Exupéry’nin Kaleminde Hayal, Hikmet ve Resmin Ahengi

0

Çölün sadeliği ondaki hakikati görebilmemizi sağlar. Çünkü görüntüyü engelleyen perdeler yoktur orada. Göz neyi arıyorsa takılmadan bulabilir. Aynı bunun gibi bir yazıda, sözde de kelime kalabalığı verilmek istenen anlamın perdeleri olur; okuyanı oyalar. Özden, manadan uzaklaştırır. Kısacası sükûnet ve sadelik derin düşünceyi getirir yaşayana. Duru ve öz anlatım da okuyanı manadaki derinliklere indirir.

Küçük Prens, kendisi çok küçük; ama etkisi çok büyük bir eser. Kitap ilk bitirildiğinde yaklaşık 1000 sayfalık bir kapasiteye sahipti.

Küçük Prens’in yazımı 1942 Ekimi’nde neredeyse tamamlanmıştı. Yayıncıları Hitchcock ve Reynal bu mucizevî gelişmeden çok mutluydular. Flight to Arras’da yaşadıkları sinir törpüleyici gecikmelerden sonra Saint-Exupéry’nin üç ay içinde yeni bir kitabı yayına hazır hale getirebilmesine inanamıyorlardı. Hitchcock bu küçük kitabın Amerikan okurunca büyük bir sevgi ve ilgiyle karşılanacağından emindi. Ancak son dokunuşlarda Saint-Exupéry yine eski alışkanlıklarından vazgeçmedi. Çizdiği desenlerle oyalandı. Yüzlerce sayfalık metni bir çırpıda yırtıp yeniden yazdı. Kitabın nihai metninde bir tek fazla sözcük istemiyordu. Ona göre insan masumiyetinin evrensel beyannamesi olacaktı Küçük Prens.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.245

Kitap en nihayet 1942 Noeli’nde tamamlandı ve bitmez tükenmez düzeltmelerden sonra yayıncıya ulaştı. Özgün metnin bin sayfayı geçtiğini ölümünden sonra sekreteriyle yapılan bir radyo söyleşisinden öğreniyoruz. Halbuki bugün elimizde naif desenlerinin süslediği sayfalarla birlikte yüz sayfayı bile bulmayan bir yapıt var. Bu nasıl olabilir diye aklımızı karıştırmanın bir anlamı yok.

‘Öyle anlaşılıyor ki, eklenecek bir şey kalmadığı zaman değil, çıkarılacak bir şey kalmadığı zaman kusursuzluğa erişiliyor…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.248

Bu eserde kelime oyunları, mübalağalı anlatım yok. Her söz Küçük Prens’in bulanmamış kalbinden çıkıp masum sözlerle dökülüyor. Exupéry’nin kurduğu cümleler parlak değil. Ancak verdiği mesajı alabilen, o sade sözlerden nice ışıltılı hayaller, nice hikmetler çıkartabiliyor.

Bu kitap, çocuk kitaplarını diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerin manifestosudur1. Derinlemesine gerçek, açıklamalara yer vermeyen, bir ana fikri zorlamayan ve en önemlisi, yazılanı en basit şekliyle resmeden, böylece de şiirsel düşlere fırsat veren çizimler…

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.9

Işıltılı hayaller ve hikmetler, konuya çok güzel uyum sağlayan çizimlerle bezenmiş. Hayal, hikmet ve resmin ahengi; okuyucuyu bir şiirin kalıplara takılmayan, özgür, renkli, derin yolculuğuna çıkarıyor. Şiirin adımları adeta içimizde dile getiremediğimiz ufuklara götürüyor bizleri. Düşünerek açamadığımız kilitli kapılarımızı açıyor.

Verilmek istenen mesajlar sanki damıtılmış, anlam imbiğinden geçirilmiş gül yağı gibi. Bir damlası bile sürüldüğü her yeri mis gibi gül bahçesine çevirebiliyor.

Şiir bana göre bir halin dışa vurumu. En azından benim için Allah’la konuştuğum, kendi içime derinleştiğim, kendimle baş başa kaldığım ve kendime karşı en samimi olduğum anların bir yansıması gibi. Bu yüzden şair kimliğimi ön plana çıkararak ‘ben buyum’ demek istemedim. Çünkü şiir bana göre iddiasız bir şey olmalı ve kendini göstermeli.
……
Hepimizin içinde hakkı ve hakikati arayan kırılgan bir taraf var. O kırılgan taraf bazen bizi uzun hüzünlere gark ediyor, bazen de bizi hakikatle buluşturuyor. Rüknettin işte benim içimde o hakikate, kırılganlığa, ıstırap çekmeye yakın tarafım. Bir bakıma diğer kişiliğim, diğer kimliğim de diyebilirim.

Onu yakaladığım, onu olabildiğim zaman daha sahici, daha samimi olduğumu düşünüyorum. Ve hepimizin içindeki Rüknettin’le konuşması gerektiğine inanıyorum.

Kemal Sayar

Exupéry de Kemal Sayar’ın şair kimliği Rüknettin’le konuşması gibi, bu eserinde Küçük Prens kimliğiyle arayışlarını, özlemlerini, yaşamdan beklentilerini, yalnızlığını, dostluğunu; bütün insanî duygularını konuşuyor.

Saint-Exupéry, kitabının ‘hafife alınarak okunmasını’ istemez ve bu yüzden de onu ‘etkili olan çocuksu kısmını tamamen unutarak; ama tüm öykü boyunca resimlerle işlenen kavramları not ederek’ okumamızı öğütler.                       

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.38

Bir gün de ‘Güzel bir resmini yapmalısın bunun.’ dedi. ‘Böylece sizin oralardaki çocuklar da nasıl bir şey olduğunu görsünler. Kim bilir belki bir gün yolları düşerse, onlara yararı olur bu bilginin. Ufak bir işi ertesi güne bırakıvermenin pek sakıncası olmaz çoğu kez,’ diye ekledi. ‘Ama baobaplar ertelenirse felaket! Tembel birisinin yaşadığı bir gezegen biliyorum. Adamcağız yalnızca üç küçük fideyi sökmeye üşendiydi de…’

İşte küçük prensin sözünü ettiği bu gezegenin resmini yapmaya çalıştım. Ben öyle öğütler vermeyi seven biri değilim, ama bu baobap konusu ne kadar az biliniyor ve özellikle bir asteroidde yapayalnız kalan biri için öyle tehlikeli bir bela ki, bu seferlik kuralımı bozuyorum ve ‘Aman çocuklar.’ diyorum, ‘baobaplara dikkat!’

Arkadaşlarım da ben de hiç farkında olmadan bu tehlikenin yakınından geçmişiz. Bu resimle uzun uzun uğraşmam biraz da onlar için. Böyle önemli bir uyarıyı yapmamı sağladığı için harcadığım emeğe değdiğini düşünüyorum.

Belki şimdi. ‘Bu kitapta niçin bu baobap resimleri kadar etkileyici ve nefis başka resimler yok?’ diye soracaksınız. Yok, çünkü çok uğraştım, ama öteki resimlerde bu kadar başarılı olamadım. Baobapları yaparken konunun önemine o kadar kaptırmıştım ki kendimi, iyi bir iş çıktı sonunda.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.27-28-29

Screen-Shot-2017-05-04-at-12.06.26-AM

Küçük Prens; bir yazarın arayışının ve aradığını bulduktan sonraki dirilişinin hikayesi. İşte bu arayışın içine girdiğinden beri Antoine de Saint-Exupéry; uçarken, yemek yerken, her an yanında taşıdığı küçük kağıtlara veya o anda ne bulursa üzerine, içinde taşıdığı her şeyi, sevgisini, öfkesini, ümitsiz çırpınışlarını çizdiği resimlerle somutlaştırmaya başlar.

Bu dönemde tekrar aktif bir uçucu olamayacağının yarattığı umutsuzluğunu boş vakitlerinde not defterine küçük desenler çizerek yansıttığını görüyoruz. Çoğunlukla kanatları olan küçük bir adam, belki de bir çocuk çiziyordu. Elleri belinde, bulutların üzerinde duruyor, alışık olmadığı bir dünyaya şaşkınlıkla bakıyordu. Noel’e doğru içindeki umutsuzluğun tümörleştiği zamanda çizdiği desenlerin altına kısa notlar düşmeye başladı:

‘Üzerinde yaşadığım bu yaşlı gezegen mutsuz ediyor beni… Gelecek sefer geldiğimde başka bir gezegen seçeceğim kendime…’

Küçük Prens’in doğumuna daha üç yıl vardı, ama tohumları zamanın rahmine, en azından düşünsel bazda ekilmeye başlanmıştı.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.213

İlerdeki çağların insanının yorgun bedenine gölge olacak ve görüntüsüyle huzur verecek bir ağacın tohumlarını nereden alacaktı? Nereden gelen görüntülerle sulayacaktı düşüncelerinin toprağını?

Artık Exupéry’nin yaşadığı her zaman dilimi ve her mekân, yazacağı eserindeki resimlerin, renklerin ilham kaynağı olacaktır. O resimlerin içindeki ruhta ise kendisi yaşayacaktır.

Masa başında çalışan bir memurken, gezici bir memurken, gezici satış elemanı olarak devam ettiği işi onu Paris dışına çıkmaya zorluyor, metropol yaşamının bunalttığı ruhuna taze soluk alma şansı tanıyordu. İşinden arta kalan zamanları da sevdiklerine ve dostlarına uzun mektuplar yazarak kullanıyordu. Genelde okunmuş gazete, faturalar gibi kullanılmış kağıtların boşluklarına yazdığı bu mektupları çoğunlukla çizdiği resimlerle tamamlıyordu. Bunlardan bazıları ileride Küçük Prens için çizeceklerinin eskizi olacaktı.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.76

Yıllar boyu restoran mönülerinin üzerine, peçetelere, uçuş çizelgelerinin arkasına, yırtık gazete parçalarına, bazen de evinin duvarlarına çizdiği gibi Petit Bonhomme Solitaire’in ‘Küçük yalnız Adam’ desenlerini aktarmaya başlar kağıtlara…

Bazen başında soyluluk tacıyla bulutların üzerine oturtur onu, bazen de bir dağın doruğunda derin düşüncelere dalmış olarak çizer. Fili yutan boa yılanını, küçük sevimli koyunu ve unutulmaz kızıl tilkiyi de katar desenlerinin arasına.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.237

Yalnızlık nasıl bir sestir ki sığamaz içimize. Yankısı bazen kağıtlarda bir şiir olur, dudaklarda ezgi ve bazen kalender duvarlarda anlamını sadece kendimizin çözebileceği çizgiler. Çünkü yalnızlık sadece o insanın kendi şarkısıdır. Herkesin bir şarkısı olsa da farklı tınılarda, farklı notalarda nefeslenir.

Küçük yalnız Adam… Antoine de Saint-Exupéry’nin şarkısı olacaktır aradığını bulana kadar. Onun evinin duvarlarında söylenecek, uçarken maviliklerle, yıldızlarla paylaşılacaktır.

Yazar bilinçaltını resimlerle dile getirecek; çizimleri hislerinin bir nevi yorumcusu olacak; hasreti, korkuları, arzuları, hayalleri, merakları ve daha niceleri sembollerle, çizgilerle aynı şifre gibi çözülecektir.

Gece Uçuşu’nda pampaların bu insan eli değmemiş bakirliğinde geçirdiği zamanı Küçük Prens’in kutlu doğumuna bağlayacak pasajlar vardır.

Büyük bölümüne insan elinin hiç değmediği bir doğanın bağrında içindeki çocuk onunla buluşur ve ilk masumiyetlerini asla yitirmeyeceklerine dair birlikte ant içerler sanki; Sakin bir yerde altın sarısı otların üzerine uzanmış, yüzleri dirsekleriyle örtülü, uyur gibi görünen iki çocuk bulacaklar orada…

İçindeki çocuk ile bir türlü barışamayacağı yetişkinliğe mahkûm olanı, sessizce içinde var oldukları evrenle onun ardındaki sonsuzluğu izlerler.

Küçük Prens’in giriş bölümündeki kuzularla ilk kez burada tanıştığını anlarız.

‘Zengindir gece; kokularla uyuyakalmış kuzularla, henüz rengi olmayan çiçeklerle doludur. Kalın saban izleri, nemli korular, taze serin yoncalar yavaş yavaş gün ışığına çıkacaklar. Ama şimdi savunmasız olan tepeler ve ovalar ve kuzular arasında iki çocuk dünyanın bilgeliğinin kucağında uyuyor gibi görünecekler. Ve görülen dünyadan öbürüne bir şeyler akmış olacak…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.128

Küçük Prens ve Koyun

Amerika’da kendisi için tutulan İngilizce öğretmeni Adele Breaux’ya yuttuğu fili hazmetmeye çalışan boa yılanı desenini, Saint-Maurice-de-Rémens’da küçük tarla yılanlarına dizgin vurup yarıştırdığı dönemlerde küçük not defterine çizdiğini itiraf eder.

İçlerini her gün özenle süpürerek temizlediği sönmüş volkanları Patagonya üzerinde uçarken görmüştük. Görkemli baobap ağaçları Dakar’daki serüvenlerinden kalmıştır.

Peki ya gülünü yemesinden korktuğu koyun? Onu da aslında Moskova’da bir diplomat çizmiştir. Esas oğlan olan kızıl tilki ise Juby Burnu’ndan yadigârdır.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.238

Yazı ve çizim. Yapıları çok farklı iki anlatım şekli. Ancak Exupéry’nin elinde ve dilinde ahenkle iç içedir. Çizimlerin sadeliği anlatılan konudaki derinliği perdelemez.

Gözlem yeteneğini, işi gereği gittiği taşra kent ve kasabalarında geliştirmeye başlar. Oradaki basit yaşam, taşra hayatının pastoral manzaraları, insanların doğal yaşama biçimleri onu etkiler. İlerde, küçük notlar halinde aklına kaydettiği bu gözlemler romanlarının doku zenginliğini oluşturacaktır.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.78

Patagonya’nın inanılmaz doğasını ise büyük bir coşkuyla karşıladı. Buzullarla volkanlar arasına sıkışmış küçük yalnız kentlerin üzerinde uçarken insanı ve kültürü, uygarlığın en eski köklerine kadar uzanan ilk bozulmamış birlikteliğine dek canlandırabiliyordu kafasında. Fransa’nın neredeyse iki katı büyüklüğündeki bu görkemli toprakların düşlerini aşan genişliği ve sergilediği bakir güzellikler, oralara daha ilk andan itibaren tutkuyla bağlanmasına neden oldu. Toulouse ile Dakar arasındaki her kaya ve kum tepeciğini bilmekle övünürdü. Şimdi sıra Patagonya’nın hayalleri aşan bir değişkenlikle önüne yayılan coğrafyasını belleğine nakşetmeye gelmişti. ‘Aslında…’ diye düşünmüştü ilk zamanlar, ‘en belirgin sakinleri koyunlar olan bu topraklara ilk hayran olan ben değilim. Charles Darwin’e ait bu zevk ve onu.’ 

Hatta gezegenin en güney ucunda yayılan Macellan Boğazı’nı çevreleyen Tierra del Fuego’da, Rio Gallegos’da sessizliğin ve bozulmamışlığın krallığını kurabileceğini, bu gizemli topraklara yerleşmeyi, hayatının geri kalanını buralarda geçirmeyi bile düşündü. Annesine yazdığı bir mektupta gözlemlerini şöyle aktarıyordu:

‘Zamanın başlangıcından bu yana küçük bir çamur kütlesi ile buzullar arasına sıkışmış Punta Arenas’tayım. Yerlilerin hepsi sadece buralarda görülebilen bir lam cinsi olan guanako postuyla tek tip giyiniyor. Rüzgârın esiş yönüne göre deri veya post tarafını çeviriyorlar. Koyunlar uyudukları vakit karın içinde kaybolmuş gibiler. Ancak havadan bakıldığında buğulu nefesleri yüzlerce küçük baca gibi görünüyor. Hayat çok, yalın ve güzel…” 

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.127-128

Exupéry eserdeki kahramanlarını da bu resimlerle gözler önüne seriyor. Sevgi, emek, sorumluluk, dostluk, hayat, hakikati arayış gibi soyut kavramları çizimlerin ve kahramanların somut diliyle hem renkli hem derin anlamlara bürüyerek okuyanın belleğine ve gönlüne yerleştiriyor.

reverbere

Kitabın pek çok alt karakteri Saint-Exupéry’nin hayat serüveni içinden damıttığı tiplemelerdir.

Örneğin coğrafya bilgini, Lyon’daki dedesi Fernand; sokak lambalarını yakan ise çocukluğunda yaşadığı köyün aydınlatma görevlisidir.

Garde Champêtre, karanlık basıp da kurbağalar vraklamaya başlayınca elinde uzun bir çubukla Saint-Maurice sokaklarını dolaşır, birer birer yağ lambalarını yakardı. Yaklaşık kırk yıl önce küçük Antoine’ın beleğine kazınmış olan bu nahif figür, Küçük Prens’in beşinci gezegeninde çıkar karşımıza.

Bu işi neden yaptığını sorduğunda fenerci ona, “C’est la consigne” diye yanıt verir. Aynen büyük teyzesi Kontes de Tricaud’nun çocukken sorduğu bütün sorulara verdiği karşılık gibi: ‘Kurallar böyle…’

Bunların hepsi Saint-Exupéry’nin hayatı boyunca yaşamını üzerine bina ettiği arkadaşlık, sorumluluk ve henüz yatılı okul yıllarında yitirdiği Tanrı inancının yerini doldurmaya çalıştığı manevî değerler silsilesi üzerine kuruludur. Bunların arasında en önemli yere ise Gül sahiptir. Küçük Prens’i diğer yapıtlarından ayıran da budur.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.241-242

Ayrıca İsviçreli yazar Denis de Rougement, Saint-Exupéryler’in komşusu idi. Küçük Prens’in kaleme alındığı dönemde gecenin köründe; özellikle de sabaha karşı Antoine’ın ona telefon ederek yeni yazdığı metinleri uzun uzun okuduğundan bahseder günlüklerinde.

Ayrıca kitaptaki çizimler için de poz verdirirdi. Kırda karnının üzerine yatan Küçük Prens deseninin modeli (komşusu yazar Denis de) Rougement’tur.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.243

little-prince20-2jpg-Edit

Exupéry’in iki tutkusu vardı: Yazmak ve uçmak… Bu ikisi onun hem kabına sığamayan maceracı çocuk yanını; hem de derin, hassas, edebî yanını ortaya koyuyordu. En olmadık anlarda hatta ölümüne gidişlerde Exupéry nasıl oluyordu da ilgisini çeken mekanları, olayları beynine nakşedebiliyordu? Sonradan bu fotoğraf kareleri figürlere, karakterlere dönüşecekti.

Bu ‘Eski Sandık’ uçabilecek miydi, bilmiyordu. Deneyip görecekti. Motorlar dumanlar çıkararak, öksüre tıksıra çalışabildi. Kuleden kalkış izni isterken Saint-Exupéry sırıtıyordu:

‘Nuh’un Gemisi kalkışa hazır!’

‘Nuh’un Gemisi’ gövdesinin oldukça dikkate değer kısımlarını havada dökmesine rağmen mucizevî bir biçimde Oran’a indi. Hiç kimse hâlâ sağ olduklarına inanamazken Saint-Exupéry hiçbir şey olmamış gibi indi uçaktan. İnsanlar külçe gibiydi. O ise ıslık çalıyordu. Köpeğin ve kuşların inmesine yardım etti. Kuşları bir demet çiçeğe benzetti. Öyle ki iplerinden tutarsa kendisini de uçurabileceklerdi. İki yıl sonra Küçük Prens’in desenlerini çizerken tekrar görecektik onları.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.219-220

Hiç kimsenin sağ olarak çıkacağına inanmadığı eski sandığa benzeyen bir hurdadan bir şey olmamış gibi inen bir pilot var bu sahnede. İnsanlar külçe gibi; o ise ıslık çalıyor.

Tehlikeyi tanımayan birinin çocuksu korkusuzluğu mu oynanılan? Yoksa yaşanılanların yıldırdığı tükenmişliğin gözü karalığı mı? Yok olma ve var olma arasındaki ince bir çizgiden başlayacak bir arayışın doğumu mu hissettiriliyor? Belki de hepsi var bu senaryoda.

Bir insan topluluğunda mimar olarak bulunmuyordum artık. Onun dinginliğinden, hoş görüsünden, rahatlığından yararlanıyordum. İçinde yaşayışımın dışında hiçbir şey bilmiyordum bu topluluk üstüne. Bir kayyum, ya da ‘sandalyeci’ olarak yaşıyordum orada. Yani bir asalak gibi. Yani yenik bir adam gibi.

Gemi yolcuları da böyledir. Karşılığında hiçbir şey vermeden eskitirler gemiyi. Mutlak sandıkları salonların çerçevelediği alanda oyunlarına devam ederler. Makinelerin, denizin sürekli basıncı altında nasıl çalıştığını bilmezler. Fırtına, gemilerini işlemez duruma getirdiği zaman yakınmaya hakları olabilir mi hiç?

İnsanlar soysuzlaştıysa, yenildiysem, yakınmaya hakkım var mı? İçinde bulunduğum uygarlığın insanlarında görmek istediğim niteliklerin bir ortak noktası var. Kurmaları gereken özel birliğin bir temel direği var. Bir zamanlar kök, dal ve meyveyi; yani her şeyi yaratmış bir ilke var. Nedir bu ilke? İnsanlardan meydana gelmiş verimli toprakta yatan güçlü tohumdu o. Yalnız o galip getirebilir beni.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.154

93e402_873e7a9b5b0c6e2d27652f9c52b7d713.jpg_1024-Edit-Edit

Bir demet çiçeğe benzeyen kuşların ipine tutunarak gezegenden gezegene o ilkeyi arayan bir çocuk prens çıkıyor sahneye ve onunla beraber âlemden âleme geçtikçe benliği eriyecek olan pilot Exupéry. Her ikisi de bir çağın çorak topraklarından güçlü bir tohum bulabilmek için insanlardan meydana gelmiş verimli topraklara kanatlanacaklar…

Tut çocuk!
Sen tutmazsan ellerimi; kirlenecek
Ümitlerim, her şeyim…
Tut çocuk!
Canıma can kat; dönsün
İçimde pervaneler…
Ben ışığına aşığım tutuşurken
Ulaşamadığım duyguların.

1. Manifesto: Bildiri
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply