Derinliğimiz Kadar Kıyılarımız Uzun

0

Fuzûlî, kendisine,

– Söylenmesi gereken her şey söylendi. Yazılacak ne varsa yazıldı! Boşuna ne diye uğraşıyorsun?

diye sorduklarında şu cevabı verir:

.Hayır! Benim söyleyeceklerim söylenmedi. Benim yazacaklarım da yazılmadı!

Şaire bu muhteşem cevabı verdirten, kendisini böylesine aşmasını sağlayan, onun ufkudur.

Her insan istidadı, duyguları, ufkuyla farklıdır. Amacı, şuuru, hedefi ne ise oralara yönelir ve yöneldiği neyse onu elde eder. Sinsiyse bir yılan gibi, yerlerde sürünür. Kanatlanıp göklere yol alabilmekse muradı, kartal gibi doruklarda gezinir. Çünkü insanın dış âlemde başardığı her şeyin kaynağı, onun iç âleminde başarabildiğidir. Onun için o âlemin idrakidir insanı insan yapan.

Çağların rengi, milletlerin dili ne kadar farklı olursa olsun “Hakikat”in yaşandığı yerde hep güzellikler alkışlanır, hep hakkın, doğrunun bayrağı çekilir göndere. Ve hepsinin ardında nice engelleri geçen bir Mecnun, dağları delen bir Ferhat vardır.

Çünkü zordur güzelliği, doğruluğu, hakkı korumak. Çünkü hakikatin inşa edilmeye çalışıldığı yerde hep zulmün dağları çıkar önümüze. Sıkıntılar kaplarken her yeri ve herkes ne yapacağını bilemez veya bilmek istemez halde iken bir bakarsın; zulmün duvarını yıkmak, hakikatin kapısını açmak için bir ufuk eri elini uzatıvermiş. Zülkarneyn olup set çeker belalara. Ben “Ömer”im der; sesi olur adaletin.

Düşünen insan, hep soruları olan, sorularıyla arayan kişidir. Bu nedenle onun yolculuğu bitmez; onun hakikat arayışı asla bitmez. Çünkü yolculuk gönüldedir. İnsanın kâmil olabilmesi için gösterdiği tüm çaba, hep onun iç âleminde gerçekleşir.

Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek de ancak kendi bilgeliğimizle bir bilge olabiliriz.

Montaigne

Nice hakikat sevdalısı, nice düşünür, nice kalem gibi Exupéry de gönülden çıkar yoluna.

Koyun-ve-Gül

Beşinci gün yine o koyun sayesinde küçük prensin gizini öğreniverdim. Durup dururken sormuştu; sanki uzun uzun düşünerek çözüm aradığı bir sorununu dile getiriyordu.

‘Koyun… Koyun çalıları yiyorsa çiçekleri de yer, değil mi?’

‘Koyunlar bulabildikleri her şeyi yerler.’

‘Dikenli çiçekleri de mi?’

‘Evet dikenli çiçekleri de.’

‘Öyleyse dikenler… Ne işe yararlar ki?’

Bilmiyordum. O anda motorun sıkışmış bir cıvatasını gevşetmeye çalışıyordum. Endişem artıyordu, çünkü giderek uçağımdaki arızanın son derece ciddi olduğunu fark ediyordum. İçme suyum da çok azaldığından endişemde haklıydım.

‘Dikenler ne işe yarar?’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens

Bütün bu sorgulamalar küçük bir çocuğa ait. Saf, samimi bir masumiyete. Neyi sorguluyor? Korumakla sorumlu olduğu sevdiği bir varlığın durumunu. Onun küçük dünyası başkalarını alacak kadar geniş. Küçük ve geniş… Küçük olan nasıl geniş olabilir ki? Mantığa sığmayan bir çelişki. Ama manevî âlemin ölçüleri mantığa uymuyor. Çünkü orada derinliğin, sonsuzluğun ölçüleri var. Ne yazık… büyüdükçe bu değerleri kaybediyoruz.

Büyüklerin dünyaları da kendileri gibi büyük; onun için çok işleri var. Değil sorgulama; düşünmeye bile zamanları yok. Kendimize soralım sessizce, kimse duymadan: Hiçbir menfaat gözetmeden kaç iyilik yaptın? En son ne zaman başkaları için, insanlık için zamanını feda ettin? Cevabı bizde kalsın. Yeter ki düşünelim…

İnancım odur ki, benim uygarlığım, yardımseverliği, insanı egemen kılmak üzere, insan için yapılan özveri olarak tanımlamaktadır. İyilik bireyin değersizliğine rağmen onun içindeki insana yapılan yardımdır. İnsan’ın temelidir bu yardım. Ben yardımseverliğin, değersizliğin övülmesi demek olduğunu ileri sürerek insanı yadsıyacak, dolayısıyla bireyi sonu gelmez bir değersizliğe mahkûm edecek kimselerle çarpışacağım.

Ben insan için çarpışacağım. Bütün düşmanlarına karşı savunacağım insanı. Gerekirse kendime karşı bile savunacağım.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.171

İç âlemin aydınlığı kadar dünyamız aydınlık. Derinliğimiz kadar kıyılarımız uzun, yüreğimiz kadar zenginiz. Hayallerimizde, ruhumuzda ve kalbimizde neyi kazanıyorsak onunla fethediyoruz ufukları. O ufuklardan doğuyor insanlığın sabahı.

Göz bebeğinde saklar insan
Düşüncelerini;
Onunla kucaklar ne varsa.
Evrene açılmalı gözleri,
Rengi ister farklı,
Yeri ayrı olsa da.

Koskoca kıtaları
Bir tek kalple bağlarız
Oradan düğümlenir,
Oradan açılırız.
Irağı yakın eder
Sevgilerimiz…

İnsan ufukları perdeli,
Kat kat
Çok yakın sandığın
Bilinenden uzak.
Sağında solunda kuklalar,
Elbiseler içinde;
Sen doğdur sabahlarını
Ellerinde. 

Yer altında mağaramsı bir yer. İnsan gölgeleri uzuyor duvarlarda. Çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşamaya mahkûm esirler…

Ne kımıldayabiliyorlar ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar, öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar.

Platon’un mağarasındaki bu insanlar, kendi iç dünyalarını geliştirememiş sığ tipler. Maneviyattan uzaklar. Nefsin zincirleriyle paraya, tutkulara, hırslarına esir olmuşlar. Düşüncenin, gayenin olmadığı kısır dünyalarında birer kukla gibiler.

Platon’a göre onlar bu gölgeler dünyasından güneş ışığına çıkabilirlerse kurtulacaklar. Burada güneş bir metafor; beyinleri aydınlatan, ruhları dirilten bir rehber. Bu esaretten ancak ışığı görebilirlerse, zincirlerden kurtarılıp vücutlarını arkaya çevirebilecekler. O zaman ruhları görünüş dünyasının aldatıcılığından, arzularından uzaklaşacak ve hakikatin dünyasına dönebilecekler.

Bu sebeple insanın kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkması gerekiyor. Çünkü ancak bu yolculuk sonunda iç dünyası aydınlığa kavuşabilecek. İçinde aydınlanmayı başarabilirse, gölgelerin ve asıllarının idrakine varacak ve insanların yansımalarını görebilecek. Kısacası kendi varlığının şuurunda olmayı başaracak.

Bütün bunlar için rehbere; eğitimcilere ihtiyaç var. Onları karanlıktan çıkaracak ellere.

Bu ül­ke­ye sâ­fi­ya­ne bir aşk­la bağ­la­nan ‘da­va de­li­si’ adam­lar, bir in­sa­nın di­ler­se ya­şa­dı­ğı ye­ri bir gü­lis­ta­na çe­vi­re­bi­le­ce­ği­ni, öte­le­rin ya­kı­cı so­lu­ğu­nu yü­zün­de his­se­den bir ira­de kuv­ve­ti­nin,

‘Ben­de sı­ğar ye­di ci­han
Ben bu ci­ha­na sığ­ma­zam’

di­yen bir ne­fe­sin ne­le­re ka­dir ol­du­ğu­nu cüm­le âle­me gös­te­rir­ler. On­lar, Ki­er­ke­ga­ard’ın di­liy­le söy­ler­sek, ‘iman şö­val­ye­le­ri’dir­ler.

Kemal Sayar / Güzel Gören, Güzel Eyler 

Bir iman şövalyesi olmak herkesin harcı değildir; o trajik kahraman sürekli tetiktedir, sürekli imtihandadır, sürekli bir ayartılma tehlikesi altında yaşar… Ve o daima yalnızdır.

Søren Kierkegaard

Antoine de Saint-Exupéry

Saint-Exupéry’nin kişiliği de böyleydi. O bir iman şövalyesiydi. İnandığı ilkelerin ardından giden bir savaşçıydı. Sezgileri çok yüksekti. Bazı tehlikeleri, sorunları çok önceden hissedebiliyordu. Ne yazık ki, çoğu kez bunları başkalarına anlatamıyor; anlaşılamamanın yalnızlığını yaşıyordu. Onun iç derinliğine ve sanatçı kişiliğine bir de sezgi potansiyeli katılınca eserlerinin günümüz insanının üzerindeki etkisini daha iyi anlayabiliyoruz.

Yeniden gün doğduğu zaman ülkemin yaşıyor olması gerek. Ne yapmalı onu kurtarmak için? Nasıl bulup söylersiniz en kestirme çözüm yolunu? Yapılması gereken şeyler pek çok ve çelişiktir. En önemli şey ruhsal kalıtı1 kurtarmaktır, yoksa Fransız ırkı üstün yeteneğinden yoksun kalacaktır.

En önemli şey ırkı kurtarmaktır, yoksa kalıt yok olup gidecektir.

Bu iki şeyi birden kurtaracak ortak bir dil bulamayan mantıkçılar ya ruhu ya da bedeni gözden çıkarmak eğilimi duyacaklardır. Ama benim mantıkçılara aldırdığım yok. Ben gün yeniden ağardığı zaman yurdumun -etiyle, kemiğiyle- var olmasını istiyorum. Yurdumun çıkarına hareket edebilmek için her an ağırlığımı bütün sevgimle bu yönde kullanmam gerek.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.148

Yıl 1942. Çürüğe çıkarılmış hava kuvvetleri yedek subayı Saint-Exupéry, Küçük Prens’i sürgünde, kah New York kah Long Island’da yazar. Kaderini değiştiren bu yılın Kasım ayında halkı için de bir hitap kaleme alır; bu hitap Amerikan radyo istasyonlarının tüm Fransızca programlarında yayınlanır ve Kuzey Afrika’da hür Fransız gazeteleri tarafından basılır.

Hitapta ağırlıklı olarak Nazi barbarlığı karşısında duyulan korku dile getirilir: Alman gecesi topraklarımızı tümüyle karanlığa gömdü. Bugüne dek en azından sevdiklerimizden haber alabildik. Her ne kadar sofralarındaki ekmeği onlarla bölüşemesek de onlara yüreğimizin sesini ulaştırabildik. Nefes aldıklarını duyduk, uzaklardan… Kulaklarımızdan öylece geçip gitti. Şimdi Fransa sadece sessizlik… Yarın Almanya’nın kurşuna dizeceği rehinelerin adlarını asla öğrenemeyeceğiz.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.10-11

Dünya alevler içindedir. Fransızca bilmeyen Amerikalıların misafir olarak yanlarında bulunan Saint-Exupéry’ye verdikleri adla “Binbaşı X” ülkesini kurtarabilmek için Kuzey Afrika cephesine dönmek istemektedir. Çünkü 8 Kasım 1942 tarihinde Amerikalı birlikleri muazzam bir askeri manevrayla Kuzey Afrika’ya inmişlerdir. Hitler buna karşılık olarak tüm Fransa’yı işgal eder.

Saint-Exupéry’nin en büyük arzusu yeniden uçuş bölüğüyle birlikte hava harekatına katılmaktır. Aslında bu imkansızdır; çünkü kırk yaşın üzerindeki Exupéry, aktif bir pilot olarak hizmet verme sınırını on yıl aşmıştır. Kaldı ki çok sayıda uçak kazası ve mecburi inişler yüzünden kemikleri hasar görmüştür. Diğer yandan yurt dışında Fransa’nın en önemli seslerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Saint-Exupéry’nin Aras’a Uçuş adlı kitabında sadece Fransa’nın çöküşünü değil, aynı zamanda bu geçici yenilgiye karşı gösterilen manevî direnci de oldukça dokunaklı bir biçimde anlatmış olduğunu Amerikan gazetesi Atlantic şu sözle açıkladı:

‘Bu anlatım ve Churchill’in konuşmaları, Hitler’in Kavgam’ına demokratların verdiği en iyi cevaptır.’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.12

Courage cesur olmak, kalple yaşamak demek. Latince’de yürek, kalp anlamına gelen “cor” kelimesinden geliyor. Eskiden içindekini açıkça söyleyen, kalpten konuşanlar için kullanılırmış “cesur sıfatı”. Bu da cesaret gösterenlere neden yürekli denildiğinin kanıtı.

Ondan mıdır, cesur hamlelerin ardında hep bir yüreğin olması? O yüreğin içinde de bir gayenin, bir sevdanın varlığı? Demek ki iç âlemde ne isek, dış âlemde de ulaşacağımız odur.

Fetihten sonra Fâtih Sultan Mehmet Han’a sorarlar:

– Sultanım! Niçin İstanbul’u fethettiniz?

 Fâtih Sultan Mehmet şu cevabı verir:

– İstanbul beni fethettiği için…

Hayatın amacının ‘mutlu’ olmak olduğuna inanmam. Bence hayatın amacı: yararlı, sorumlu ve şefkatli olmaktır. En önemlisi fark oluşturmaktır; katkıda bulunmak, bir şeyi temsil etmek, yaşamış olmakla bir değişim meydana getirmektir.

Leo Calvin Rosten

Yaşamı sorgulamak ürkütüyor insanı; çünkü altından görmek istemediğimiz bencilliğimizin, kendimize yakıştıramadığımız tembelliğimizin, okudukça sıyrıldığımızı sandığımız nefsimizin çıkacağından korkuyoruz. Kalbin okumadığı hiçbir şeyin ömrü aydınlatamadığını insan yaşadıkça öğreniyor. Yağmur gibi yağma, nehirler gibi akma sırrının tertemiz gayelerin içinde olduğunu ruhu tanıdıkça idrak ediyor.

Kimse yağmur gibi yağmak istemezse nasıl yeşerecek toprak? Nehir gibi akamazsa nasıl dolacak umman? Güneş gibi ışımazsan nasıl kaybolacak karanlıklar?

Her şeyin bir gaye için olduğu hakikati anlatılmazsa hangi kanatlarla aşılacak ufuklar?

Genellikle kişiliğimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı ayrı birer varlık gibi görürüz. Ama bu, bizi içimize kapanmaya davet eden bir optik yanılsamadır2. Çünkü burada sadece kendi arzularımızı dikkate alır, sadece kendi yakınlarımıza sevgi duyar, şefkat gösteririz. Oysa insanın asıl değeri kendisinden uzaklaşıp insaniyet adına yapması gereken ödevlerinin farkına varabilmesinde ve bu ödevleri yerine getirirken “başkalarıyla birlikte” ve “aynı yöne bakarak” hareket edebilmesindedir.

Sokrates başkaları ile ilgilenmek için tüm kişisel ilgilerinden vazgeçer. Hatta bunu kendisinin Sokrates olmasına olanak veren şehri kurtarmak adına ölümü kabullenmeye kadar götürmüştür. Asıl büyüklük kendimize rağmen kendimizi aşarak yaptıklarımızla kendini gösterir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.18

Yağ denir, yağar yağmur; zerreleriyle koşar dünyaya. Yücelerden inerken bölünür canında.

Öylesine kendinden azalır ki… Damla damla konar dala, yaprağa, suya. Güneş, göklerin yiğidi. Emir aldığından bu yana göğsünde bir kor ateş; döner de döner. Nuruyla umut dağıtır başkalarına. Toprakta filiz olur, yaşamda sevgi; nereye dokunsa, sıcak aydınlığında fethedilir.

Sen de kon yağmur gibi canlara. Sen de güneş ol; aklının nuruyla aydınlat, göğsündeki kor ile ısıt üşüyenleri. Ümitlerinle gülsünler; sorumluluğunla fethedilsin gönüller.

Guillaument’in cesareti her şeyden önce sağduyusunun bir sonucuydu. Ama onun gerçek değeri kesinlikle burada değil. Onu büyük yapan, sorumluluk duygusu. Kendini kendinden, taşıdığı postadan, onu ümitle bekleyen arkadaşlarından sorumlu hissetmesi. Orada, hayatta olanların dünyasında yeni kurulmakta olana katılmak zorunda hissetmesi kendini. Kendi meslekî alanında insanların kaderinden sorumlu hissetmesi kendini bir parça.

Cömertti Guillaument; bir ağaç gibiydi, yapraklarıyla bütün ufku kapatıp engin gölgeler yayan. İnsan olmak, sorumluluk almak demektir, kesinlikle. Kendine bağlı gibi görünmeyen bir sefaletten utanç duyabilmektir. Arkadaşlarının kazandığı bir zaferden gurur duyabilmektir. Elindeki taşı koyarken, dünyanın inşasına katıldığını hissetmektir. İnsan olmak, kendisine bağlı görünmeyen bir düşkünlük karşısında bile utanç duymaktır. Kendi taşını koyarken, dünyanın kuruluşuna yardım ettiğini hissetmektir.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.51

Ne ise birikimin
Sen, O’sun.
İçinde sen olan bir testi;
Beden.
Elden ele geçsin,
Yıkanıp arınsın zaman.
Neden serinlemesin yanıklar
Suyuyla neden?

Ak alabildiğine…
Saklanmayacak şeyler de var.
Yosun tutarsın, kokuşursun
Akmazsan eğer.

Ömür;
Bir dolma, bir boşalmadır;
Her damlada bir testi beden.
Neden, bardak bardak sunulmayasın?
Neden…

Haydi, sen şimdi su olduğunu düşün ve kendini su gibi hisset. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı, su gibi yaşam kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa.

Ama yine su gibi küçük bir bardağın içine sığdır ki kendini, insanların damarlarına girebilmeyi öğren. Yaşam ver, vazgeçilmez ol!

Hz. Mevlâna.

1. Kalıt: Miras.
2. Optik yanılsama: Göz yanılsaması.
  Yanılsama: Görünüşün gerçek sanılmasına yol açan duyu yanılması; su içindeki küçük bir balığın büyük görünmesi gibi.

‘Pilot ve Küçük Prens’ İllüstrasyonu © Kim Minji
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply