Çok Güzelsiniz, Ama Boşsunuz Benim İçin. İnsan Sizin İçin Ölemez.

0

Gülü sıradan gösteren, gül değil; onu değerlendiren bakış. Yaratılan hiçbir şey değersiz olamaz. Yanlışlık bizde. Bizim her şeyi istediğimiz gibi görme ve yaşama isteğimizde. Uymuyorsa bize, hemen bir pürüz bulma bencilliğimizde. Fıtrata ters düşen her tutum varlığı zedeler. Alıştığı topraktan alınıp başka tür bir toprağa dikilen bitki solar. Karşındaki insanı sen seçtin; ama senden evvelki hayatını, yıllarını, aylarını, saatlerini, alışkanlıklarını, içinde biriktirdiklerini nasıl yok sayabilirsin? Hele taşıdığı genlerini…

Küçük Prens, Gül’ünü bencilce düzeltmeye çalışır. Hem kendini, duygularını anlatamaz, onunla iletişim kuramaz hem de onu zorlar. Sonunda bu tutumu gülle arasını açar ve gülün uzaklaşmasına neden olur.

Küçük Prens’in yazımı 1942 Ekim’inde nerdeyse tamamlanmıştı.

Ancak yayımlanması bütün çabalara rağmen yine de 1943 baharına sarktı. Gecikmenin temel nedeni, Consuelo’yla içsel hesaplaşmaları, bir anlamda ona gösteremediği şefkat nedeniyle helalleşme isteğiydi. 

Gülünü kırda otlayan kuzunun yiyebileceği kuşkusu, kökünde dolaşan köstebeklerin yol açabileceği tehlikeler, görünmeyen kaplanlar ve bütün bunlara rağmen Gülü’nün kendini koruyabilmek için sadece dört dikeninin olması, Consuelo’yu işgal altındaki vatanında korunmasız bırakıp Amerika’ya kaçmasından duyduğu vicdan azabını yansıtıyordu. Gülü kendisini kuzuya karşı korumasını istediğinde, o bunu yapmamış ve gezegeni terk etmekte bulmuştu çareyi. Bunun için çok üzülmüştü; ama yine de kaçmıştı işte. 

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.245

Daha sonra karşılaşacağı tilki, bu davranışların yanlış olduğunu Küçük Prens’e gösterecektir. Bu öğütler sevginin, emeğin, dostluğun anlamını idrak ettirecek ve anlatacaktır ki gezegende bırakılan “gül”, şekil olarak bahçedeki güllere ne kadar benzese de yeri çok farklıdır. Çünkü o tektir, özeldir. Kalbinde yepyeni bir görünümle açan bu güzellik, Küçük Prens’in gezegenini terk ettiğinde arkasında bıraktığı çiçek değildir artık.

Ne olmuş da bu değişiklik gerçekleşmiştir? Aslında değişim gülde değildir. Küçük Prens’in sevgiye yüklediği anlamdadır.

Çölde tilkiyle karşılaşması ve aralarında geçen görüşmeler alt ve üst ben1 çatışmalarını neredeyse eter boyuta taşır. İnsanın sevdiğine harcadığı zamandır onun değerini yükselten.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.247

Şekli gören, dünyaya, maddeye bizi bağlayan; nefsimiz, arzularımız; yani “alt ben”imiz. Her şeyin şeklinden ziyade değerini fark eden de vicdanımız; yani“üst ben”imiz. Beşer olarak insan olma yolunda ilerledikçe nefsin olumsuz yönleri erimeye başlıyor. Onun dikenlerinden kurtuldukça vicdana yaklaşıyoruz. Hatta kucaklaşıyoruz. İşte bu kucaklaşmanın adı olgunluk, tadı da mutluluk oluyor. Ve bütün bu kazanımları Küçük Prens, tilkinin söylediklerine borçludur.

Tilki daha sonra, ona başka bir sır vermeden önce gidip gülleri yeniden görmesini ister Küçük Prens’ten. Gülleri yeniden gördüğünde kendi gülünün dünyada tek olduğunu anlayacaktır. O güller de güzeldir; ama kimse onlar için canını vermez. 

Oysa Küçük Prens’in gülü bahçedeki diğer güllere hiç benzemez, hepsinden daha önemlidir. Çünkü suladığı, fanusun içine koyduğu, rüzgârdan koruduğu, tırtıllarını öldürdüğü, sızlandığı ya da böbürlendiği, hatta kimi zaman sustuğu sırada kulak kesildiği, sadece kendi gülüdür. İşte orada, sevdiği güle ulaşmasını engelleyen şeyin ne olduğunu anlar. Gülün ona söylediği her şey, aslında onun kendisini ne kadar sevdiğini gösteren ve onun dünyada tek olmasını sağlayan şeylerdir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.83-84

Küçük Prens gidip güllere baktı.

‘Siz benim gülüme benzemiyorsunuz,’ dedi. ‘Hatta hiçbir şeysiniz şu anda. Çünkü ne bir kimse sizi evcilleştirdi ne de siz bir kimseyi. İlk gördüğüm zamanki tilkim gibisiniz. O zaman yüz bin başka tilkiden herhangi biriydi. Ama şimdi dostum oldu ve benim için eşi benzeri yok.’

Güller çok utanmışlardı.

‘Çok güzelsiniz, ama boşsunuz benim için,’ diye sürdürdü sözlerini Küçük Prens.

‘İnsan sizin için ölemez. Doğru, gelip geçen biri için benim çiçeğimin sizden hiçbir farkı yok. Ama o benim için yüzlercenizden daha önemli; çünkü suladığım, cam bir fanusun altına koyduğum, önüne siperlik yerleştirdiğim çiçek o. Çünkü tırtılları ben onun için öldürdüm. (Birkaç tanesini bıraktık, sonradan kelebek oldular.) Çünkü yakındığı, ya da övündüğü, ya da hiçbir şey söylemediği zamanlarda dinlediğim çiçeğim o benim. Çünkü o benim çiçeğim.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.91-92

Belleği sürekli olarak sevdiği kadınla yaşadığı anların hesaplaşmasına giriyordu. Acı ve sevinçlerle, bütün iniş çıkışlarıyla yaşanmış, yakıcı bir aşkın dökümüydü bu.

Kitap yayımlandıktan sonra Consuelo bir şok daha yaşamıştı. Saint-Exupéry belki de o güne dek yazılmış en duygulu aşk öyküsü olan kitabını, onun varlık nedeni olan Gülüne değil de dostu Léon Werth’e ithaf etmişti.

Ancak çok yıllar sonra açılan mektuplarından birindeki yakarışında bulabiliyoruz neler hissettiklerini: ‘Biliyorum, ‘Gül’ sensin. Belki hak ettiğin ilgiyi her zaman gösteremedim; ama seni her zaman güzel buldum. Küçük Prens’i sana ithaf etmemiş oluşumu hep pişmanlıkla anacağımı da bilmeni isterim…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.247

Sevgi, ilgi, dikkat, sorumluluk, şefkat, koruma hissi gibi değerler, ayrılan zaman, gösterilen özen, yaşanılan sabır; bize sunulan ne varsa onu nazarımızda kıymetli kılıyor. İnsan ilişkilerinde de böyle. Eğer bağlar bu değerlerlerle oluşturulmuşsa asla koparılamıyor.

Küçük Prens kendi gülünü fark ettiğinde nazarında binlerce gülden onu ayırıp, gezegeninde; kalbinde özel korumaya alıyor. Bu “her şeye rağmen sevme”nin başlangıcıdır. Artık gülü için endişelenmek, hep onu düşünmek kalbinin vazgeçilmezi oluyor.

Amerika’ya geldiğinde sahip olduğu şöhret nedeniyle etrafını pek çok güzel kadın sarmıştı; ama kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşıyordu. Zaman onun için ülkesinde donmuş, aklı gülünde kalmıştı. Tekti o. Benzeri yoktu. Hiç kimse onun yerini dolduramıyordu.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.247

İnsanın zekasıyla kavradığı, aklıyla öğrendiği şeyler, bir buzdağının üstündekiler kadar, ama kalbiyle öğrenebilecekleri suyun altında olanlar. Ve bunun sonu yok. Bu sırla görmenin hakikati çok başkaydı ve Küçük Prens de içinde bunu yaşıyordu.

Sevmek, kendini karşılıksız olarak adamak, sevgimizin sevilen kişide de sevgi oluşturacağı ümidini taşımak demektir. Sevgi bir inanç eylemidir. İnancı az olanın sevgisi de azdır.

Erich Fromm

Bir çiçeğin, ağacın güzelliği her insana zevk verir. Ama bir de onu yetiştirene sorsak… Zevkten çok ötedir duyguları. Onların yolculuğu tohumdan, fidandan başlar. Bu beraberlikte sabır vardır. Şefkat, koruma, fedakârlık vardır. Biraz uzak kalınsa özlem, hastalansa kaybetme korkusu vardır. Emeğin bakışındaki ışık, her şeyi güzel eyler. Çirkin yoktur. Şirinin sevdasını, sadece Ferhat’ın yüreğine sormayın. Dağı delmek için kullandığı bedenine, kollarına, alnından akan terine, sabrına, metanetine sorun. Karanlıkta umut olan yıldızlara, aya sorun. Geçmek bilmeyen saatlerden dinleyin endişelerini, özlemini. Kısacası gerçek sevginin şahidi çoktur. Anlık, günlük hazların furyasında sevgiyi aramak boşuna.

Ama bana kadınlar konusunda yanılmışım gibi geldi. Onlardan yararlanmayı kesinlikle bilmediğimi anladığım pişmanlık gecem geldi. Töreni bilmeyen, satranç taşlarını hiçbir işe yaramayan bir acelecikle oynatan, onları her tarafa dağıtıp duran ve bu düzensizlikten kesinlikle zevk almayan yağmacıya benziyordum.

Dağa tırmanmayı başarmak ya da tahtırevanla taşınarak bir ortamdan başka bir ortama mükemmelliği aramak başka bir şeydir. Çünkü mavi ovanın çevre çizgilerini ölçtükten hemen sonra orada sıkılırsın ve rehberlerinden seni başka bir yere götürmelerini rica edersin.

Ben kadında onun verebileceği armağanı aradım. Bir kadını, nostaljinin keyfini çıkardığım bir çan sesi gibi arzu ettim. Ama gece gündüz çan sesi senin ne işine yarar? Çanı hemen ambara atıyorsun ve bir daha ona ihtiyaç duymuyorsun. Başka bir kadın, ‘Sen, Efendim benim…’ dediğinde sesinin inceliğiyle arzu ettim; ama sözcük seni çok çabuk yoruyor ve sen de başka bir şarkıyı düşlüyorsun.

Ve ben sana on bin kadın verirdim ve sen onları peş peşe özel erdemlerinden yoksun ederdin, tatmin olmak için sana çok daha fazlası gerekirdi; çünkü sen mevsimlere, günlere, rüzgarlara göre farklısın.

Bununla birlikte her zaman tek bir insan ruhunu tanımak için, hiçbir zaman hiç kimsenin gelmeyeceği düşünülmüş olduğundan ve herkesin içinde bakir ovaları, sessiz vadileri, yüksek dağları, gizli bahçeleriyle bir iç manzara bulunduğundan ve yaşam boyu seni hiç yormadan falanca ya da filanca konusunda konuşabileceğimden, kadınlarımdan birinin getirdiği erzakın sefilliğini hiç anlayamıyordum… Bu erzak kesinlikle bir akşam yemeğine yetmiyordu. 

Ah! Tanrım, ben onları kesinlikle bütün yıl boyunca şafak vaktinden önce çamurun ağırlaştırdığı ayakkabılarım, sabanım ve atımla, sürgümle, tohum torbamla, rüzgâr ve yağmur tahminlerimle, zararlı ot bilgilerimle ve her şeyden de önemlisi, onlardan bana ait olanı alabilmek için bütün sadakatimle gitmem gereken sürülebilir bir toprak gibi düşünmedim. Ama onları, önünden senin imparatorluk devriyelerinin geçtiği küçük köyün ileri gelenlerinin senin önüne sürdükleri ve ülke meyveleriyle dolu bir sepetle sana komplimanlar yapan, ya da sana saygı duyan hoş geldin mankenleri rolüne indirgedim.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.520-521

Nimet olarak verilen her gıda, mideye şifa geliyor. Kalp de bir mide gibi. Sevgi iyi gelirken, kin ve öfke acıtıyor. Kulak da bir mide gibi. Güzel söz, doğruluk, edep, haz verirken; yalan, gıybet, çirkin söz, tırmalıyor. Kısacası her cihaz her manevî duygu, bizim midemiz sayılır. Gıdasını veren de Rezzak Olan. Neye ne uygundur; onu biliyor ve veriyor. Ruhumuz da bir mide. Aç bırakılmamalı. Eğer durmadan sızlıyor, sıkılıyorsa, onun nerelerde, neyle beslendiğine dikkat edilmeli.

Ruhun ikliminde olgunlaşan ariflere göre, “Ruhlar toplu olarak yaratıldılar; tabiatları birbirine uzak olanlar, birbirlerinden nefret edip dağılırlar.”

Selman, Medayin’deyken ona vardım. Baktım ki bir tabakhanede elleriyle bir deriyi tabaklamaktadır. Kendisine selam verdiğimde bana ‘Yerinde dur, sana geliyorum.’ dedi. Ben, ‘Öyle zannediyorum ki, sen beni tanımadın.’ dedim. Selman, ‘Evet, tanımadım!’ dedi.

Sonra ‘Fakat benim ruhum, senin ruhunu, seni tanımazdan evvel tanımıştır. Çünkü ruhlar toplanıp eğitilmiş askerlerdir. O gün tanışan ruhlar bugün birbirlerine ısınır, tanışmayanlar ise birbirinden kaçar.’ dedi.

İbn Asakir, Haris b. Umeyr’den / Ebu Nuaym / Hilye / I/198

O zaman yakınlığı sana huzur veren, yaşadığın anı aydınlatan, varlığı ruhuna şifa gelen ruh, sana yakın olandır. O zaman bu iki ruh nefretle dağılmaz; bilakis sevgiyle kaynaşır. Kalıbın, bedenin şekline takılmayan içteki cevheri, özü fark eder. O öz, bizim aynamız gibidir. Onda yansıyan, bize güzel gelir. Güzele baka baka biz de güzellikte çoğalmaya başlarız. Ruh, ruhu tanırmış. Karşılaştığımız insanın bizdeki etkisini nefsimizle değil, ruhumuzla ölçmek doğru olanı.

Karşındaki ruh senin aynan gibiyse ve sana yansıyan, sıkıntı vermeye başlıyorsa, ariflerin sözüne göre düşünülmeli: “Ya sendeki karanlık ışığı itiyor ya da karşındaki karanlık seni sarıyordur.

Kişi, fazilet ve salâh sahibi bir kimseden nefret duyar ise, bunun sebebini araması gerekir; ta ki bu kötü duyguyu yok etmeye çalışıp kendindeki bu özellikten kurtulsun. Aksi durum için de aynı şey söylenebilir.

İbnu’l-Cevzî

İnsanoğlu nasıl oluyor da bu denli ruhuyla ilgilenemiyor? Ruh, kendisini ancak daraldığımız, içimiz sıkıldığı zaman mı belli edecek? Nankör bir arkadaş gibiyiz. Her zerremizde, kendimizde taşıdığımız, hayatı paylaştığımız bu dosta çok vefasızız. Bu hayattan önce de vardı o, bu hayattan sonra da olacak.

Bir mevsim gelir, bir mevsim gider. Renkler, desenler değişir. Rüzgâr eser, fırtına savurur. Yer sarsılır, dağ dağılır; kayalara, taşlara bölünür heybet. Çağlar ezer geçer; toprak olur taşlar. Toz olur, kum olur kayalar… Her şey, herkes terk edecek; ama değişmeyecek, terk etmeyecek olan o, ruhumuz. Yaradan’ın bize verdiği en kıymetli emanet. Mevlâ’yı hissettiren en nurlu bağ. Bedenimizi kollayan, saran, sarmalayan güç. “Dost”a dostluk bağlarıyla bizi götürecek en dost yol arkadaşı. Âlemden âleme geçtiğimizde bizi terk etmeyenimiz.

Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya…
Kalp durur…
Akıl unutur…
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur ne de unutur…

Mevlâna

Ama tüm bunlara rağmen rahatça unutabiliyoruz. Bizi aldatan, bizimle oynayan tutkularımıza onu rahatça feda edebiliyoruz.

Hayat, ruhun gıdası; onunla bütün damarlarımız hareketlenir, vücudumuz dirilir. Özgürlük, ruhun gıdası… Onunla zerreler soluklanır; zamanı tutan ellerimiz, yaşamı adımlayan ayaklarımız şevklenir. Sevgi, şefkat, vefa, sadakat… Hepsi ruhun gıdası. Paylaştıkça hazmedilir ve şifa olur. Onun için bu hayatta paylaşacağımız ruhu bulmamız gerekiyor. Yanlış yapılan seçim kalpte hazımsızlık, ruhta sancı demek. Ve yansımaları sevgisizlik, tatminsizlik, bıkkınlık, bunalım, psikolojik kramplar…

Şimdi sen sadece soluk alıyorsun, hiçbir şeyden, hiç kimseden yararlanmıyorsun, hiçbir şeye, hiç kimseye doğru yönelmiyorsun; ama yokuşların, çağrıların, davetlerin ve redlerin bulunduğu mıknatıslı bir ortamda yaşıyorsun. Bu ortamda attığın adımlar seni farklı yerlere çekecekler. Sen gözükmeyen bir ormanlar, çöller ve bahçeler ülkesinin sahibisin ve yaşadığın an içinde başka bir törenden değil bu törenden yoksunsun.

Ben şimdi, sen önüne, arkana ve soluna baktığın için imparatorluğuna bir yön daha eklersem, sana belki soluksuz kalarak öldüğün sefaletinin içinde bir denizci zihniyeti verecek olan katedralin tavanını açarsam, senin önünde çavdarını olgunlaştıran zaman diliminden daha yavaş bir zaman dilimi açarsam ve böylece senin yaşamına bin yıl eklersem ya da yaşamından bir saat eksiltirsem, işte o zaman benim çavdar adamım, öteki yönlere yeni bir yön ekleyecektir. 

Yüzünü aşka çevirirsen önce pencerende kalbini yıkayacaksın. Soluksuz kalarak öldüğün sefaletinin içinde karına ‘İşte artık yıldızların altında baş başayız.’ diyeceksin. Ve soluk aldıkça mükemmel olacaksın. Ve yaşa işareti olacaksın. Granit ve yıldızlar arasındaki çölde biten bitki gibi, bir uyanma gibi ve kırılgan ve tehdit altında; ama yüzyıllar boyunca dağıtılacak olan bir iktidarın ağırlığı gibi… Halkanın halkası olacaksın ve rolünle meşgul olacaksın. Ya da bir kızın eğer komşunda, insanların konuşmalarını (ah ne kadar alçakgönüllü konuşmalardır bunlar; çünkü bu konuşmalar sana komşu evinden ya da bir askerin dönüşünden ya da bir kızın düğününden söz edeceklerdir) dinlemek amacıyla onun ateşinin karşısında çömelirsen o zaman sende bu itirafları dinleme konusunda daha yetenekli bir ruh oluşturacağım. 

Düğün, gece, yıldızlar, askerin dönüşü, sessizlik, senin için yeni bir müzik olacaklar.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.515

Ancak o kadar gürültülü yaşıyoruz ki ruhlarımız ses ve görüntü duvarlarını aşarak birbirine sarılamıyor. Sevgiyi sevgiye katamıyor; abartılı, yaldızlı tavırların altında ezilen iç dünyamızdan yıldızları seyredemiyoruz.

Sevgi, sessizliği sever. Sadece gözden göze, özlemden özleme de beslenebilir. Gürültüden, şaşaadan kaçar. Bugünün sevgileri sükuneti pek tanımıyor. Her şeyi reklam kokuyor. Üzerindeki marka gibi aşkını da öyle taşıyor. Hızla değişen tüketim malları çok çabuk değer kazanır ve çok çabuk düşüşe girer. Ruhlarımız yoruldu koşmaktan. Koşturmak yerine biraz da derinleşmeyi bilebilsek, tek kelimelik adımlarla huzura yürüyebilsek…

Aşk artık gürültücü. Aşkı ruhunda dinlendiren sevgililer yok; ortalığı telaşa vermek, yakmak, yıkmak, kırmak istiyor aşk. Yok olurken yok etmek istiyor. Eskinin sessiz ve içli aşıkları nerede şimdi? Aşkını içinde bir ateş gibi gezdiren, ‘yaktığımdan daha büyük ateşlerde yandım’ diyen o mahzun sevgililer.

Onları çıkardıkları sesten değil, ruhlarının üzerinde gezinen sessizlik halesinden tanıyabilirdik. Onlar içe çekilir, içe doğru derinleşir, varoluşun kemikleri yakan ıstırabıyla sarhoş olabilirlerdi.

Günümüzün aşkları görünmek istiyor. Kıyıda köşede gizlenmek istemiyor, bilinmek, ilan edilmek, ses çıkarmak istiyor. Özlemek istemiyor aşık, hemen kavuşmak istiyor; sevdiğini her an kapsama alanında tutmak, hapsetmek, boğmak istiyor. Aşk, beklemeye tahammül etmiyor.

Aşık sevmek değil, sevilmek derdinde. Sevilsin, şu karanlık dünyada kendisine bir ışık dehlizi açılsın, sevilmeye değer olduğunu biri ona söylesin istiyor. Yücelmek için yüceltiyor, sevilmek için seviyor. Istıraba tahammülü yok, yanmaya gelemiyor, varlığını alevde eriten bir pervane yerine kandile sitem okları yağdıran bir pervane olmayı yeğliyor. Gürültü yapıyor. ‘Ne olur beni sev!’ diye ulu orta bağırıyor, sessiz bir ağlayışla yapılmadığı için bu çağrı, masum bir yakarı olmadığı için ötelerden yankı bulmuyor.

Kemal Sayar / Melekleri Ürkütmeden Sev / s.9-10

Ama senin kavgalarından ve barışmalarından şikayetçiyim; çünkü bunlar sevgiden farklı bir düzeyde yer alıyorlar.

Sevgi her şeyden önce sessizlikte buluşmadır. Sevmek uzun uzun düşünmek, derin düşüncelere dalmaktır. Devriyemin kentle bir olma zamanı gelir. Sevgilinle kavuşma saatin gelir…. 

Bu bir hareket değildir, başka bir şey de değildir. Yüzün bir ayrıntısı değildir, başka bir şeyin ayrıntısı da değildir. İfade ettiği bir kelimenin ayrıntısı değildir, başka bir kelimenin ayrıntısı da değildir; ama onun ayrıntısıdır.

Bir an gelir, dua olarak sadece adı yeterlidir; çünkü senin ekleyecek bir şeyin yoktur. Bir an gelir, sen hiçbir şey istemezsin. Ne dudakları ne gülümsemeyi ne şefkatli kolları ne soluğunu istersin. Çünkü onun olması yeterlidir senin için.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.518

Her insan başlı başına apayrı bir âlem. İçimizde neler neler taşıyoruz… Gece ve gündüz, yaz ve kış, iyi ve kötü; hepsi bu âlemde. Biz böyleysek, karşımızdaki de böyledir. O zaman sevilen, taşıdığı bu âlemle gönülde yer etmeli. Güzel olan sunulup ondakiyle zenginleşebilmeli. Eksik olan sarıp sarmalanıp, yarımlar paylaşılabilmeli. Herhalde gerçek sevgi bu olurdu. Çünkü ihtiyaçtır, birbirimize yaklaştıran. Çünkü yarım taraflarımızdır, bizi diğer yarımızla tamamlayan

Bu gönlün duydukları gökte yıldızlar kadar;
Senle renkleniyor içim, senle coşuyor pınar.

Sensiz hazanı yaşar, bahçem gülle dolsa da;
İnan bin kez giyerim, hasret kordan çulsa da.

Tek affetsen, yolundan gölgemi kaldırayım;
Sabahım! Doğman için karanlığın olayım.

Çöl gecelerimde yıldızları derlesem,
Sana akan yaşlardan yeşil vadiler çizsem.

Gel desen, gelsem sana; gül desen, gülsem.
Gül kokulum, gül tanem, aşk dilinde bir tanem.

1. Bilinçaltı, ilkel benlik. Arzu, nefis. Kalıtsal olarak var.
Bilinç: Öz benlik. Vicdan. 4-5 yaşından başlar. Kural, değerler bütünlüğü içinde insana yön verir.


‘Küçük Prens ve Gülü’ İllüstrasyonu © Ann Baratashvili

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply