöyle bir dikleşir kavis çizer. Bir öne, bir arkaya gerilir. Gözlerinde yeşilin başka tonu, sevildiğinden emin, çizgilenir; sonra tortop olur, ayaklarımın ucunda. Ve birlikte bir şeyleri paylaşmaya hazırlanırız.

Hayvan sevgisi suya atılan taş gibi günden güne halkalanır insanın içinde. Onları yanımıza alırız, bakarız, besleriz. Zannederiz ki sadece bizim onlara faydamız dokunuyor. Gün geçtikçe fark ediyorum, bu sevimli dostların üzerimizden hayli sıkıntıyı aldıklarını. Hatta bazı hastalıkları. Oğlumun dediği gibi yuvamızda bir paratoner gibiler. Kim bilir nice belayı göğüslüyorlar. Hakîm olanın yarattıklarında öyle hikmetler var ki; insan ancak yaş aldıkça, gün gördükçe anlayabiliyor. Seksenli yıllarda bir kış günü oğlumun yün beresine koyup getirdiği bir tekir yavruyla başladı bu sevda. Hayli direndim ilkin. Neler neler söylemedim ki… Bu evrende her şeyin bir nizamı, programı varmış. Tıkır tıkır işliyormuş. Bunu öğrettiler bana. Sevginin programı da böyle işliyormuş. Ki o günden bu günlere getirdiler beni. 

İlk kedim öldü. Bu tekiri de kendim isteyerek aldım. Yanımdan ayrılmayan arkadaşım benim. Denizin ve ortamın büyüleyici güzelliğiyle için için hırlamaya başladı bile. Ve bir eylül gününde o kendi hayallerinde, ben kendimin; dalıp gitmeye fora diyoruz.

Fora elimden kaçırdıklarım. Fora yüreğimle tutmak istediklerim. Açılmayanlar, dile gelemeyenler. Fora dalından düşenlere. İçimde biriken hasretlere. Baharda tomurcuklanmaya fora. Göklere verilecek selamım var. Saklıyormuşum bilmeden. Bugünden öte günlere, selamı kanatlandırmaya fora.

Bir tenin suya değdiğini duyuyorum. Benim gibi, bu saatlerin gönüllülerinden olmalı. İmreniyorum. Ayaklarımı çocuklar gibi daldırsam sulara. Bir de çırpsam köpürerek, kabarsa hayallerim. Nasılsa pek kimse yok “ne yapıyor bu kadın” diyecek. Aniden vücudum denizsiyor. Güneş kaybolmadan şu menekşelenen sularda yazı duymalıyım. Kedimi ürkütmeden kalkıyorum.          

Tahta iskelenin en ucundayım. Çocuğun yaşı olurmuş da çocukluğun yaşı olmazmış. Benim şu anda yaşadığım bu. Ayaklarım sularda. İlk önce bir ürperti. Bayağı soğuk. Ama denizin davetkâr sesi aldırma diyor. Kalbim denizin akşama karıştığı yerde; ruhum kimi derinlerde, kimi göklerde… Aynı bir karabatak gibi, gözlerimle dalıyorum sulara.

Enginlere yüzüm dönük, ne zamandır seyrediyorum bilmiyorum. Zaman hayli ilerlemiş. Çevrenin yabanıl sessizliği birden ürpertiyor beni.

.Nerelere dalıp gittin yine?

Birden gölgelenen evlerin yüzü sıcacık geliveriyor. İki sevgili göz. Eşim gelmiş.

.Seni bekliyordum diyorum. Termosta sıcak çay var, sepette sevdiklerin.

Çocuklar uzaktalar. Bizde beğenmedikleri, kendi sorumluluklarını yaşıyorlar. Artık yorulmuş bu iki kafadar, bir eylül sohbetinde onlarsız da yaşanabilir başka bir âleme dalacağız.

Hatıralar… İçine paylaşılmışlıklar girince anlamlı geliyor insana. Hele İstanbul’un bugüne nazaran çok sakin, el değmemiş yerinde yaşanılanlar çok güzelmiş. Daha sonra sattık oradaki daireyi. Bir daha da gitmedim. Aynı masum, bakir görüntüyü taşıyor mu? Bilmiyorum. Bildiğim güzel günlerimiz oldu. Ruh dünyamın çoğu dönüşümleri, orada gerçekleşti. Maneviyatın kokusunu ilkin orada çok belirgin olarak duymaya başladım. 

Bugün gibi aklımda; arkadaşlarla oturmuş konuşuyoruz. Birisi hiç duymadığım çok anlamlı bir sözü dile getiriyor. Kısa, karışık değil, kelimeler bilinen. Ama anlat deseler anlatamayacağım bir söz: “Allah vermeyi istemeseydi istemeyi vermezdi.”

Hayli düşündürücü. O günden sonra aklımdan çıkmadı. Yorumunu çok yaptım; halen yapıyorum. Çünkü manevî hayata ait sözlerin anlamı sadece sözlükten, kitaptan çözülmüyor. Bunun bir de gönül kütüphanesinden aranılıp da bulunanları var. 

İnsan olarak yaşamdan beklediklerimiz. Elimize geçenler, kazandım dediklerimiz. İstediklerim, istediğimi zannettiklerim. İstemenin kaynağı ben değilim. Düğmeye basabilmem için izin verilmesi gerekiyor. İzin için de hak edebilmem. İnsan olarak başıma gelenler ne? İçinde hastalık var, hayırlı olan, bela olan var. Her renkten. O zaman bir istenilen var; bir de istemeden yaşanılan. Yaşadıklarım benim imtihanım. İnsanlığımın terazisi. Kaç kilo çekiyorum kefeye koyduklarımla? İstediklerinden de mi imtihan ediliyor insan? 

Sağlık, huzur, emniyet, zenginlik, mülk, evlilik, çocuk, başarı, namlı okullar, şöhret, beğenilme, güzel olma, hayranlık, güç… Neleri istiyoruz? Bunların sırası var mı? Sıralananlara bakıyorum. Hepsi dünyalı. Ellili yaşlara yeni girdim. Ya daha sonrası? Altmışta, seksende -ömrüm varsa- hayran olunacak güzelliği, şöhreti ne yapacağım? Nerde kalbin ihtiyacı olan sevgi? Nerde ruhun özlemi huzur? Nerde aklın, vicdanın bekledikleri? 

Ruh, can toprağının altında nelerin yetiştiğini çok iyi görüyor. İnsanın kendisi bilmese bile, zaman zaman gırtlağında düğümlenenlerin sebebini ruh çok iyi biliyor. Hiçbir yere sığamamanın, konuşulan konulardan artık sıkılmaya başlamanın, başka lezzetleri aramaya çıkmaların kaynağı nedir? Ruh hep bunların farkında. O farkında da nefsim, egom farkında değil. Gittiğim yer seviyeli bir ortamsa, orada neşeli zaman geçirmişsem, kitaplardan söz açılmışsa, hele entelektüel havalara takılmışsam günü güzel değerlendirdim diyorum. Ama daha sonra ruhumun bana hiç katılmadığını fark ediyorum. Aklımda birtakım sorular… İç dünyamda çelişkiler. Gönül denilen âlemde henüz bahar başlamamış. Her şeyin bir hakikati olduğunu bilmiyorum. Sadece nereye gitsem bunalıyor, kimle konuşsam sıkılıyorum. Bazen zaman adeta yüreğimde bir diken oluyor, acıtıyor durmadan.

Bu acının en belirgin göstergesi o günlere ait bir fotoğraf. Arkadaşlarla çıkılmış bir gezideyiz. Yemek yerken çekilmiş. Herkesin yüzü gülüyor. Ben ise aralarında çok garip görünüyorum. Bu acı yalnızlığı, kim çizmiş böylesine yüzüme? Gözde yaşı olmayan ağlayış nereden geliyor? Hâlâ acırım baktıkça. Demek ki ben de o zamanlar pilot gibi kendi çölüme düşmüşüm. Belki de böyle anlarda nelerin hissedildiğini çok güzel anlattığı için Exupéry’i bu kadar seviyorum. 

Karışık duygularda
Tırmık tırmık yüreğim.
Düşünceler yalnızlığa gebe.
Bir başka dünya içindeyim.
Ne yollarından kervan geçer,
Ne uçar kuş, gökyüzünde.
Öyle bir yerdeyim işte.

Karanlık
Kör bir kuyu dibinde;
Ne gitmek bilir,
Ne yitmek.
Kapkara bir yel esiyor
Kavuran, kurutan.
Öyle bir yeldeyim işte.

Çöl mü desem, çölde tipi mi?
Vahasız kumda yolculuğum
Bitip tükenmedi.
Ben yoruldum; yorulmadı
Hâlâ yollar.
Yollar ki
Nerde başlar, nerde biter?
Anlayamadım gitti.

Peki, şu anda neyi anlamak istiyorum, neleri istiyorum ben? Maddiyata düşkünlüğüm pek yok. Ama başarmayı severim. Mükemmel olmanın peşinden gittim yıllarca. Sonra mükemmeliyetçiliğin sağlıklı olmadığını öğrendim. Yuvamdaki sıcaklığın üzerine titrerim. Çocuklarımın, eşimin sağlıklı olmaları, erdemi, doğruluğu hiç elden bırakmamaları temennim. Yücelerden kopuk yaşamayı istiyor muyum? Hayır! Çünkü ne zaman göğe baksam içim kabarıyor? Dorukların görüntüsü bir başka titretiyor. Hep ufukların ardına düşmek istiyorum? İmkân verilse elimi uzatacağım bahçeler, dokunmak istediğim, sularına susadığım yerler var hayallerimde? Başka âlemleri umursamıyorsam, neden zaman zaman bir sesle, bir görüntüyle içim bir hoş oluyor, ağlıyorum? Üstelik bunların hiçbiri acı vermiyor. Yaşamda huzuru yakalamak ne güzel olurdu.

“Huzur” muhteşem bir duygu ve bu kavramı alıyorum ele. Öğrendiğim özlü söze uygulamaya gayret edeceğim: “Allah huzuru vermeyi istemeseydi, benim huzuru isteme hissimi de vermezdi” gerçeğiyle karşı karşıyayım. Ama bir gerçek daha var ki; şu anda kendimi hiç de iyi hissetmiyorum. Ya huzur verildi de ben anlamıyorum ya da huzur ilerde verilecek. Beklemeliyim. 

Neden böyleyim? Neden zaman zaman her şeyin çölleştiği bir iklime giriyorum? Çöl nedir? Yokluk. Ama benim her şeyim var. Sadece bambaşka bir renk arıyorum. Ruhumun ihtiyacı olanı. Ya dünyada bu renk yok. Ya da ben görmüyorum. Peki sıkıntı, yokluk gibi hisler çölü hatırlatıyorsa neden Mecnun gibi, aşıklar çöle düşüyor? Yokluğun olduğu yerde neyi bulacaklar? Hayır, bulmayacaklar diyorum. Evet, arayacaklar. Mühim olan, aramak değil mi? Aramak için yola düşmek. Düşündükçe zihnimde bazı köşeler aydınlanmaya başlıyor. Çöl bu yolculuğun yapıldığı yer. Arayan ne yapar? Etrafı dikkatle kontrol eder. Her gördüğünü inceler. Çölde bir şey yok ki, neyi inceleyecek? Mesele de bu. Çünkü inceleyecek bir şey bulamayan, ya göklere dönecektir yüzünü ya da kendine.

Dünyanın süsüne, telaşına kapılıp ihmal ettiğimiz iki hazine. Gökler ve iç dünyaları. Hakikatlerine varamadığımız iki nimet. Göklere dönmek, yüce âlemlere yüzü çevirmek. Oraya dönen ruh, önce özgürlüğüne kavuşur. Sonra hayalleri bilmediği beldelere götürür. Kalp yükseldikçe saflaşmaya, akıl nurlanmaya, nefis arınmaya başlar. Basiret açılır yavaş yavaş. Açıldıkça göz farklı görür. Yolcunun güzergâhı tek istikamete yönelmiştir: Her şeyin Sahibi’ne. İçine dönen ise açmaya korktuğu kapalı kapıları açar tek tek. Ardında olanlarla yüzleşmeye başlar. Zordur, yorucudur. Camlar açılır, havalanır. Sandıklar açılır; içindekiler kontrol edilir. Atılması gerekenler atılır. Kalanlar yıkanır, temizlenir. Bahar gelmeden yapılan nefis temizliğidir bu. 

Bunları insanın gerçekleştirebilmesi için her şeyden yalıtılmış bir ortamda olması lazım. İşte o ortama en uygun yer de Çöl. Belki bunun için Yaradan insana böyle bir zemin hazırlıyor. O zeminin iklimini hissettiriyor. Zaman zaman çöl fırtınasını, çöl gecelerinin donduruculuğunu, sıcaklığını, susuzluğunu yaşatıyor; zaman zaman çölün sadeliğini, sessizliğini, kelimeler dökülemeyen sırlı dünyasını. Bir yanda çölün korkutan yüzü ve bir yanda çölün insanı cezbeden sırlı yüzü. Aynı ayna gibi. Camı ayna yapan, onun sırlı yüzü. O vakit cama yansıyan her şey sır sayesinde kendini gösterir. Sır yoksa, cam sadece kendini ve ardını gösterecektir. Aynada yansıyanların güzelliği çölü çöllükten çıkarır. Yalnız bu ayna sadece kalbin gözüyle bakanlara güzelliklerini sunar. O zaman çöl bunalanın huzuru, susamışın suyu aradığı; açılmaya başlayan sezgileriyle, basiretiyle seçim yaptığı ve yoklukla, acziyle, sabrıyla imtihan edildiği bir yer. Acaba ben de bunları yaşıyor olabilir miydim? 

Hiçbir yolcu -dönüş yapmıyorsa- çöle düştüğü halde kalmıyormuş. Bunu öğreniyorum. Çünkü çölün rahleyi tedrisi yolcuyu pişiriyor; yaka yaka eritiyor. Sağında solunda gördükleri, önüne çıkan engeller, geçtiği kum tepeleri yolcuya durmadan hep bir şeyler anlatıyor. Anlatılanlar onun içinde birike birike, yol tezgahında törpülene törpülene yolcu yeni bir hal alıyor. 

O günlerden bugüne çok şey değişti. Düşüncelerim, yaşama bakışım, anlam arayışım; çok şey… “Allah vermeyi istemeseydi istemeyi vermezdi.”  İnsana acizliğini, çaresizliğini hissettiren her şey, onun çölüymüş. Yolu hazırlayan Yaradan. Yolun şartlarını hazırlayan O. Sadece çöle düşen, benim. Yolu anlayamamanın çaresizliği çöle düşüren sebepmiş. Çöl neyi anlatacak? Çaresizliğimi mi? Yolları mı? Hayır. Hiçbirini. Çöl sadece bana ayna olacak. Sözsüz, cümlesiz sessizliğiyle gösterecek. Yokluğunu, tipilerini, kavuran, kurutan ateşini yaşatarak bende beni seyrettirecek. Sonra da -aklım başıma gelirse- ruhumun, kalbimin, vicdanımım hasretini çektiği yücelere işaret ederek “İşte aradığın, istediğin her şey orada” diyecek.

Hasta kedim eve geldiğinden beri yaradılışını anlattı. Şimdi fani olduğunu ve benim elimden bir şeyin gelemeyeceğini anlatıyor. O, şimdi benim içine düştüğüm çölüm. Kalbimde neler var, teker teker seriyor önüme. Sabrımı, tevekkülümü. Rab olana ne kadar teveccüh edebildiğimi. Kedim kendini değil sadece Baki olanı gösteriyor. Bütün yolların O’na çıkacağını haber veriyor. Kedim beni irşad ediyor.

Çölün dilinden anlayan, çölde kum olur. Gönül dilinden anlayansa o gönülde niyaz olur.  Çölde aczi öğrenenin niyazı ufukları titretir. Çölde sadece iç sesini ve kumları duyandan öte kim daha yakındır Mevlâ’sına? Her adım, biraz daha O’na ve O’nun davasına yaklaşmak değil midir?


Not: Bu yazıda bahsi edilen hasta kedi, bu yazının yayınlanacağı Perşembe sabahının ilk saatlerinde vefat etti. Sutu Boğda ailesi ve hayvanseverler olarak, Elif Hanım’a güzel bir sabır ve gönül inşirahı diliyoruz.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

9 yorum

  1. Çok güzel bir yazı emeğinize yüreğinize sağlık.
    aynen burada yazılanları çok iyi anlıyorum. Çünkü huzur ancak tek bir şeyle giderilir yaşamda ki deneyimlerimin bana öğrettiği Kuran’da geçen Yakin sözüdür. Her Yakin alışımızda kendimize biraz daha yaklaşırız dolayısıyla kendimizden bile bize yakın olanın yakınlığını hissettiğimizi sanırız. İşte huzurun kapısı bizim anladığımız kadarıyla bu noktalara dayanmaktadır. Yakin sözünü anlayabilmek çok kolay değildir çünkü zirvesi teslimiyete yani İslam olmaya dayanır ki O’nu da anlamak kolay bir şey değildir. Teslim noktasında insan artık kendi olmaz dolayısıyla acıları ve sevinçleri yoktur. En nihayetinde de makalede geçen “Allah vermeyi istemeseydi istemeyi vermezdi.” sözünün hükmü kalmaz. Çünkü Allah istemeyi eğer insana vermeseydi istek yapacağı bir şeyi de yaratmazdı. Bu ilahi adaletin sarsılmaz eksiksiz bütün teslimiyet denen düşünce tarzıdır. Cümleye istemeyi vermek isteseydi diye başlıyoruz da istenecek şeyleri de yaratmazdı o zaman neden diyemiyoruz? Allah’a sıfatlar veya eksiklikler yakışmaz! Olmayan bir şeyin kaygısı yaşanmaz. Denizin suyu buz gibi olsa da içilmez içtikçe susatır. Doruklara göz ile bakılır ama iç yüzü bilindiği gibi değildir. Bu dorukların mahiyeti farklıdır yükseklerde aranmaz. Birinden bir şey mi istiyoruz? Himmet vs her şeyin bir raconu vardır istemeyi bilmiyoruz demek ki? Raconuyla istiyorum ama gene gelmiyor istediğim o zaman ne olacak? Rahatsız edeceğiz istediğimiz kişiyi. O’nu öyle bir düşüneceğiz ki en sonunda “Yahu al şunu da bi git başından” diyecek! Uluların izlerini anlamak için sözcüklerinde ki doyuma bakarsınız. Eğer suyuna kanıyorsanız bu tamamdır dersiniz. Uluların suları insanı içtikçe doyurur çünkü.
    Teşekkürler Elif Hanım bizi de coşturdunuz:)

  2. Bu arada başınız sağ olsun. Tekir çok güzelmiş. Biz de sokakta bir kaç tane kedi bakıyoruz. Kediler insana çok şey öğretiyor.

  3. Ahmet Mesut Bozkurt on

    Çok dokunaklıydı yazınız. Zamanda seyahat ettirdi beni; belki niyet ”nostalgia” bahsi değildi ama bekayı önce ”fena çölünde” aramak ve bulamamak hali bir katman olarak vardı. Zaten ”nostalgia”nın bir boyutu da -bilinç düzeyinde olmasa da- bir derinlikte, insanın bekayı sezdiği fani anların hatırasını bakileştirme çabası gibi geliyor bana. Ve’l hasıl çok şey hissettirdi. Allah’a, ”Bıdık’ı ahirette ebedi bir neşe kaynağı olarak size versin ”diye dua ettim.

    Muhabbet ve hürmet ile

  4. Size sabırlar diliyorum.benim de minik bir kedi dostum vardi 16 yil birlikte buyuduk hala cok ozluyorum.
    Ruh her an caresizlige mi ihtiyac duyuyor arayisa cikmak icin.Acı duymama,huzurun mahiyeti…Cok dusundurdu aklim allak bullak oldu.bu guzel yazinizin manalarina biraz daha deginebilseniz ileriki yazilarinizda keske…
    Tesekkur ederin

  5. Ömer Faruk on

    Elif hanım;
    Bu yılki ikinci kaybınız(Allah bütünüyle kazanca çevirir inşallah. Ayrıca kayıp denir mi onu da tam manasıyla bilemiyorum.) Allah sabrınızı artırsın. Gönül aleminizde bahar başlar inşallah.

  6. Allah sabırlar versin. Çok zor. Son zamanlarda çevremde çok kişi sabretmesi zor şeyler yaşıyor. Ama herkesin ortak yönü şu.Sabrı başarıyla geçenler yani zamanı kullanarak kalbiyle “almaların-vermelerin en iyisini o bilir alması vermesinden güzeldir, vermesi almasından güzeldir” diyenler çok hızlı bir eğitimden geçip seviyeler atladığına eminim.Çünkü O kalpte tek bir ses çıkması için yaratıldı diye söyleniyorum kendi kendime.
    Zaman içinde O (c.c.) kalbimize çocuk,anne baba, makam, kedi, eşya, bitki, hayvan, doğa maddiyat gibi çok farklı sevgi çeşitleri koyuyor.Sonra da alıyor veya uzaklaştırıyor belli müddet.Bakalım hala aynı ses çıkıyormu diye. İnşallah başımıza gelen iyi kötü herşeyde aynı hu sesini çıkartırız sabrederek. Sevgi bu kadar kıymetli zamansız diyarlardan geldiği çok belli.

  7. Çok Değerli Elif Hanım,

    Kaybınıza üzüldüm, dua ettim. Allah hüzünlerinizi kalbi neşvelere tebdil eylesin. O güzel dostlar gönül dünyasına kıymetli izler bırakıyorlar. Nimet ki o tatlı hatıralar her an kalbinizde sizinle..

    Satırlarınız şefkatle davet edip içine alıyor, hayalimde sizin gibi sahil kenarında, mavi ile yeşilin dost kollarında ufuklara bakarak içe yönelip demlenebilme hissiyatı oluşuverdi.
    O an aslında huzur, mutmain olma hali ne kadar yakinimizde, ulaşması ne kadar kolay dedim. Diğer taraftan da belli bir karar da seyretmeyen hayat şartları zihnimde canlanınca o huzur hali bir o kadar uzaklaşıverdi sanki..
    Denge noktasını bulabilmek ve orada sabitlenerek derinleşmekte belki cevap belki de değil; bilemiyorum. Yazılarınızın sorular sordurması bir gün cevabın da geleceği inancını güçlendiriyor. Değil mi ki
    “Allah vermeyi istemeseydi istemeyi vermezdi.”.

    Bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.

    Muhabbet ve hürmetlerimle,

Reply To Oya Cancel Reply