Dal Olun. Çiçeklerinizi Yapın ve Meyvelerinizi Yapın. Sizi Bağbozumunda Tartacaklar

9

Şubat toprağına bir can daha düştü başka âleme filiz olabilmek için. Dönülmeyen limandan bir gemi daha kalktı bilemediğim sulara. Çoğu yazıları sinesinde yazdığım, uzun süredir ikinci evim olan bir mekanın duvarlarından resimler, cam kenarlarında dizili çiçekler, büfedeki, sehpalardaki biblolar kaldırılıyor. Tek katlı evlerin eski kiremitlerini, günün ilk saatlerinde yola düşen farları artık izleyemeyeceğim. Yaşanılmış sayfalar bitti, kapak kapandı. Annemi kaybettim.

İyice kuvvetten düşen iki büklüm; ama Mevlâ’sına görevini aksatmayan, hayli yaşlı, nurlu bu beden ve onda vefanın abideleştiği teheccütler, tüm ağrılara rağmen alınan abdestler hayatımda apayrı bir idrak noktası olacak.

Bu dünyada bir yandan bırakıyoruz bir şeyleri, bir yandan alıyoruz. Her bırakış yalnızlığı, hüznü ve hasreti, her alış kavuşmayı, sıcaklığı, muhabbeti getiriyor. Verdiklerimiz, unuttuklarımız, kaybettiklerimiz… Gönülden uzaklaşanlar, gözden uzaklaşanlar, candan uzaklaşanlar… Hepsi birer ayrılık değil mi? Gelen komşulara, dostlara annemi hatırlatacak küçük küçük armağanlar sunmaya çalışıyoruz. Tespihler, şekerlik, dantel örtüler, biblolar, saksı saksı menekşeler… Hatırlandığında ruhuna okunsun temennisiyle. 

Fakat insan, sade ölürken bırakmıyordu ki. İki ay evvel Mümtaz en beğendiği kol düğmelerini bir arkadaşına hediye etmişti. On beş gün evvel yeni ciltlettiği kitabı bir takside unutmuştu. Sadece bunlar mıydı? Birkaç ay evvel sevdiği kadın yaşama iradesini tek başına kullanmak istemiş, ondan ayrılmıştı. İhsan evde hasta yatıyordu. Dokuz gündür zatürre onu yakalamış, yavaş yavaş bugün bulunduğu o dar geçide kadar sürüklemişti. Her an çok fena bir şey olabilirdi.

Hayır, insan sadece ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu. Sonra olduğu yerde birdenbire kabuklaşıyor, çok ince, görünmez bir şeyle o anda etrafında olanlardan ayrılıyordu. ‘Biz mi gidiyoruz, onlar mı?’ sual buydu…

Ahmet Hamdi Tanpınar / Huzur / s.53

Ev hayli kalabalık… Erkek kardeşimle cam önünde konuşuyoruz. Konuşurken ara sıra gözlerim ve aklım gördüklerime, düşündüklerime takılıyor. Çoğu yazılarımın tohumunu hayallerime, duygularıma ektiğim köşe burası. Geceleri gökyüzüyle bütünleştiğim pencere. Evi kapatıyoruz. Ne olursa olsun ancak kaybedildiğinde onun değerini anladığımız şehla bir yanımız var.

Bir an yolun köşesindeki çam ağacına takılıyor gözlerim. Aniden a… bu ağaca ne olmuş, dalları kırılmış diyorum. Kardeşim bakıyor. O da onaylıyor. Ancak hemen arkasından ekliyor:

.Abla dikkatle bak. Ağaçta bir şey yok. Dallarına bir şey olmamış. Senin etkinde ilk baktığımda ben de tepesindeki dalların kırıldığını zannettim. Ama ikinci kez baktığımda daha net görüyorum. Hiçbir şey olmamış dallarına. Bak…

Bakıyorum; gerçekten bir şey yok. Peki neye dayanarak öyle görmüştüm? Kafam takılıyor.

Kardeşim defin işlemleri için mezarlığa gidildiğinde yaşadığı buna benzer bir yanılsamayı anlatıyor:

.Ağabeyimle mezar taşlarını okuya okuya yanlarından geçiyoruz. Birini okuyorum. Sonra ikincisini… Yüksek sesle tekrarlıyorum. 

.Abim “Dikkat et Ahmet, bir kere daha oku,” diyor. 

Okuyorum. Hayret… nasıl yanlış görmüşüm? Ben sormadan abim izahını yapıyor. Bir öncekinin etkisinde onu yanlış görmüş ve aynı kelime zannetmişim. Yani bir başka bakış açısının etkisinde sonraki ismi doğru değerlendirememişim. Aynı şimdi senin bakışını kopya etmem gibi. 

Konu ilgimi çekiyor. Eğer dikkati ayakta tutup, gaflete düşmeden baksaydım, ağacın dallarını kırılmış görmeyecektim. Eğer kardeşim kendi merceğiyle bakabilseydi, o da benim hatamı tekrarlamayacaktı. Yaşadığımız, bir iki dakikalık bir olay. Bizi uyaran şey, ikinci kez bakışımız. Demek ki dikkat çok önemli. Bu hata devam ettiğinde o ağaç, nazarımda hep üst dalları kırık bir ağaç olarak kalacaktı. Yalnızca bir ağaç. Ya bunu bir insanda yapmışsam? Hele gün gelip de o beni veya ben onu terk edeceksem… Dönüşü olmayan yolda uzaklaşan gözler… Affedilişi olmayan yanılgılarda incinen kalpler… İçim cız… ediyor. 

Canlı yaşadığım örnek, ne kadar da sürü psikolojisine benziyor diye düşünüyorum.  Aynı günlerde birbirini takip eden bazı durumlar, bu konuya eğilmemi tetikliyor. Demek ki diyorum; bizi kendimiz olmaktan uzaklaştıran, bizi merkezimizden uzaklara atan bu psikoloji gerçekle aramızda bir paravan. Ama paravanı çeken kim? Ben değil miyim? Sonra irade zayıflığım ve kontrolü başkasına bırakışım değil mi? Ve tekrarlanırsa zamanla karşı karşıya kalabileceğimiz “kendimizden, gerçek karakterimizden uzaklaşma tehlikesi.” 

Toplumun genel davranışına baksak ve “kendimiz olmak” gibi bir kaygımız var mı diye sorsak? İhtimal ki “varsa da ne yazık ki çok az” cevabını alacağız. Peki neden böyleyiz? Çünkü gösterişi fazlaca önemsiyoruz. Yapay davranışlar, beğenilme hissi, dünyanın süsünü elde edebilme arzusu ve “başkaları ne der” korkusu bizi içten içe, yavaş yavaş kitle-sürü psikolojisine itiyor. Çoğunlukla düşünmeden hareket etmemiz, araştırmadan karar vermemiz, okumadan değerlendirmemiz, toplum ne derse ona uymamız hep bu psikolojinin sonuçları. 

Bir an kafam karışıyor. Peki diyorum içimden; kitleler zamanla ortak bir şuura sahip olduğunda toplumu ulaşılamayacak sanılan ufuklara götürebiliyor mu? Evet. Peki, bunun örneklerini görebiliyor muyuz? Evet. Aşılmaz sanılan engelleri aştırıyor, zaferlere koşturabiliyor mu? Evet.  Hem de her alanda şahit oluyoruz. O zaman kitle psikolojisi, neden tehlikeli görülüyor? 

Bir hafta ne çabuk geçti; evimdeyim. Yüreğimde burukluk, beynimde “düşünmeden uyguladıklarımız”la ilgili bir sürü şey var. Bu psikolojisi neden bu kadar tehlikeli? Çünkü bir kitle, yeri geldiğinde tek bir sesle hareket edebilir ve tek parmağın gösterdiğine koşabilir de ondan. Üniversite yıllarım aklıma geliyor. “68 kuşağı” denilen kuşaktanım. Ve mesleğimin taze dönemleri 80’li yıllar… Örnekler çoğalıyor anılarımda. Bütün mesele sesin, parmağın sahibinde ve onun niyetinde. Ya o parmak; hakikatin, doğrunun değil de yanlışın, çıkarın hâkim olduğu bir hedefi gösteriyorsa? İşte o zaman düşünmeden, tartmadan attığımız her şuursuz adım tehlike demek. Ve düşünerek, tartarak attığımız her adım ise zaferimiz.

Kitaplarım yanımda, önümde bilgisayar. İçimde son günlerin biriken duyguları… Biraz araştırırsam hafifleyeceğim gibi. “Milgram deneyi” çıkıyor karşıma. Kendi vicdanî değerleriyle çelişmesine rağmen bir insanın otorite sahibi bir kişiye veya bir kurumun isteğine nasıl itaat edebileceğini gösteren deneyleri okuyorum. Her birinde insanın buna yatkınlığı ortaya çıkıyor. Deneyin sahibi, Yale Üniversitesi psikologlarından Stanley Milgram. 

Üst üste tevafuklar yaşadığım bir hafta. Ne zaman böylesine peşi sıra, birbirine denk gelen, uyumlu olayları yaşamaya başlasam, bir hikmet rüzgarının gönlüme estiğini hissederim. İşte… karşımda ne zamandır seyrederim diye bir yana ayırdığım bir film. Stanley Milgram’ın hayatını anlatıyor. Adı Experimenter; deneyci. Koşulsuz itaatin insanı nasıl bir kukla haline getirdiğini gözler önüne seriyor. Seyrederken durdura durdura, cümle cümle not alıyorum:

Bir bölüm: Stanley Milgram, karısıyla birlikte televizyonda itaat konusuyla ilgili bir deney izliyor. Olay asansöre binen insanların duruşu hakkında. Detaylar bir yetkili tarafından açıklanıyor:

Şu an asansördeki beyefendi gizli çekimin yıldızı. Asansöre giren şu beyaz tişörtlü adam, mantolu kadın ve sonradan binen diğeri; hepsi ekibimizin elemanları sırtlarını dönüyorlar. Binen adam bireyselliğini korumaya çalışıyor. Ama azar azar saatine bakıyor; ama aslında duvara doğru birazcık dönmesi için bahanesi oluyor.

Bir başka deney:

Asansörde iki kişi var yüzleri duvara dönük. Binen kişi onlara uymuyor. Anlaşılan bu adam daha önce de grupta bulunmuş. Ama biri daha girip o da dönünce adam da dönüyor.

Stanley Milgram’le karısı deneylerdeki adamların garip hallerine gülüyorlar. Gerçekten kendisiyle itaat arasında bocalayan; ama çoğunluğa uyan insanın görüntüsü gülünecek kadar garip. Ve bizler farkında olmadan bu psikolojiyle kim bilir nerede, kimlere, neler sergiliyoruz? 

Filmden ayrı bir kare: Milgram bu kısımda şu cümleleri kuruyor:

Kadın ve erkeklerin ne olursa olsun varlığı dünyaya tamamen daldığında insanî tepkiler verdiğine dair şüphelerim oldu. İnsanlar bütünü görmek yerine daha çok parçaları ile ilgileniyor.

Bir iş bölümü var ve insanlar küçük, sınırlı, uzlaşmış işler yapıyor ve yukarıdan gelen yönlendirmeler olamadan hareket edemiyoruz. Buna ‘Agentic hal’ diyorum. İnsanların kendi kendini idare hakkını erteleyip akla uygun bir otoritenin, bir başka kişinin idaresine girmesi… Agentic hal bir ‘mağaza politikasıdır.’ ‘İşimi yapıyorum.’ ya da ‘Bu benim işim.’ veya ‘Kuralları ben koymuyorum.’ ‘Bunu burada yapmıyoruz.’ ‘Emirlere uyuyorum.’ ‘Kanun böyle.’ ‘Agentic Hal’de kişi kendini diğerlerinin isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görür. Asker, hemşire, yönetici. Oyuncu. Şirket çalışanı hatta akademisyenler ve sanatçılar.

Filmin sonundayım. Milgram’ın dedikleriyle adeta yüreğim sızlıyor:

Biz kuklayız diyebilirsiniz. Algı süresi ve farkındalığı olan kuklalar olduğumuzu düşünüyorum. Bazı zamanlarda ipleri görebiliyoruz; ancak farkındalığımız özgürlüğe giden yolda ilk adımımızdır.

Farkındalık, özgürlük veya farkına varmamayı alışkanlık haline getirdiğimizde elimizden kayan özgürlüğümüz… Bunu takip eden koşulsuz itaatler, sonra da hiç araştırmadan, düşünmeden inandıklarımız… Gün be gün çevremizde değişik zihniyetlerde kendi yaşamlarına uygun boş inançlar çoğalıyor. Oysa hakikate dair bunca kitap, bunca imkan varken… Üzülüyorum ve kızıyorum. Nedenler kafamda dolanmış yumak gibi. Yoksa diyorum, yaşamın değişik yollarında ihmal ettiğimiz görevlerin boşluğunu vicdanın sinyalleriyle hissediyor da tedirginliğimizi yapması kolay olan şeylerle mi geçiştirmeye çalışıyoruz? Kim bilir… Ve bu geçiştirmeler yeterli okumadığımızdan ve tefekkür alışkanlığımız olmadığından bizi kolayı kopyalamaya götürüyor. Düşünmeden uy ve uygula. Bu da kitle psikolojisinin zararlı yüzünü ortaya çıkarıyor.

Yaşamın her alanında içi tıkış tıkış doldurulmuş, gerçekten uzak uyguladığımız ne çok şey var. Geçen hafta yaşadıklarım: Mezarlıktayız. Annemi defnettik. Ayrılma zamanı geldi. Yanımda birkaç hanım kendi aralarında konuşuyor. Mesele annemin başucundaki levhaya başörtüsünün bağlanmaması. Herhalde bir gelenek olsa diyorum. Bağlanacak bez parçasıyla, farklı bir âleme geçmiş bir ruhun arasında kurulan bu ilişkiyi bir türlü anlayamıyorum. Rabbine bağlı, ibadetlerini bir an bile ihmal etmeyen annemin, yeni yaşamına götürdüklerinin yanında bir başörtüsünün manevî gücü ne olabilir? Garipsiyorum. Daha buna benzer şeyler… Ardı ardına sıralanıyor. Düşüncelere, geleneklere saygılıyım; ama haddini aşarak dinî hakikatlerin üzerine çıkanlardan rahatsız oluyorum. İyi ki çok yakınımda bunaldığım bu hallerden beni uzaklaştıran ruhdaşlarım var. 

.“Anne” diyor oğlum. Şu kitaptan anneannem için bir sayfa açtım. Bak ne çıktı? Okuyor. Ölümün sırrından goncalar açılıyor ve kokularıyla içim rahatlıyor. 

Sabiha Hanımefendi’nin akrabasından münevver, uyanık ve aynı zamanda imanlı bir hanımın vefatından konuşuluyordu:

– Allah’ın feyzi kime erdiyse elbette mahrum kalmaz. İş velev bir zerre olsun, o nurdan nasibi almaktadır.

Camille Flammarion bir kitabında şöyle der: İnsan dünyaya geldiği vakit iki âlemle merbutiyeti vardır. Burada öldüğü vakit rabıta o âlemle başlar. Yani ruh cesetten çıkınca bir yeni hayat başlar. İnsanın bu dünya âlemindeki yaşayışı ve işlediği ameller, öteki âlem için hazırlıktır.

Ne güzel bir söz!
….

Ken’an Rifâî / Sohbetler / s.167

Definden sonra yaşadığımız bu tevafuk beni hayli düşündürüyor. Çevresinde yaşanan birçok yüzeyselliğe rağmen annemin hakikate olan bağlığı, gönlümde onun yeni yaşamına dair güzel umutların doğmasına neden oluyor. İnşallah öyledir… Rabbim öyle kılsın.

Ölüm, koskoca bir nizamda odaların birinden diğerine geçmek. Yolculuk bitmiyor. Sadece yolun rengi değişiyor. Yolcu ben, yolun sonunda bekleyen benim Mevlâ’m. Aklımda, kalbimde, vicdanımda biriktirdiklerim, O’na karşı bir sorumluluk taşımıyorsa neyime yarayacak?   

Aklın muhakeme edebilmesi, kalbin alışkanlıklara mağlup olmaması, vicdanın küllenmemesi için kainattaki nizamı anlayabilmek ve görebilmek amacımız olmalı. Olamıyorsa ve de bu yolda gayretimiz yoksa okuduğumuz okullar, edindiğimiz kariyerler ve onca bilgi hakikati anlayabilmemize yetebilecek mi? Hayır. Öyleyse ne zaman hakikatin kapısını boş düşüncenin, yararsız bilginin yüzüne kapayabileceğiz? Kapayamazsak… İşte o zaman daha nice batıla kapılar aralanacak. 

Her zerre yine aynı şekilde amacına koşuyor; iyiliğin, kötülüğün yarışı, zıtlardaki ahenk, aynı evet aynı hep. Bilgisayar, video, microchipler hayatına girse de uçsa da füzeyle gökte, insan sorumlu yine. Tırmansa da şöhretin, alkışın zirvesine,

Yine aynı kabir bekliyor insanları…

Koşun kurtuluşa! diyen ses hâlâ insanı çağırıyor.
….
Yollar… İnsanın aldanışıyla, zaaflarıyla açılmıştı önünde, sayısız yanlış yollar.

İnsanlar ırmağın üzerinde parlayan su kabarcıkları gibi kafile kafile birbiri arkasından hayat sahnesinden geçmiş. Her biri kendi açısından bakmış;

Öğreti diye ileri sürülen düşüncenin, gerçeğin karşısında değeri gündeme gelmeliyken, her biri bir yanlışın, bir çarpık felsefenin karanlık dehlizinde ısrarla yürümüşler.

Evrendeki ahenkten insanı soyutlayıp, cansız formüllerin içine sığınmışlar. Başarılarını kanıtlayabilmek için de elbiseyi vücuda değil, vücudu elbiseye uydurmak istemişler. 

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.289-290

Vücudu elbiseye uydurmak olmuyor, yakışmıyor insana. Üzerindeki uyumsuz görüntü ruhunu sıkıyor, kalbini üzüyor. Tatminsizliğinden ya olumsuz yalnızlıklara ya da yüzeysel görüntülere sığınıyor. Vehimleri onu derinliklerden, deryalardan uzaklaştırıyor. Kapalı her kapının arkasında olandan korktuğu için aramıyor, araştırmıyor, düşünmüyor. Hakikati bulmak yerine kolayına gelen, eğlenceli, sorumluluk istemeyen yolları seçiyor. Bu tip kişiliklerin bir araya gele gele oluşturdukları ortam, tabii ki kendi felsefelerine göre şekilleniyor. Daha sonra aynı zihniyetin başka aynı zihniyetle oluşturduğu şey gün geçtikçe insanı idaresine almaya başlıyor. Kısacası kısır bir döngünün içine hapsoluyor insanoğlu. 

Çok şükür; inanan bir insanım. Onun için kaygıların yanında ümidi de taşıyorum. Birilerinin yanlışa açtığı kapıları, gün gelir birileri kapatabilir. Sayıları az da olsa o kapıyı yeniden Hak olana açabilir. Hele batılın savaşın kanıyla yoğunlaştığı batı dünyasının göbeğinde bile bu ümit gerçekleşmişken… Saint-Exupéry, Frithjof Schuon, Simone Weil ve J.R.R. Tolkien… Bu kapıyı her şeye rağmen açanlardan değiller mi? 

‘Henüz ağaçlar ağaç değildir, vakta ki öyle isimlendirilene ve görülene dek
ve onlar isimlendirilene kadar hiç isimlendirilmemişlerdi
ki onları beyanın içe dönük nefesi göz önüne serdi,
dünyanın müphem/zayıf bir yankısı ve soluk bir resmi,
ancak ne bir kayıt ne de bir fotoğraf,
ağaçların, hayvanların, yıldızların yaşam ve ölümüne benzer
içlerindeki derin ihtarın/hatırlatmanın kıpırdanmalarıyla
kehanet, hüküm ve kahkahalı bir tepkisi olarak:
gölgeli parmaklıkların altını kazan hür tutsaklar,
‘önceden bilineni’ tecrübelerinden kazıp çıkarıyorlar
ve nüktenin (ruhun) damarını anlamdan eliyorlar.’
…………

J.R.R. Tolkien / Mythopoeia

Tolkien’e göre, hürriyetin sadece afaki, büyük sistemlerin sağlıklı işlemesi ile elde edilmesi mümkün değildir. Bunun en önemli kanıtı ufukları fetheden veya hayatın geniş dairelerinde büyük sonuçlar elde eden karakterlerin her şeyden önce kendi iç dünyalarında zafer/ler kazanmış olmalarıdır. Özetle; insan, şartlar oluşmasa dahi Niggle örneğindeki gibi iç zaferleri ile hürriyete yürüyebilir veya Isildur örneğinde olduğu gibi çağının en büyük zaferini kazanıp, iç/enfüsi savaşını kaybedip önce bir güç nesnesinin kölesi sonra kurbanı olabilir.

Ahmet Mesut Bozkurt / Hakikatle Özgürleşmek ve
Nesneleşerek Köleleşmek Üzerine

Topraktan başını çıkaran su, deryanın kokusunu alır ve onun enginliğine yüzünü döner. Kavuşmak artık sevdasıdır; sadece ona akmak, vazgeçilmezi olur. Can çekirdeği de topraktan baş verdiğinden beri bu kokuyu alır; ancak onun önünde hayli engeli var. Akabilmek için akıldan vehimleri, boş düşünceleri, kalpten dikenleri çekmesi; nefisten çamurları alarak temizlemesi gerekiyor.

Akleden ve temizlenmiş can, bakımlı bir bahçe gibidir. Bu bahçede dallar kuş dolu, her yer çiçekli, ağaçlar meyvelidir. Zaman gelir ürünün kalitesine değer biçilir. İşte o zaman bahçe sahibinin niyeti, emeği konuşur. Konuşan artık sadece hakikattir. 

Ben öldüğümde.

Tanrım sana geliyorum; çünkü senin adına çift sürdüm. Ektiklerimi senin için ektim.

Ben mumu yaptım. Yakmak sana ait.

Ben tapınağı inşa ettim. Sessizliğini oluşturmak sana ait.
…..
Hamura maya kattım ve başka bir mayayı değil, belli bir mayayı kattım. Bundan böyle hepiniz benden doğdunuz. Çünkü eğer sizin için başka eylemler arasından belli bir eylemi seçmek söz konusuysa görünmeyen eylemi seçeceksiniz ve bu eylem size benim ağacımı büyüttürecek, böylece bana göre gelişecek.

Hiç kuşkusuz, siz kendinizi özgür hissedeceksiniz, bense ölü… Ama denize doğru yönelen ırmak ya da bırakılan ve düşen taş gibi.

‘Dal olun. Çiçeklerinizi yapın ve meyvelerinizi yapın. Sizi bağbozumunda tartacaklar.

Sevgili halkım, senin mirasını artırdıysam kuşaktan kuşağa sadık ol.

Ben dua ederken, nöbetçi bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyordu. Ve ben derin derin düşünüyordum.

İmparatorluğum benim için nöbet bekleyen nöbetçileri seçiyorlar. Ve ben uyanıklık alevi olan ateşi yaktım.

‘Ve benim askerim bakarsa güzeldir…’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.333-334

Kendi anlamını yitiren insan, yaşam denilen bu dairede merkezinden kopar ve savrulur. Zamanın özünden balını yapan duygular, düşünceler kazanılmalı. Onları diri tutan, harekete getiren, ısıtan bir ateş yakmalı. İşlenmemiş toprak, sulanmamış bahçeler… Ruhun ve yüreğin susuzluğunu gideren membalarımız, onları gözeten bahçıvanlarımız olmalı.

Sevgili halkım, şeylere değil şeylerin anlamına ait olan balını yitirdin ve işte yaşamak için acele etmek istiyorsun, ama bunun yolunu bulamıyorsun. Ben bahçıvanlık yapan ve öldüğünde sürülmemiş, ekilmemiş bir tarla bırakan birini tanıdım. Ağaçlarımı kim budayacak?  Çiçeklerimi kim ekecek? diyordu bana. Bahçesini düzenlemek için zamana ihtiyacı vardı; çünkü elinde tümünü tohum deposundan aldığı çiçek tohumları mevcuttu ve depoda toprağı delmek için kullandığı aletleri, belinde de ağaçları aşılamak için kullandığı bıçağı vardı; ama bunların hepsi ayrı ayrı objelerdi ve bir kült için kullanılmamışlardı. 

Ve zenginliklerinle sen de öylesin. Samanınla, tohumunla, kıskançlıklarınla ve merhametlerinle, tartışmalarınla ve ölümün eşiğindeki yaşlı kadınlarınla ve kuyu bileziğinle ve mozaiğinle ve şeyleri bağlayan, bir köyde ve pınarında sadece ruhun ve yüreğin susuzluğunu gideren kutsal düğüm mucizesiyle hâlâ eritemediğin şırıldayan suyunla.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.439-440

Bahçenin kurtuluşu, suda. İnsanın kurtuluşu, merkezini bulan anlamda. Su için berrak membalar, anlam için ihlaslı gönüller gerek. Su ve anlam… Her ikisi de bu yoldaki en önemli azığımız.

Can bu ilden göçmedin cananı bulmazsa ne güç
Yârini terk etmedin yâranı bulmazsa ne güç.1

Niyazi-i Mısrî

Canan’ı bu ilde bulan can, bu ilden göçene kadar hayatı kolay eyler. Nasıl eylemesin ki, tevekkül onunla, huzur onunladır. Her yerinden Mevlâ fışkıran hayat, her sözünden Mevlâ’nın yansıdığı yâran, insanın kurtuluşunu hazırlar. Dünyada gerçek sevgiliyi bulmadan öteki âleme göçen acaba neyi bulur? Dost olanı bulamadan sevdiklerinden ayrılana kim kucağını açar?

Bu âlemde bulduğun Canan’ınla yine O’na giden yolunda yeni dostlar karşılasın seni Annem…


1. Can bu ilden göçmeden cananı bulmazsa ne güç
Yârini terk etmeden yaranı bulmazsa ne güç.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

9 yorum

  1. Başınız sağolsun Elif hanım, Allah rahmet eylesin ve geride kalanlarına sabırlar versin.

  2. Allah rahmet eylesin arkada kalanlara sabır versin Rabbim. Yazınızdaki da çok güzeldi ve beslediğiniz ümitler bizlerede ümit verdi. Bu zor zamanda Allah her türlü sabır versin sizlere.

  3. Ömer Faruk on

    Başınız sağolsun Elif hanım. Allah rahmet eylesin. Anneniz gittiği yerde hüsnü zanninizdan da güzel karşılanır inşallah.

  4. Allah Rahmet Etsin İnşallah. Geride kalan herkese sabırlar diliyorum.

    – Allah’ın feyzi kime erdiyse elbette mahrum kalmaz.
    İş velev bir zerre olsun, o nurdan nasibi almaktadır.
    Emeğinize yüreğinize sağlık.

  5. Happy_Sun on

    Allah gani gani rahmet eylesin, sizlere sabr-ı cemil, sekine lütf eylesin. Ne değerli nimet ki annemizin sizin gibi gönül eri bir evladı var.

    O’ndan geldik ve O’na döneceğiz hakikatince annemiz en Sevgiliye en güzel hal ile kavuşmuştur inşaAllah.

    Rabbisine kavuşurken de sizin gönül kaleminizle, kalanlara hakikatin idrakine dair bir pencere daha açılmasına vesile olmuş.

    – ” Canan’ı bu ilde bulan can, bu ilden göçene kadar hayatı kolay eyler. Nasıl eylemesin ki, tevekkül onunla, huzur onunladır. Her yerinden Mevlâ fışkıran hayat, her sözünden Mevlâ’nın yansıdığı yâran, insanın kurtuluşunu hazırlar. Dünyada gerçek sevgiliyi bulmadan öteki âleme göçen acaba neyi bulur? Dost olanı bulamadan sevdiklerinden ayrılana kim kucağını açar? ”

    Allah muhterem annenizden ve sizden razı olsun.

    Yüreğinizin gayreti ziyadeleşerek daim olsun, arayanlara apaçık bir işaret olsun.

    Muhabbet ve Hürmetlerimle..

  6. Bizlere ne mutlu ki; kendi bağbozumumuzdan önce o güzel çekirdeğin meyvelerinden istifade ettik… Allah muhterem annenizi Rabb-i Rahiminden ‘Selam’ işitenlerden eylesin.

Reply To Ömer Faruk Cancel Reply