Eğer Dost İstiyorsan Beni Evcilleştir

0

Küçük Prens’i uzaktan kontrol eden, sonra uygun zamanda ortaya çıkan tilki gibi iç dünyamızda biri var. Bize yol gösteren rehber ne ise, içimizdeki rehber de o; yani vicdanımız.

Nefsin tutkuları -düzeltmeye çalışabiliyorsak- zamanla haddini bilerek durulur ve vicdan unutulduğu örtülerin arasından çıkmaya başlar. Vicdanımız bir pusula olarak taa yaradılışından beri bulmuş bulunması gerekeni1. Bize düşen, içimizdeki bu dost bilgenin sözlerini dikkate almak. Gerçek Dost’a sadık bu vefalıya inanmak. ‘Tut elimden’ diyen sesine kulak vererek ‘Seni sevgiye, doğruluğa ve Vacid Olan’a2 götüreceğim.’ sözüne tutunmak. 

Küçük Prens, ‘Anlıyorum galiba,’ dedi. ‘Bir çiçek var… Galiba o beni evcilleştirdi…’

‘Olabilir,’ dedi tilki, ‘dünyada böyle şeyler hep olur.’

‘Ama hayır, o Dünya’da değil,’ dedi Küçük Prens. Tilki şaşırmıştı. Merakla,

‘Başka bir gezegende mi?’ diye sordu. ‘Evet.’

‘Orada avcılar var mı?’ ‘Yok.’

‘Aman ne hoş! Peki tavuklar?’ ‘Hayır, tavuklar da yok.’

‘Hiçbir şey mükemmel olamıyor,’ diyerek içini çekti tilki.

Birden aklına bir fikir geldi.

‘Benim yaşamım çok tekdüze,’ diye anlatmaya başladı. ‘Ben tavuk avlıyorum, insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da…

Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim. Öteki ayak sesleri beni köşe bucak kaçırırken, seninkiler tıpkı bir müzik sesi gibi beni çağıracak, sığınağımdan çıkaracak.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.87-88

Tilkinin söylediği sözler, bugünün dünyasında bizleri kısa ve öz tanımlıyor. Yaşamımızda her şey başka bir şeyi avlıyor. Biz başarı için zamanı, hayatın güzelliklerini, ilişkileri, duyguları avlıyoruz. Hırslarımız, tutkularımız da bizi avlıyor. Sadelikten, derinlikten bihaber tekdüze adımlarla nefes nefese nefesimiz; anlayışımız tükeniyor. Günümüze güneş gibi doğacak bizi evcilleştirecek yüzler olsa… Sıkıntılarımızdan çıkartacak huzurlu dostluğuna çağıracak müzik sesi gibi sohbetler…

Oysa var onlar; arasak bulabiliyoruz. Hayatımıza bahar yağmurları gibi düşen ne güzel insanlar onlar… Dost Olan’ın dostluğu öğrenmemiz için önümüze çıkardığı dostlar… Anlayabilene ve yaşayabilene ne mutlu! Çünkü ben, onlardan birini buldum.

Günlerden bir gün; yine iş dönüşüydü. İnsanların çiğ tavırları, anlayışsızlık içimde taş gibi. Bunu hazmedebilmek için şefkatli, görgülü bir ruha nasıl ihtiyacım olduğunu hissettim. Hikmet Annem… Onun sevgi ve anlayışla bakan gözleri düştü birden aklıma. Yorgun olmama rağmen karar verdim gitmeye. Beşiktaş Akaretler’de oturuyordu. Yaklaşık bir saat sonra evine vardım.

Arka odası sohbet yerimizdi. Duvarda eski hat yazıları, tablolar. Boydan boya bir kütüphane. Yan tarafımızda piyano. Karşılıklı oturuyoruz. Aramızda geniş bir orta sehpa. Üzerinde çaylarımız, yanında yiyecek bir şeyler var. Şekerliğin üstüne, su bardağı altlığına işlemeli örtüler konulmuş. Aramızda tam 30 yaş var. Ne fark eder? Bu ufak tefek; ama insanlığıyla heybetli hanımın yanında ruhum dostunu buluyor. Mustafa Kemal Atatürk’ten, Mehmet Akif’e, Neyzen Tevfik’e; Bediüzzaman’dan, Esat Erbili’den Necip Fazıl’a, İhsan Sabri Çağlayangil’e kadar tanımadığı yok gibi. Her gittiğimde eskilerden söz eder, o günlere sanki onunla giderdim. Sohbet ilerledikçe tatlanır, küçük defterine seçip yazdığı şiirlerden okurdu. Her konuşmasını Hak sevgisiyle öyle nurlandırırdı ki zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım.

Hikmet Öğüt Hanımefendi

Hikmet Öğüt Hanımefendi

Babacığım diye başladı. Bir Osmanlı âlimi, İstanbul’un tanınan ve sevilen vaizlerinden olan Hacı Cemal Öğüt Hocaefendi’den söz ederken Hikmet Annem’in sesi farklılaşır, babasına olan sevgisi ve hayranlığıyla adeta neyi, nasıl ifade edeceğini bilemeyen utangaç bir kız çocuğuna dönerdi.

Bir kış günüydü diye devam etti. Vakit hayli geç. Her taraf sessiz. Sokaktan bir ses: “Yoğurtçu!…” Babacığım seslendi:Kızım Hikmet! Yoğurt alır mısın?” “Babacığım yoğurdumuz var.” dedim. Bir zaman sonra sokaktan yine aynı ses: “Yoğurtçu!…” “Kızım Hikmet! Yoğurt alır mısın?” “Babacığım, çok yoğurdumuz var.” Az sonra sokaktan yine aynı ses gelince babacığım bu sefer sitemle: “Kızım Hikmet! Yoğurt al!” deyiverdi.

Yoğurdu aldıktan sonra babasının Hikmet Annem’e söylediği sözdeki insanlık, hâlâ gözlerimi yaşartıyor: “Hikmet Kızım, adamcağız yoğurdunu satıp evine birkaç kuruş götürebilseydi hiç bu saatte, bu soğukta sokağımızdan üçüncü defa geçer miydi?”

Hayırseverlik, İyilik Kimdeyse Maneviyat; Ellerinde Tılsım.
ÖlümsüzlüĞün Ünü  Tek Hakikât; Anılarda Nurla Işısın Muradım.

Bugün yaşadıklarımız ve o günler… Ne uçurum!… Ah annem. Muradın içimde ışıyor. Sizin ve babanız gibi ruhlara ve vicdanlara ne kadar hasretiz…

Herkesin dostu olmaya çalışmak yanlıştır. Herkesle dost olmak için kırk kılık içinde rol yapmak doğru değildir. Meleklerle dostluğu seçen, şeytanlara düşmanlıktan kaçamaz. İyi insan iyi insanlarla, kötü insan da kötü insanlarla arkadaş olur. Herkes kendi layığını bulur. Bu dünyada bir iki tane samimi, dürüst ve yürekli dost sahibi olmak, hayatın külfetlerine katlanmamıza yeter.

Servet ve makamların ne oldum delisi yaptığı nice kimseler, kendilerine şatafat dünyasından eğlenceli dostlar edinince kadim dostlarına sırt çevirip ihanet ediyorlar. Gün gelip devran dönüyor, Allah ellerine emanet ettiği malı ve makamı geri alınca, geride tek bir fedakâr dost bulamıyorlar.
……
Birileriyle dostluk kurduğumuz sokağı, ülkeyi, şehri, kendimiz için daha güvenli hissediyoruz. Başımızdan bir bela ve hastalık geçince dostlarımızı yanımızda bulacağımızı biliyoruz. Kapı komşularımızın dostlarımız olması, içimize rahatlık ve güven hissi veriyor. Evimize hırsız girse komşumuzdan yardım isteriz. Gerektiğinde can dostumuza ailemizi, çocuklarımızı ve malımızı emanet ederiz. Fakat bencillik, çıkarcılık ve maddecilik arttıkça karşılıklı saygıya, ilgiye, adalete, edebe, basirete, dayanışmaya dayanan dostluk yolları kapanıyor. Böyle durumlarda giderek yalnızlaşıyoruz.

Dr. Muhammed Bozdağ / Sevgi Zekası / Bölüm 8 / Dost Sevgisi Sebepleri: Huzur Vesilesi

Benim yaşamım çok tekdüze,’ ‘Ben tavuk avlıyorum, insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da… Bu yüzden çok sıkılıyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.87-88

Sayılar yan yana geldikçe artar. Harfler yan yana geldikçe anlam kazanır. İnsan da yan yana geldikçe dünyası zenginleşiyor. Giderek genişleyen kalbinde güzellikler, iyilikler, dostluklar çoğalıyor. Böyle birinin yaşamında tekdüzelik yoktur. Onun iç âlemi sıkıntı nedir bilmez. Ancak tilkinin hayatı tekdüzedir ve Küçük Prens’e bu monotonluğun sıkıntılarından söz ederek yardım ister.

Peki şu soru sorulabilir mi burada? Tilki bir bilge ise onun engin dünyasıyla tekdüzelik ve sıkıntı nasıl birlikte düşünülebilir? Küçük Prens daha önce evcil nedir diye sorduğunda tilki evcilliğin bağlar kurmak, birbiri için gerekli, vazgeçilmez olmak anlamına geldiğini anlatır. Sanki tilki söyledikleriyle, yardım isteğiyle, bu masum çocuğa yanaşmaya, onu içten fethetmeye çalışıyor gibi. Aslında aralarında kurulacak bağ ve konuşulanlar Küçük Prens’in ilgiyi, sevgiyi, arkadaşlığı tanıması ve bunların değerini idrak etmesi için değil mi?

Sevgi eyleminin temelinde vermek eğilimi yatar. İlk bakışta vermek eyleminin bir şeyden vazgeçmek, bir şeyden yoksun kalmak, bir şeyden biri ya da başka bir şey uğruna ayrılmak gibi çeşitli anlamlarda kullanıldığı sanılır. Ancak sevginin temelindeki verme özelliği baskın bir güdü niteliği taşır ve yönelik olduğu hedefte destekleyici rol oynamak, bütünlüğü sağlamak, tamamlamak, eksikliği ortadan kaldırmak, güçlendirmek gibi amaç taşıyan eylemlerin tümünü kapsar.

Laf kalabalığı, gösteriş, gizli bir niyete yönelik sahte nitelikli olmayan gerçek somut sevginin yapısında vazgeçilmesi düşünülemeyen öğeler bulunur ki; ilk temel öğe; İl+Gi’dir. Çağımızın büyük düşünürlerinden Erich Fromm, Sevme Sanatı adlı eserinde; ‘Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi, devam etmesi için duyduğumuz etkin ilgidir.’ diyerek sevginin kökündeki unsuru güçlü bir şekilde vurgulamıştır.

Ergun Zoga / İnsanımsılıktan Kurtuluş / s.82

Nitekim tilkiyle Küçük Prens arasında kurulacak bağlar onları birbirinin nazarında herkes gibi olmaktan, sıradanlıktan sıyıracak, herkesten farklı, özel bir görünüme döndürecektir. Biri için binlerce insanın arasında eşsiz ve benzersiz, “tek” olabilmek…

Neydi bunun sırrı? Sırrı bağ kurabilmekti. Kalpten kalbe hayat taşıyan ibrişimler döşemekti. Çünkü “yaradılış”ın mayası sevgiydi. Sevgi ayrım bilmez, renk farkı gözetmezdi. Farklılıkların zenginliğini bilir, aralarındaki muhteşem ahengi görürdü.

Bir bahçeye güzellik katan, içindeki bitkiler; sevimli ve sıcak kılan ise değişik bitkilerin, farklı renklerin, kokuların, seslerin bir armoni oluşturması. Bir orkestrayı muhteşem kılan, farklı enstrümanların, farklı notaların karışımı. Kış, bahar, yaz, güz. Varlıkta farklılıklar, birbirlerini tamamlamaya ve kaynaşmaya götürüyorsa, insanoğlu bunu neden yapamasın?

Hem bak, şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben buğday tarlalarında esen rüzgârın sesini de seveceğim…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.88-89

Tilki uzun bir süre Küçük Prens’e baktı. Sonra da, ‘Lütfen… Evcilleştir beni!’ dedi.
‘Çok isterim,’ dedi Küçük Prens, ‘ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var.’

‘İnsan ancak evcilleştirirse anlar,’ dedi tilki. ‘İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir.’

‘Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?’ diye sordu Küçük Prens.
‘Çok sabırlı olmalısın,’ dedi tilki.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.88-89

Bütün bunları anlamaya başlayan Küçük Prens henüz tam olarak uyum sağlayamamıştır; çünkü tilkiyi evcilleştirmeyi gerçekten çok istiyor olsa da bunun için zamanı olmadığı bahanesini öne sürmektedir. Çünkü dostlar bulması, çok şey tanıması gerekmektedir. Bu da aslında onun içinde saklı kalan benliğini ortaya çıkarmaya ve insanları tanımaya pek istekli olmadığının göstergesidir.

Tilki önemli olanın ne olduğunu, yalnızlıktan kurtulmak için anlamak gerektiğini, sadece evcilleştirilebilen şeylerin tanınabileceğini söyler Küçük Prens’e. Ama insanlar artık hiçbir şeyi tanımaya, yaratmaya ya da sevmeye vakit ayırmamakta, hep tacirlerden hazır şeyler satın almaktadırlar. Artık hiç sabırları kalmamıştır çünkü. Böylece tilki Küçük Prens’e, insanların hiç aldırmadığı şeyleri keşfetmesinde yardımcı olur. Evcilleştirme ve gelenekler…

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.83

Olumlu her birliktelik, doğru kişilerle kurulan dostluk insanın yaşamını aydınlatır. Yalnızlığın kovuğundan çıkartır. Biri özel kılınır, biri için özel olunur. Adımların ritminden beklenen hissedilir. Farların karanlığa düşen şekillerinden beklenene kapı açılır. Tilkinin dediği gibi sadece evcilleştirilen şeyler tanınabilir. Evcilleştirme de özel kılınma da gönlün gönle sunduğu bir ikram.

Hayatın her anı, varlığın her zerresi birer ikram3. İkram ettiğimizde elimizdeki bir şeyi ağırlamak maksadıyla karşımızdakine sunmuş ve onunla paylaşmış oluyoruz. Geleneklerimizde, göreneklerimizde oturmuş iki kavram var: Tanrı misafiri ve Türk misafirperverliği. İkram etmek, misafiri ağırlamak ise bu sadece yemek sofrasında olmuyor. Gönül sofrasından Allah ne verdiyse onlar da sunuluyor. Çünkü ikramın özünde cömertlik var, yüce gönüllü olmak, emek var.

İnsan ilişkilerini de bu cömertlik ve yüce gönüllülükle bezendiğinde kalp ve ruh tatmin oluyor. O zaman birlikteliğin, sohbetin, yenilenin, dinlenenin lezzetine doyulmuyor.

Sevginin ikinci öğesi sorumluluktur. Bu kavram, çoğu kez verilmiş bir görev ya da dışarıdan yüklenmiş bir yük altındaki duyum olarak düşünülmektedir. Oysa temeldeki gerçek anlamıyla sorumluluk gönülden gelen bir yüklenme arzusu, bir ahengi oluşturma çabası, bir bütünlüğü kurma duyumu ya da karşıdakinin içinde bulunduğu ruh haline girebilme, onda parça olabilme, onu tanımlayabilme arzu ve hazzının şekillendirdiği bir yüklenme olgusudur.

Ergun Zoga / İnsanımsılıktan Kurtuluş / s.82

“İlişkileri en çabuk koparan nedir?” diye sorulsa ne cevap verirsiniz? “En son hangi nedenden dolayı arkadaşlığınıza gölge düşüverdi?” deseler?

Aceleciyiz. Yaşamdaki hızlılığı iç dünyamıza da taşıdık. Anın lezzetini tadamıyoruz. Dikkatsiz uygulamalar, davranışlar… Sabırsız atılımlar, sözler… Sözlerimiz yanlış anlamaların kaynağı ve hepsinin sorumlusu telaş içinde olmak. Telaş ise dikkatimizin düşmanı.

‘Çok sabırlı olmalısın,’ dedi tilki.

‘Önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.90

Anlatılmak istenen şudur: Uzun bir teslimiyet sürecinde adım adım birbirine yaklaşmak. Yüz yüze olmak… Susabilmek… Bizler bazen fazlasıyla gevezelik ederiz. Dostluklarımıza haddinden fazla konuşarak zarar veririz. Biz dostluğun kelimelerle dile geldiğini, sözcüklere döküldüğünü duymaya mecburuz.

Bazen konuşmak, boş konuşmak, tüm yanlış anlamaların kaynağı olur; çünkü karşılıklı olarak birbirimizi gerçekten dinleyip anlamadan konuşur dururuz ve dile getirilemez olanı artık bedenimizle, bakışlarımızla ifade edemeyiz. Bu noktada eksik olan, dostluğun sessiz uygulamasıdır.

Filozof Ludwig Wittgenstein temel eseri Tractatus Logico-Philosophicus’u meşhur bir kapanış cümlesiyle bitirir: İnsan, konuşamadığı bir konuda sessiz kalmaya mecburdur.

Küçük Prens tüm diğer çocuklar gibi fevkalade gelişen bir öğrenme yetisine sahiptir. Böylece tilkiyle arasında bir bağ kurar.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.103 

Bizim evde beğeni sınavından en zor geçen, çay demlemektir. Çünkü iyi demlenmiş bir çayın, hele yanında da lezzetli şeyler varsa, tadına doyulmaz. Biraz aceleye getirilse, su tam kaynamadan konulsa çiğ çiğ kokar. Dem almak, çayın sabrıdır. Sabırsızlık tadı bozar. Keyif kaçar, yüzler asılır.

Bizler de birbirimizi tam tanımadan, duyguları belirli kademelerden geçirmeden ilişkileri sabırsızca demlemeye çalışıyoruz. Tabii ki sonuç çiğ çiğ kokmak. Yüzler asılıyor, birlikteliğin tadı alınamıyor. Halbuki yüz yüze gelinerek yüzler demlenecek. Sakin konuşarak sözler; hatta sessiz kalınarak manalar demlenecek. Göz ucundan adım adım, usul usul ilerleyen gerçek sevgiler; gönülde büyüyen, ruhta saygıyla yücelen yıllar süren dostluklar demlenecek.

‘İnsanların birbirine olan saygısının menşeini anlıyorum. Âlim, gemideki ateşçiye saygı borçluydu; çünkü ateşçinin şahsında Allah’a hürmet ediyordu. Ateşçi de Allah’ın elçisiydi. Birinin değeri varmış, öbürü az değerliymiş; ne olursa olsun hiçbir insan bir başkasını köle edecek hakkı kendinde bulamıyordu. Bir elçi küçük düşürülemez. Ama insana saygı, ferdin aleladeliği karşısında ahmaklık ya da cehalet karşısında, peşinden küçük düşürücü dalkavukluğu getirmiyordu. Çünkü daha önce, Allah’ın elçisi olmak meziyeti iltifat görüyordu. Böylece işler, fertlerin meziyetlerinin üstünde, elçiden elçiye halledildiği için, Allah’tan alan benim medeniyetim, insana saygıyı, fertlere saygı üzerine oturttu.’

‘İnsanlar arasındaki kardeşliğin menşeini anlıyorum. İnsanlar Allah’ta kardeştiler. İnsanlar ancak herhangi bir şeyde kardeş olabilirler. Eğer onları birleştiren bir manevî bağ yoksa, insanlar yan yana gelmiş, ama birbirine bağlanmamış demektir. Öyle hemen kardeş olunamaz. Arkadaşlarım ve ben 2/33. Birliğin ‘içinde’ kardeşiz. Fransızlar Fransa’nın ‘içinde’ kardeşler. Mirası Allah’tan alan benim medeniyetim, insanları İnsan’da kardeş kıldı.’

Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.374-375
Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.65

Say+Gı, sevginin üçüncü öğesini meydana getirir. Saygı korkmak, çekinmek demek değildir. Onu olduğu gibi görebilmek, kabul edebilmek, özellik ve niteliklerini fark edebilmek, öne çıkarabilmektir. Bütün bunların yanı sıra feragat, fedakârlık, paylaşma ve koruma eylemleri de vazgeçilmez temel öğeler olarak sevginin omurgasını meydan getirirler.

Dikkat edilirse bütün bu öğelerin ortak niteliği eylem oluşturmalarıdır. Dolayısıyla yapısında ve içeriklerinde bu eylemlerin bulunmadığı söz, hareket ve davranışların sevgi niteliği taşıdığını iddia etmek gülünç olur. 

Çünkü sevgi bir duygu olmayıp karşılık beklenmeksizin yapılan eylemler ve harcanan emekler nedeniyle tetiklenen hormonal sistemin oluşturduğu iç baskının etkisinde şekillenen ve somut olarak kanıtlanabilen eylemsel görevler bileşkesidir.

Ergun Zoga / İnsanımsılıktan Kurtuluş / s.83

Bu nedenle eğitimcileri getirttim ve onlara şöyle dedim:

‘Küçük insanlar arasındaki insanı öldürmek gibi bir göreviniz katiyen yoktur ve bu insanları bir karınca yuvası hayatı yaşamaları için karıncalara dönüştüremezsiniz. Çünkü insanın az ya da çok dolu olması benim için çok önemli değil. Benim için önemli olan, insanın az ya da çok insan olması. Ben öncelikle insanın mutlu olup olmayacağı sorusunu sormuyorum. Hangi insanın mutlu olacağı sorusunu soruyorum. Ve ahırdaki hayvanlar gibi doymuş, tatmin olmuş yerleşiklerin zenginlikleri beni ilgilendirmiyor.’

‘Onları içi boş formüllerle asla doldurmayacaksınız, onlara yapılarla yüklü imajlar vereceksiniz.’

‘Onları asla ölü bilgilerle donatmayacaksınız. Onlarda kavrayabilecekleri, yakalayabilecekleri bir üslup oluşturacaksınız.’

‘Yeteneklerini sadece şu ya da bu yöne kolayca eğilim duyup duymadıklarına göre değerlendirmeyeceksiniz. Çünkü kendisine rağmen çok çalışan daha uzağa gider ve daha başarılı olur. Dolayısıyla her şeyden önce sevgiye önem vereceksiniz.’

‘Asla yarara ağırlık vermeyeceksiniz. İnsanın sadakat ve onurla çalışması için, yaratmasına önem vereceksiniz… Böylece daha iyi çalışacaktır.’

‘Saygıyı öğreteceksiniz, çünkü ironi tembel öğrencilerin işidir ve yüzlerin unutulmasıdır.’

‘İnsanın maddiyatla bağlarını koparmak için çalışacaksınız. Ve insanı küçük insanın içinde yaratacaksınız ve öncelikle bu amaçla, ona insanlarla iletişim kurmayı öğreteceksiniz; çünkü iletişim olmazsa insan kurur.’

‘Onlara derin düşünmeyi ve dua etmeyi öğreteceksiniz; çünkü bunlar ruhu yüceltirler. Ve sevgiyi öğreteceksiniz. Çünkü sevginin yerini hiçbir şey alamaz! Ve kendini sevmek, sevmenin zıddıdır.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.106-107

Sevgi adına çok şeyler konuşuyor, çok şeyler yazıyoruz; ama bizler sevgi olmayı bilemiyoruz. Böyle olmasa yollara sevgi arayışıyla dökülür müydük? Hırsların, sitemlerin ardında sevgisizliğimizi saklar mıydık? Açıklamaya cesaretimiz yok. Gururumuza yediremiyoruz.

Hamın tadı çok acı, yutması zor. Ham günlerden buruldu dudaklarımız. Sevgiyle içten içe kaynayan pınarları buldur Mevlâ’m. Derman bulalım kaynaklarından.


1.Vicdan: Bizi iyiliğe doğru yönlendirecek pusula.
‘Vecede’ aynı kökten. ‘Buldu’ anlamında.
2.Vacid: Zenginliğinden hiçbir şey eksilmeyen, istediği her şeyi bulan.
3. İkram: Arapça bir kelime. Cömertlik etme, ağırlama, karşılıksız verme
Kerem: cömertlik, yüce gönüllülük.  Kerim: cömert, yüce gönüllü, kerem sahibi.


‘Küçük Prens ve Tilki’ İllüstrasyonu © Kim Minji

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply