Fareli Köy

0

Bir twitter hesabım, bir facebook sayfam yok, hatta benzeri ortamların hiçbirinde bulunmuyorum. Denemedim dersem yalan olur, denedim, ama sosyal medyada tutunamadım, belki bu işlerin mazisini bildiğim ve zamanında orada yoğun mesai harcadığımdan olacak artık beni cezbetmiyorlar… Çünkü onların insanı menfi istikamette değiştirdiğini düşünüyorum, ama hızlı ama yavaş yavaş dönüştürülüyoruz. Bu tür teknolojik vasıtalar yan etkilerini bilmediğiniz ilaçlar gibi dersek sanırım derdimizi bir nebze anlatabilmiş oluruz.

1988 ve 2002 yılları arasında hızla artan sayıda insana hizmet sunan bir protokol ile tanışmıştık; internet relay chat (IRC). IRC ağları aynı anda milyonlarca insana hizmet sunuyor, yüz binlerce kanal ve binlerce sunucu bu hizmetin altyapısını oluşturuyordu. Internet üzerinde sunulan bir cafй/kıraathane tadında yerlerdi buralar, herkes bir ağızdan konuşabildiği gibi (aslında yazışarak oluyordu bu iletişim), arkadaşınızla özel olarak da konuşabilirdiniz. IRC ortamlarını bilenlerimiz onların iyi ve kötü amaçlar için nasıl kullanıldığına dair binlerce örnek verebilir diye düşünüyorum. O dönemlerde “nerede IRC’nin o ilk yılları” denilirdi sürekli, çünkü her geçen gün daha da kötüleşirdi ortam… IRC öncesi zamanları da biliyorum, elbette içlerinde de yer aldım. Duman ve güvercin ile haberleşme dönemlerini kaçırmış olsam da, internetten kısa süre önceki yapılara da aşinalığım olduğunu söylemeliyim. Dediğim gibi IRC ve öncesi dönemlerde gözlem yapma imkânı buldum, bu gözlemlerden sadece birine odaklanmak ve şu soruyu sormak istiyorum:

Bir insan aynı zaman dilimi içerisinde hem üzgün hem de çok mutlu olabilir mi? Bir yandan fıkralar anlatırken diğer yandan altında ezildiği problemlerinden şikâyet edebilir hatta ağlayabilir mi?
Tekrar ediyorum
aynı zaman dilimi içerisinde!

Yüz yüze iletişimde birbirine zıt duyguları aynı anda (eş zamanlı, senkron) sergilemek imkânsızdır bizce, zira mimiklerin de duygulara ayak uydurması gerekir, aksi halde duygular inandırıcılığını yitirir. Farklı duygular arası geçiş için kısa da olsa bir zamana ihtiyaç vardır. Bu zamanı daha da kısaltmak ve karşı tarafı o duyguların gerçekliğine inandırmak için ancak çok iyi bir tiyatro oyuncusu olmak gerekir dersek yanlış olmaz herhalde.

IRC ortamlarında karşınızdaki insanın jest ve mimiklerini görmediğinizden sadece yazılanlara göre karar vermeniz gerekmekteydi. Paralel açılan pencerelerde farklı duyguları aynı anda iletmeniz kolaylaşmaya başlamıştı. IRC bir anlamda mimikleri öldürürken, yalan söylemeyi, olduğundan farklı “görünmeyi” kolaylaştırmaya başlamıştı. Bu türden duygusal tutarsızlıklar insanlara olan güven duygusunun da yitirilmesine sebep olmuştu. Bu arada devreye duyguları semboller ile ifade etme yöntemleri girdi (iki nokta üst üste, eksi işareti, kapa parantez). Japonya çıkışlı emojiler artık duyguları resimlerle aktarmada hangi aşamaya geçildiğinin en güzel örneğidir. Sanılanın aksine emojiler duyguları pekiştirmek yerine yapay duygulara inandırıcılığı arttırmak için kullanılmaktaydı. Yüzünüzde o anda yer almayan mimikleri varmış gibi karşı tarafa iletmenin bir aracıydı emojiler…

Abartılı bir örnek olacak ama aynı anda hem düğün evi hem de cenaze evi atmosferinde nasıl bulunulabilir. Bedeninizi bu iki eve aynı anda taşıyamıyor oluşunuzun ne denli büyük bir nimet olduğunu her halde kabul edersiniz. Oysa IRC ortamlarında sohbet ettiğiniz birine fıkralar anlatıp, gülüp eğlenirken bir diğerine aynı anda farklı bir pencereden ağlayabiliyor olmamız sizin de ruhunuzda farkına varamadığınız derin yaralar açıyordu. Duygular arası bu denli hızlı anahtarlama acaba ruhumuzda nasıl bir etki yapmaktaydı?

Ayrıca arama motorları vasıtasıyla karşınızdaki kişiye kendinizi dünyanın en kültürlü insanı olarak hissettirmeniz de mümkün oluyordu. Özetle kandırdığınız sadece karşınızdaki kişi değildi, zaman zaman bu yalanlar üzerine inşa ettiğiniz sanal gerçekliğinizle yüzleşiyor ve o hali unutmak için başka âlemlere dalmanız gerekiyordu. Size sahtekârlığınızı unutturabilecek, sizin siz olarak yer almadığınız işlerin başında oyunlar gelmekteydi. Sanal âlem hiç olmadığı kadar sanallaştırmaya başlamıştı bizi, duygularımız gerçekliklerini yitirmeye başlıyordu, kimliğimiz, şahsiyetimiz tahrip oluyordu.

Amacımız burada bir IRC analizi yapmak değil elbette. Anlatmak istediğimiz, teknolojik hayatın yeni dinamikler üretiyor olması ve bizim onların hızına ayak uydurma gayretimiz. Ancak bu hızlı değişim içerisinde etik ve ahlaki değerlerimizi üretmedeki ataletimiz, yetersizliğimiz ayan beyan ortada duruyor!

Transhümanizm ile Darwinizm ilişkisine dair düşüncelerimizi daha önce paylaşmış (Transhümanizme Giriş-8), katılımcı evrim yaklaşımından söz etmiştik. Biyolojik evrimin hızına teknoloji ile müdahale edilmeli düşüncesini tartışmaya açmadan, teknolojinin her geçen gün artan hızına ayak uyduramayanların oyunun dışında kalmaya başladığı bir tür teknolojik seleksiyondan bahsetmemiz mümkün olsa gerek.

Kısaca insan ürünü olan teknoloji ile insanlık arasında hep bir faz farkı var aramızda, o hep önde ve çocuklarımız da arkasında!

Ya biz?

Biz koptuk!

Biz bu uzun maratonda çoktan havlu attık, zaten hedef de biz değildik… Sadece oyundaymışız gibi yapıyoruz, oysa oyunda olan yalnızca çocuklarımız!

Çocuklarımız konusuna geldik madem, yazımızda yeni bir pencere açalım.

Im jar 1284 na Christi gebort tho Hamel worden uthgevort hundert vnd driczig kinder, dosülvest geborn, dorch enen piper vnter den köppen verlorn.

Hannover şehrinin güneybatısında yer alan Hameln şehrinde 731 yıllık bir gizem hala çözülmüş değil. Farklı kaynaklarda ifade edildiği şekliyle, 26 Haziran 1284 tarihinde Hameln’e gelen rengârenk kıyafetli bir adamın 130 çocuğu götürüşü ve bu çocuklardan bir daha haber alınamayışından bahsediyoruz. Bazı kaynaklar bu esrarengiz adamın kaval çaldığını da belirtir, bu iddiayı bir kilisede (Marktkirche) yer alan bir vitray da desteklemektedir. Vitray 1300 yılları civarında bir tarihe ait, elbette orijinali çoktan tahrip olmuş. Bazı yazılarda o günün Aziz John ve Paul günü olduğu da vurgulanmaktadır.

1351 yılı ve sonrasında Hameln şehir kayıtlarında “çocuklarımızın gidişinden sonra” biçiminde notlara rastlanmaktadır. Bu ortadan kayboluşun sebepleri üzerinde birçok teori var olsa da, 731 yıl önce 130 çocuğun şehirden gidişi ve bir daha geri dönmeyişi gerçeği gizemini korumaya hala devam etmektedir.

Çocukların ortadan kayboluşu ile ilgili bilinen en eski resim

Çocukların ortadan kayboluşu ile ilgili bilinen en eski resim

1556’da Fincelius çocukları bizzat Şeytan’ın kaçırdığını iddia etmiştir. Pagan inancı mensubu birinin (kimilerine göre de Cermen paganizminde yer alan bir tanrının) Hıristiyan çocukları kaçırıp öldürdüğü de söylenmiştir. Daha sonra olayın anlatılan biçimine fareler de dâhil olmuş, çocuklar kaybolmadan önce şehri farelerin istila ettiği yönünde bir bulguya rastlanamamasına rağmen, kavalcı artık farelerle de birlikte anılmaya başlamıştır. On dördüncü yüzyılın ortalarında Avrupa’da veba salgını (kara ölüm) sebebiyle nüfusun üçte birinin kaybedildiğini hatırlatmakta yarar var elbette. Veba ile fareler arasındaki münasebetin farkına varılması kimilerine göre farelerin hikâyeye dâhil edilmesine sebep olmuştur, aslında çocukların gidişi ve kavalcı arasındaki ilişkinin çocukların vebadan ölümlerini sembolize ettiğini iddia edenler de olagelmiştir.

Veba yayılış haritası

Bir başka iddia çocukları bir sapığın kaçırdığı yönündedir. 1969-1980 yılları arasında 300 civarında çocuğun katili Pedro Lopez, Kuzuların Sessizliği filmine de esin kaynağı olan aralarında çocukların da olduğu yüzden fazla kişiyi öldüren Albert Fish, 600 üzerinde genç kızı hunharca katleden Kanlı Kontes Elizabeth Bathory gibi canavarları düşündüğümüzde bu iddia da elbette dikkate alınabilirdir.

Bir başka ciddi iddia ise Çocuk Haçlı Seferleri, daha doğrusu Kölnlü Nicholas ya da Cloyesli Stephan ile ilişkilidir. Her ikisi de 12 yaşlarında olan bu çocuklar çobanlık yaparken birden bire Tanrı’dan emir aldıklarını ve çocuklardan bir haçlı ordusu kuracaklarını söylerler. Biz size sadece Nicholas’ın hikâyesini kısaca anlatmak istiyoruz. Nicholas, 1212 yılında etrafında vaazlarını dinleyen bir kalabalık oluşturur ve en büyük iddiası da Cenova’dan denizi yararak yanındakileri Kudüs’e geçireceği ve bir el hareketi ile Müslümanları Hıristiyan yapacağı şeklindedir. Bir çocuk çobanın etrafında 20-25 bin kişi toplaması hiç de sıradan bir olay değildir! Bu kalabalık grup açlıkla mücadele ederek ama asla pes etmeden yoluna devam eder, hatta tarihi bazı belgeler Koblenz’e vardıkları akşam, gökyüzünün gündüz gibi aydınlandığını da ifade etmektedir, elbette dilden dile aktarılan bu tür olağanüstü hadiseler Nicholas’ın ne denli arkasında yürünecek bir lider olduğu düşüncesini de pekiştirmeye devam eder. Basel’e varıldığında ise durum içler acısıdır, zayiat büyüktür, açlık ve hastalıklar kayıpların artmasına sebep olmaktadır. Alpler geçilip Cenova’ya varıldığında bilanço ortaya çıkar; geriye sadece 7000 çocuk kalmıştır, tabii tahmin edeceğiniz üzere, Nicholas da Akdeniz’i ikiye ayıramayınca kimi çocuklar Cenova’ya yerleşir, kimileri geriye dönmeye çalışırken yolda ölür.

Çocuk Haçlı Seferleri

Çocuk Haçlı Seferleri

Bu acı olay kavalcının çocukları orduya alan bir görevli olabileceği düşüncesini de kabul edilebilir kılmaktadır. 1284 yılında yaşananlar ile ilgili daha birçok iddia var ama bizim amacımız bunları anlatmak değil elbette…

Gustave Doré’nin Çocuk Haçlı Seferleri adlı gravürü, 1892

1803’de Goethe kavalcı ile alakalı bir şiir yazar, bu hadise için birçok müzik eseri hatta çeşitli operalar bestelenir. Elbette fareli köyün kavalcısının dünyaca ünlü olmasını sağlayanlar Grimm Kardeşler olmuştur.

Çocuklarımızın ellerinden düşürmedikleri o renkli ve ışıklı tabletler, akıllı telefonlar da bu çağın kavalcısı oldu dersek bilmem bize katılır mısınız? Yine, teknoloji ile açıktan veya gizli olarak çocuklarımızın dönüştürüldüğünü, fiziksel olarak yanı başımızda olmalarına rağmen gerçekte çok uzaklara götürüldükleri düşüncemize iştirak eder misiniz? Daha farklı, daha ileri teknolojilerin ya da akımların tahribatlarına açık hale gelen çocuklarımızın geleceğinden, insanlığın geleceğinden duyduğumuz endişeyi abartılı mı bulursunuz?

Şimdi bazı sualler ile yazımızı sonlandıralım.

Çeşitli hastalıklara karşı belli bir yaşa kadar aşı olan çocuklarımızı teknolojik hastalıklara karşı nasıl aşılamalıyız? Hepimizin bildiği üzere aşı vücudun hastalıklara bağışıklık kazanması adına bünyenin hastalık ile kontrollü teması anlamına gelmektedir. Şimdi, teknolojik hastalıklara karşı aşı diye bir kavram ortaya atsak, bu probleme nasıl yaklaşırdınız? Teknolojik hastalıkları tanımlamamıza yardımcı olabilir misiniz? Zira, transhumanizm ve singularity vebalarına karşı nasıl bir aşı kampanyası yürütmeliyiz, ya da bu türden bir aşılamayı yapacak nesilleri nasıl hazırlamalıyız sorularına cevap bulmamız gerekiyor!

Burada teknolojinin sebep olduğu ya da tetiklediği hastalıkları, sakatlanmaları kastetmediğimizin sanırız farkındasınız. Çünkü onları zaten biliyorsunuz; narsizm, duyma kayıpları, internet bağımlılığı, başağrısı, bulanık görme, el ve kol eklemlerinde tahribat, depresyon, facebook ve twitter depresyonu, elektromanyetik hiperduyarlılık ve onlarcası…

Yine tam olarak neyi kastettiğimize yakınsayabilmeniz adına uç bir örnek vermek isteriz. Kimilerimiz eklemlerindeki bazı problemlerden dolayı yağmuru önceden haber verirler, öyle değil mi? İleride telefonlarına daha mesaj ulaşmadan “bir mesaj geliyor” diyen çocuklar ortaya çıkar mı, hatta mesajın kimden geldiğini ve içeriğini de söyler mi bu çocuklar? Bitlerin uyardığı nesiller olabilir mi, çocuklarımız teknolojik alıcı-vericilere dönüşebilir mi, dönüşür mü? Atomlar ile bitler arasındaki perde yırtılır mı? Her şey programlanabilirdir yaklaşımı bir inanca dönüşür mü?

OĞUZ AKSAKAL

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply