Çölü Güzel Yapan Bir Yerlerde Bir Kuyuyu Gizliyor Olması

2

Kaç zamandır, yapacağım işin tüm ağırlığını daha işe girişmeden önce hissettiğimi fark ettim. Hiç alışık olmadığım bu psikolojik durum başlarda bir hayli tedirgin etti beni; hayli yordu. Ancak gün geçtikçe anladım ki; işin neresinden tutacağıma karar verip hemen oradan başlarsam hal üzerimden gidiyordu ve ne ağırlık kalıyordu üzerimde ne telaş… 

Nereye gideceğini bilememek de yolcuyu daha yolun başında böyle yoruyor. Yaşama dair her şeyin, her olayın arkasını göremediğinde çok çabuk karamsarlığa sürüklenebiliyor. Bir tek menzile hasret olan yürek, yolun heyecanını yaşayabiliyor. İşte o zaman ‘arayış’ rengarenk bir rüzgar gülü oluveriyor elinde ve en ufak bir kıpırtıyla rüzgarın yoluna düşüveriyor yolcu. 

.Peki ben nasıl bileceğim nereye gideceğimi? Daha doğrusu her şeyden evvel, neyi arayacağımı?

.Neye açsan, ruhun nede ferahlık ve huzur buluyorsa onu arayacaksın. Zararlı yiyecekler nasıl midene ağırlık veriyorsa, yanlış adımlar da ruhuna ağır gelecek. Ve zararı, faydayı sezme istidadına sahip vicdanın tehlikeyi haber verecek sana. Onun söylediklerine kulak ver. Uzak dur, “yapma” dediklerinden.

İnsan, insan olalı hep bir konunun peşine düşmüş: “Ölümsüz olma”nın. Ölümsüzlük suyunu; ab-ı hayatı aramış durmuş. Kimi sadece bedenini özenle koruyarak, dünyaya hırsla sarılarak, kazık çakarcasına yaşamın kabuğunda aramış. Kimi de yaşadığının ardını kalp gözüyle sezerek ilk önce kabuğunu kırmış, sonra içindeki özü bulmuş. Ve anlamış ki bu öz, aradığı ölümsüzlüğün kaynağıdır.

İki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da tatlı su da berraktır. 

Bunları birbirinden ayırt edebilecek uzman göz lazımdır. 

Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin.

Kendine gel de surete tapma, suret sözüne takılma, cins oluşu, surette arama.

Suret, cansız şeye, taşa benzer. Cansız şeyin, kendisiyle cins olandan, yahut olmayandan haberi yoktur.

Mevlâna

.Peki kalpteki o gözün bende olup olmadığını nasıl bileceğim?

.Kainatı bir bağ gibi düşün ve o bağa gir. Her şeye nasıl bakarsın?

.Oradaki her şeye bağın Sahibi adına bakarım. 

.Yani bağdaki her şeyin Sahibi O’dur dersin.

.Evet. Orada gelişen her olayda Yaradan’ın isimlerinin izlerini görürüm.

.Yani esma tecellilerini. Gördüğünde ne hissedersin?

.Sanki bir arı olmuşum da içimde hissettiğim bambaşka bir gözle her çiçekten öz topluyormuşum gibi.

.İşte o göze kalp gözü denir; yani gönül. Her şeye gönülle bakmasını biliyorsan sevgiden, güzellikten, iyilikten, ferahlık ve huzurdan başka ne hissedebilirsin ki…

Çünkü gördüklerin kağıda çizilmiş birer resim değil ki. Çizgi halindeki bir bülbüle karşısındaki çiçeğin gül veya papatya olması bir şey ifade eder mi? Çünkü bülbülün hakikati gülün manasında gizlidir. Senin arı olup da bahçede hissettiğin hal, her şeyin hakikatinin manada olduğunu, mananın da İlahî isimlerle bezendiğini biliyor. 

.Dünya şartlarına, çevremizdeki engel kabuklara rağmen bulabilir miyim o hali?

.Sabredenler, şükredenler, sevmeyi bilenler, hakikatin kokusunu alanlar, Yaradan’a sığınanlar bulmuşlar. Kabuğu kırıp öze varan, gönlünü doyurur. Gökler, yeryüzü, her zerre içinde bir öz besler. Bunu bilen, farklı bakar, farklı dinler, farklı tadar. “Öze varma heyecanı” yaşama heyecan, gaye, umut katar.

Bu bakış ve dinleyiş, Küçük Prens’in bakışı ve dinleyişidir. Yol boyunca pilotun karamsarlığına rağmen heyecanlı olan, ümitsizliğe kapılmayan hep o olur.

Yorulmuştu. Oturdu. Ben de yanına oturdum. Bir süre sessizlikten sonra yine konuştu:
‘Buralardan görülmeyen bir çiçek sayesinde yıldızlar güzel.’

‘Evet, güzel,’ diye yanıtladım. Sonra da önümüzde uzanan, ay ışığının aydınlattığı kum tepelerine çevirdim başımı.

‘Çöl güzel,’ diye ekledi Küçük Prens.

Doğruydu. Çölü her zaman severdim. İnsan çölde bir kum tepesine oturduğunda hiçbir şey görmez, hiçbir şey duymaz. Ama yine de o sessizliğin içinde bir şeyler soluk alıp veriyor, bir şeyler parıldıyor gibidir…

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.97

Buralardan görülmeyen bir çiçek sayesinde yıldızlar güzel.
.

Bu masum çocuğa göre büyükler sadece kabuğu görebiliyor, içindeki özün tadına varamıyorlar. Görünüşle gerçeği birbirinden ayıramadıkları için de büyük yanlışlara düşüyorlar.

Ne yazık ki gökyüzündeki bu ışık hazineleri, bütün yıldızlara sahip olduğunu sanan iş adamı gibi pilota da bir anlam vermiyor. Oysa sayılamayacak kadar fazla olan yıldızlardan sadece bir tanesi, Küçük Prens için içindeki bir çiçekten dolayı tarif edilemeyecek kadar kıymetlidir. 

Yıldızlar göklerdeki bize teselli veren gözbebekleri. Gündüz koşturmasında farkında olmayıp gece tek başınalığımızda göz kırpan hayallerimiz, dile getiremediğimiz hislerimiz, her karmaşada elimizden tutan dost elleri gibi. 

Gökteki yıldızların bir görevi vardır, bir yön gösterirler. Kimisi bir kuyuya, kimisi bir vahaya, kimisi bir şehre götürür. 

‘Beriki uzak, varılması zor bir kuyunun yönünü gösterir. Sizi kurumuş kuyudan ayıran mesafede hiç meyil yoktur. Bir başka yıldız size göçebelerin türkü halinde söyledikleri, ama çevrili durumumuzun yasakladığı meçhul bir vahaya doğru rehberlik eder. Sizi vahadan ayıran kum, peri masallarının çimenidir. Daha başka bir yıldız da size, güneyde diş geçirilecek meyve gibi lezzetli gelen beyaz bir şehrin yönünü gösterir. Bir diğeri, denizin yönünü.’

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.27
Alıntı: Bir Rehineye Mektup (Lettré a un otage) / s.394-395

Yıldızlar sanki nabzımızı tutan umutlarımız. Gürültüden bunalan beynimize, kırgın hislerimize gök pınarlarından tas tas sunulan şerbetler. Onların duyulmayan sesleri, bizi yorgunluğumuzdan alan ninniler gibi ne güzeldir… Uzaklardan uzanan ışıkları, başımızda gezinen nurlu parmaklar gibi ne yumuşacık ne teselli vericidir… 

İki yıldız arası göğe asılı hamak…
Uyku, uyku…  Zamansız ve mekansız, uyumak.
Uyumak istiyorum; başım bir cenk meydanı;
Harfsiz ve kelimesiz düşünmek Yaradan’ı.
İlgisizlik, her şeyden kesilmiş ilgisizlik;
Bilmeyiş ki, en büyük ilme denk bilgisizlik.
Usandım boş yere hep gitmeler, gelmelerden;
Bırakın uyuyayım, yandım kelimelerden.

Necip Fazıl / Uyumak istiyorum

Her şey, ayrı bir sırrı saklar yüreğinde. O şeyin anlamı o sırdan gelir. Her mekan, her zaman, her olayın içinde açılmayı bekleyen bir hazine gibidir. O hazineyi açamasalar da onun varlığını bilenlerin hayata bakışları, bilmeyenlerden çok farklı olur. Çünkü içinde bir hazine varsa her şey değerlidir onlar için. Mesele o hazineyi bulmak için aramaya çıkabilmektir.

…o sessizliğin içinde bir şeyler soluk alıp veriyor, bir şeyler parıldıyor gibidir.
.

Ancak Küçük Prens’in etkisinde kalan pilot, zamanla suretin etkisini üzerinden atacak ve çöldeki sessizliğin kabuğunu kırarak içindekileri sezmeye başlayacaktır. Hatta varlığın içindeki hazineye yavaş yavaş yaklaşacaktır. Sanki çöldeki bu beraberlikte yepyeni bir kişiliğe bürünüyor gibidir. Adeta bir doğumu yaşamaktadır.

‘Çölü güzel yapan,’ dedi Küçük Prens, ‘bir yerlerde bir kuyuyu gizliyor olması…’

Şaşkınlıkla baktım. Kumlardan yayılan gizemli ışığın nedenini anlamıştım birden. 

Çocukken yaşadığımız eski evin altında bir hazinenin gömülü olduğunu söylemişlerdi bize. Doğrusu kimse tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu, hatta belki kimse aramamıştı bile.

Ama o evin büyüsüydü o. Evim yüreğimin derinliklerinde bir sır saklıyordu…

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.98

Bir kez daha öğreniyoruz: Nerede bir çöl varsa, orada bir de kuyu vardır. Hölderlin şöyle der: ‘Tehlikenin olduğu yerde kurtaran da bulunur.’ 

Gördüğümüz gibi, gelişim teşvikini kendi içimizde gizleme özelliği, krizi hazineye dönüştürür. Kriz kelimesi Grekçe ‘krinein’ kelimesinden gelir. ‘Hüküm vermek, karar vermek’ anlamında gelir. Kriz anında, olumlu hallerde, eskinin sonuna ve yeninin başlangıcına karar verilir. 

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.122

İnsan ruhu ne zaman bir yerde sıkışıp kalsa hemen oradan kaçabilmenin yolunu buluyor. Belki de böyle yaratıldık. Çünkü her olumsuz gibi görünenin içinde kurtarıcı bir yer var. İçinden yepyeni umutlar fışkırsın diye çapalanan toprak gibi. Sadece kurtarıcı değil, şifa verici bir pınar gibi. Sanki Mevlâ’m oraya yönelmemiz için böyle bir sıkışıklığı veriyor bize. Tabii bu yöneliş herkeste farklı. Çoğunlukla geçmişine sığınıyor insanoğlu. Exupéry de böyle yapıyor:

Saint-Exupéry sadece annesine değil, çocukluğuna, onun derin izlenimlerine ömür boyunca sıkı sıkıya bağlı kalmış bir yazar. Hem belki de rahat, mutlu bir şekilde geçen çocukluğunun aksine, üzücü, yorucu ve güç bir iş hayatına sahip olduğu için, Saint Exupéry, başının en sıkıştığı anlarda, üzüntülü anlarında, çocukluk yılları, o güzel geçen günlere sanki sığınıyor, onlarla avunuyor.

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.23

Kaçmak, önemli olan buydu. On yaşındayken tavan arasına sığınırdık. Çatı aralıklarında ölmüş kuşlar, kapakları kırılmış eski sandıklar, tuhaf giysiler vardı. Yaşamın gizli kapaklı yanları. Saklı dediğimiz şu define, şu eski konakların definesi, peri masallarında tanımı yapılan şu elmaslar, zümrütler, safirler. Cılız parıltılar saçan şu define. Her duvarın, her kalasın varlık nedenini açıklayan şu define.

Antoine de Saint-Exupéry / Güney Postası / s.93

Evi Allah bilir neye karşı koruyordu bu klaslar. Herhalde zamana karşı koruyorlardı. Çünkü zaman en büyük düşman sayılırdı bizim çevremizde. İnsanlar geleneklerle savunurlardı kendilerini, zamana karşı. Geçmişe sımsıkı sarılmakla. Aşağıda salonda misafirler konuşur, güzel kadınlar dans ederdi. Ne aldatıcı bir güvendi onlarınki…

Ey geçici yolcular!

Oysa biz, yukarıda çatı aralıklarında mavi gecenin sızıntılarına bakardık. Ufacık bir delikten bir tek yıldız düşerdi üzerimize. Cennetten bir yıldız süzülürdü bizim için.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.34-35

İnsanoğlu elinden alınan güneşi, ayı ve yıldızları artık çocukluk anılarından seyredebiliyor. Günümüzde varlıklıya sunulan bunca sayfiye yerleri, güzelim evler ve bahçeler varken…  Halk için her yerde parklar, yeşillikler uzanırken… Bu ortamda gökyüzü nasıl görülemez düşüncesi gelebilir akla? Fakat bizim elimizden alınan gökyüzü değil ki. Gökyüzüne çevireceğimiz gönül cevherimiz alındı bizden. Duru nazarlarda, sadece yıldıza yıldız olduğu için bakan gözler azaldı. 

‘Doğru,’ dedim Küçük Prens’e. ‘Ev, yıldızlar, çöl… Onları güzel yapan gözle görülmeyen bir şeyler!’

‘Tilkimle aynı fikirde olmana sevindim,’ dedi Küçük Prens.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.98

Pilottan beklenilmeyen sözler Küçük Prens’in aklına tilkiyi getirir. Onun yanından ayrılırken bu bilge dostun söylediği en son sözü hatırlar:

‘İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.’

‘Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez,’ diye yineledi Küçük Prens; unutmamalıydı bunu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.92

Derin düşüncelere daldığı çöldeki kuşkularından sonra pilot hayatı güzelleştiren, yaşamın gerçek anlamını yeşertecek özü içinde saklayan şeyi sezinleyebilmiştir. 

Konuşmaları sırasında pilot ve çocuk birleşirler ve pilot, evi, yıldızları ve çölü güzelleştiren şeyin, görünenin içinde gizli olan şey, keşfedilecek sevgi olduğunu anlarlar. Çocuk tilkinin verdiği dersi bir yetişkinin anladığını görmekten mutludur.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.87-88

Küçük Prens’in hissettiği bu manevî susuzluk başkadır. Çünkü ruhun ölümünü getirebilir. Bu tehlikenin şimdiye kadar farkında olmayan pilot inşallah bundan böyle anlayacaktır. Çölün bilinmeyen iksiri, Küçük Prens’in yol arkadaşının kalın kabuğunu nihayet çatlatmış ve pilot, özünü tatmaya başlamıştır. 

Su, pilotun sandığı gibi sadece bedeni temizlemez. Suyun macerası gökten yere, yerden göğe inip çıkarken her katıldığı zerreden kim bilir neler alır ki, kalpleri de yıkar, aklar.

Latif Baba bu hafif çisiltiyi kastederek; ‘Elhamdülillah, rahmet yüzümüzü okşadı.’ dedi. Bunun üzerine Cemil Efendi şöyle dedi; ‘İnşallah safî kulların buseleri de damlacıklarda vardı.’ Cemil Efendi’nin ne demek istediğini anlamamıştım. Ta ki Cemil Efendi, yağmur-rahmet konusunu anlatana kadar. Cemil Efendi anlatmaya başladı:

‘Müsaadenizle efendim, bu konudaki tebliğimi sunayım: Bir gün, yüzüme damlayan bir su damlacığını takip ettim. Yaradan’ın verdiği ruhsatla onun yolculuğuna şahit oldum. Su damlacığı buhar oldu, birçok merhaleden geçti, daha sonra görevli melekler yeni bir giysiye bürünen su buharcığının zerresini teslim aldı. Bana dönerek şöyle dedi melekler; ‘Senin takibin buraya kadar.’ Meleklere sordum; ‘Sonra nereye gidecek bu su zerresi?’ Melekler şöyle cevap verdi: ‘Bizden de büyük görevli rahmet melekleri teslim alıp, Yüce Rabbimize teslim edecekler.’ Yine sordum; ‘Peki daha sonra ne olacak?’

Yine cevap verdi melekler: ‘Rabbimiz rahmet hazinesine koyar dilerse.’ 

Yine sordum; ‘Ya daha sonra?’ Melekler kısa cevap verdi; ‘Gaybı Allah bilir. Biz bildirilenden başka bir şey bilmeyiz.’ 

Daha sonra yine takiplerim devam etti. Ama hep aynı yerde keşfim sona erdi efendim. Ta ki, mirim, pirim, efendim İlhami’ye sorana kadar. O da lütfetti daha ileri bilgiyi verdi bendeniz fakire.’ dedi.

Cemil Efendi gözleriyle İlhami Abi’ye bakarak; ‘Ruhsat var mı canım efendim?’ dedi. İlhami Abi, Cemil Efendi’ye tebessüm ederek, ‘destur efendim’ diyerek cevap verdi. Bu kısa sürede benim adeta canım gitti. Ya ruhsat çıkmasa, devam edilmeseydi?

Cemil Efendi konuşmasına kaldığı yerden devam etti: ‘İnsanın gözyaşının buharı da kanun icabı göğe yükselir. Melekler analiz eder, ‘Bu gözyaşı bu âdemden nasıl çıktı?’ diye rapor yazar, ‘Allah için mi ağladı, yoksa bu yaş gülerken mi göz pınarlarından çıktı?’ diye. Daha sonra bu raporu diğer görevli meleklere sunarlar. Onlar da Rabbimize teslim ederler. Rabbimiz de kendi için dökülen gözyaşlarının buharının zerresini rahmet olarak hazinesine katar. Daha sonra da dünya seması bulutlarına rahmet olarak yükler, yağdırırmış. Nefis için gözyaşlarının buharlaşması yine semada bulutlara yüklenir. Rabbimiz için olan gözyaşı, rahmet olarak yağmur olur, ekinlere dünya arzına şifa olur: nefis için olan gözyaşı ise musibet, afet olur. Bu böylece sürüp gider.

Özel görevli melekler bu işte memurdurlar. Tıpkı canları, ruhları teslim alan melekler gibi. Yine burada Rabbimizin rahmetinin gazabını geçmiş olduğunu görürüz. O zaman gözyaşlarımız nasıl çıkıyor, buna dikkat etmeliyiz! En azından, rapor tutanlara ve insanlığa hürmeten bu dikkati göstermeliyiz.

O güzel insanların Allah için döktükleri zerreler, gözyaşları, az da olsa dünyaya rahmet, bereket olarak iner. Ya diğer zerreler?

Şükür Dede söze katıldı: ‘Bu konuda küçük bir tebliğim var.’ dedi. Hazârat bunun üzerine, ‘buyurun efendim’ dediler. Şükür Dede şunları söyledi: ‘Bir keşfimde bulutlarda herkesin ismini gördüm. Şöyle yazılıydı: Hasan oğlu Hüseyin’in abdest suyu miktarı, içme suyu miktarı, diğer ihtiyaçları miktarı. Yani Yaradan her şeyi kuluna bir ölçü ile kullanacağı nimetin üzerine ismini yazmış. Buna hayvancıklar ve nebat isimleri de dahil. Şimdi hal böyle iken, insanın halife vasfıyla, tüm bunları idare ve iradesiyle adaletle dağıtması gerekirken, insan acaba kimlerin hakkını yiyor? Meselâ su. Efendimiz Habibullah (sav) abdest alırken ne miktar kullanmış? Neden ‘israf etmeyin’ buyurmuşlar efendim?’ Hazârat ‘eyvallah, efendim!’ diyerek mukabele ettiler bu keşfe. Ben bu konuşmalardan sonra adeta eridim bittim.

Oktan Keleş / Derûnî Devlet – Kutsal Halı / s.57-61

Hazine kapağı açıldığında gözler kamaşır; bir aydınlık fışkırır dışarıya. İçindeki mücevherlerin sırrıdır sebebi. Anılar da kapılarını açtığında gönül titrer ve her yere yaşanılmış hislerin kokusu yayılır. Kapalı her şeyin ardı, korkuya sarılmış heyecandır. Tekdüze yaşanan bıkkın günler belki de bundan dolayı sığınır ardına. Onun için yalnızlık hissedildiğinde, hasrete düşüldüğünde albümlere koşulur. Saklanan yazılar, mektuplar tekrar tekrar okunur. Arayışın sebebi, aranılanı fark etmektir. Yaşam da bir köşesinde unuttuğunu ihtiyaç anında aramıyor mu? Hatta çoğu birliktelikler, kalbi fark etmekle oluşmuyor mu?

Çölün başlangıçta insan boşluk ve sessizlikten ibaretmiş gibi gelmesi, bir günlük aşklara pek yüz vermemesindendir. Oralarda bizim bildiğimiz en basit köyden bile bir eser yoktur. Eğer çöl için dünyanın geri kalanından vazgeçmezsek, geleneklerinin, göreneklerinin, kavgalarının içine nüfuz edemezsek, bazıları için vatan bu toprakları hiçbir şekilde anlayamayız.

Çöl kumdan ibaret değildir, bir Berberi’den ya da eli silahlı bir Mağribi’den de. Ama bugün susuzluğu tattık biz. Bildiğimiz, bulduğumuz o kuyuların, sonsuza doğru ışıldadığını ancak bugün fark edebiliyoruz. Bütün bir evi böyle ancak belki de gözümüzle görmediğimiz bir kadın şenlendirebilir. Bir kuyu, tıpkı aşk gibi, çok uzaklara götürebilir.

Çöl önce kumdan ibarettir. Ama sonra silahlı yağmacıların gelmesinden korkuya kapılırız ve o zaman üzerini kaplayan büyük örtünün kıvrımlarını keşfetmeye başlarız. Yağmacılardır, çölün bizim için çehresini değiştiren.

Biz oyunun kurallarını kabul ettik, oyun da bizi içine aldı. Sahra kendisini bizde gösteriyor şimdi. Sahra bir vahaya uğramakla bitmez; her vaha inancımızı tazelediğimiz bir kaynaktır sadece.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.84- 85

.Çöle düşen pilot, bulandığı kumların ardındaki heyecanı bulabilecek mi? 

.Ne zaman ki susuzluğunu fark edecek, o zaman yaşayabilmek umudu arayışa dönecektir. O zaman çöle bakışı da değişecektir; çünkü Küçük Prens kumların bir yerlerde su kaynağı sakladığını kendisine söyleyecektir. Ve zamanla pilotun gözleri önünde çölün ateşten kabukları tek tek çatlayacak ve içinde saklı olan öz, onun şifası olacaktır. 

Varmak istediğim bir kuyu var uzakta.
Bıraksam kendimi buz gibi sularına
Ne güneşin kızgın rengi,
Ne gözümde kumdan uçurum.
İçimde dilimleniyor sadece
Şafak korunda susuzluğum.

Çölün ömrü iner, çıkar
Ve çıtırdar kumların, her adımda
Kabuğu.
Ne gelen var imdada
Ne biter yürek susuzluğu…

Ah… ansızın gelse uzaklardan
Cennet serinliği, suyun.
İşte o zaman fışkıracak
İçimdeki çığlık.
Buhar olup yükselecek göklere.
Göğsümdeki ağırlık.

‘Küçük Prens’ İllüstrasyonu © Nika Goltz

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. –.Sanki bir arı olmuşum da içimde hissettiğim bambaşka bir gözle her çiçekten öz topluyormuşum gibi.

    –.İşte o göze kalp gözü denir; yani gönül. Her şeye gönülle bakmasını biliyorsan sevgiden, güzellikten, iyilikten, ferahlık ve huzurdan başka ne hissedebilirsin ki…

    çok güzel bir anlatım..
    Emeğinize yüreğinize sağlık..

Reply To Oya Cancel Reply