Çiçekleri Yazmıyoruz; Çünkü Onlar Gelip Geçici Şeyler

0

Saint-Exupéry bizi hükmetme hırsına sahip, benmerkezci, koşullanmış, bağımlı, materyalist ve uzmanlık budalası insana dönüştüren mekanizmaları çok iyi bilmektedir. Yargılamaya değil, anlamaya çalışır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.86

Bir şeyi yargılamak; yani onun hakkında hüküm vermek. Kısacası onun üzerinde hakimiyet kurarak davranışı, düşüncesi, yaptıkları hakkında karara varmak. Aceleye getirilirse, duygular karıştırılırsa, hele nefis araya girerse insanı yanılgıya, yanlışa sürükleyen bir yola girmek. Sonunda vicdanî sancılara, pişmanlıklara neden olabilmek. Saint-Exupéry eserlerinde olayları, karakterleri çözümlerken böyle bir yolu tercih etmiyor. Onun eserlerindeki karakterlerin çoğu ya arkadaşları ya uyandırmak istediği uykulu tipler. Ve hepsinin ardında çözümlemeye çalıştığı kendisi var.

Yargılamak… Kolayca seçtiğimiz bir tarz. Ama anlamak zor; çünkü anlamak için önce ehemmiyet verme, hoşgörü; sonra iletişim, empati, zaman ve sabır gerekiyor. Kısacası anlamak, kendimizden ödün vermek ve emek işi. Karşımızdaki insanın da yaradılış olarak iç dünyasının bize benzediğini bilmek. Onun da bizimkine benzer bir ormanı var. Ağacı, suları, ceylanı, kurdu, yılanı, çiçeği, zehirli mantarı var. Ne yenir, ne yenmez, neyi evcilleştirmeli, neden korunmalıdır? Bunları hissetmek.

Bütün bunlar meselenin zor tarafı. Ancak kendi karanlığında kaybolmayan, aydınlık köşelerini bulabilen ve sonucunda başka karanlık köşeleri tanıyabilen insan yargılamaz; yardıma koşar. Aynı Exupéry gibi.

Küçük Prens, İkinci Dünya Savaşı’nın mahveden izlerine, insanlık kıyımına tepki vermek için yazılmış bir eser. Dünyada yaşanan olaylar ve katliamlar yüzünden duyguların iyice anlayışsızlaşmaya, dostluk ve arkadaşlığın önemini kaybetmeye başladığı bir dünya. Kalbî değerler yok oldukça yerini ya korkunun ve zilletin ya da hükmetmenin ve kibrin aldığı bir atmosfer.

Exupéry insanlığın bu duruma hangi şartlarda, hangi işleyiş biçimiyle geldiğini çok iyi biliyor. Bizzat içinde yaşamış. Bu nedenle her gezegendeki tip, yazarın çevresinde şahit olduklarının birer prototipi olarak çizilmiş. Bunlardan bir tanesi de coğrafyacı olarak tanımlanan bir uzmanlık budalası.

Uzman1 yani mütehassıs olmak; özel, ayrıcalıklı tanınmak isteyen bir coğrafyacı var. Bu adam hem masasına bağlı bir bilim mahkûmu hem entelektüel olmaya çalışan; ama olamayan biri. Görerek, yerinde inceleyerek bilgi elde etme yoluna gitmiyor; kendisine getirilen bilginin kesinliğine de inanmıyor. Tedirgin; önce kurşun kalemle not alıyor, ardından mürekkeple yazmak için bilgiyi destekleyen belgelerin gelmesini bekliyor. Masasında üst üste yığılmış kitaplar. Kafasında tıka basa doldurulmuş emeğini çekmediği kuru uzmanlık bilgileri. İçlerinde ter yok, heyecan, hayat yok.

Eğer gezginlerden herhangi birinin anlattıkları ilginç gelirse, hemen o gezginin ahlakını araştırır.

‘O niye?’

‘Çünkü yalan söyleyen bir gezgin, coğrafyacının kitapları için felaket demektir. Çok içen bir gezgin de.’

‘O niye?’ diye sordu Küçük Prens yine.   

‘Çünkü sarhoş gezginler her şeyi çift görürler. Düşünsene, sonra coğrafyacının kitaplarına bir yerine iki dağ yazdırmazlar mı?’

‘Çok kötü bir gezgin olabilecek birini tanıyorum,’ dedi Küçük Prens.

‘Olabilir,’ dedi yaşlı adam. ‘Daha sonra, eğer gezginin ahlakı yerindeyse keşfettiği yerlerle ilgili olarak araştırma yapılır.’ 

‘Oraya giderek, değil mi?’

‘Hayır, bu çok uzun sürer. Gezginin kanıt getirmesini isteriz. Örneğin, gezgin yeni bir dağ keşfettiğini söylüyorsa, oradan büyük kayalar getirmesini isteriz.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.69

Sana koskoca bir kâinat sunulmuş. Araştır, tanı ve sev diye. Sevdikçe niçin verildiğini düşün ve göz nurunu, aklının ışığını, yüreğinin heyecanını, sevgisini dökerek teşekkür et, şükret diye. Ama sen ne yapıyorsun? Karşılığın, sadece “Düşünsene, sonra coğrafyacının kitaplarına bir yerine iki dağ yazdırmazlar mı?” ilkelliği ve nankörlüğü…    

Yıl 1988. Gençlere yönelik zengin bir program hazırlıyoruz. Günlerce araştırma, yazma ve bir şeyler çıkarabilmenin heyecanı yoğun. Nihayet bitti ve dosyayı görevi veren önemli yetkiliye sundum. Sayfaları çevirdi, çevirdi, önerdiğim maddelere baktı ve tek cümleyle noktaladı:

.Hocanım. Bunları kırmızı kalemle yazacaktınız.

Neden Exupéry’e bu kadar takıldım? Kırmızı kalemle çizilen kalıplardan, onca muhteşemliği ancak iki dağ olarak görebilen kör ve dar anlayıştan uzak olduğu için. Bu insan yaşayarak bulduklarını, her ruhun ihtiyacı olanı, abartmadan, gösterişten uzak, içten bir dille anlatıyor. Kalemiyle gösteri yapanlardan, kelimelerle oynayanlardan değil. Gözünün içine bakar gibi, elini tutar gibi dostça veriyor.

İnsanın gözünde bir dağ nedir? Dağa, toprağa suret olarak bakanın gözünde nasıl varlık sevdası olabilir? Mucizeyi büyükte, büyüklükte arayan, zerredeki muazzam gücü, görkemi fark edebilir mi? Oysa gönül gözüyle görmenin hakikati başka… Yunus’a bu dizeleri söyleten çok başka.

Bir sinek bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir
Ben de gördüm tozunu.

Gönülden seyredilen geceler yıldızsızmış, her yer çölmüş… ne gam! Dağda kayaları değil, ondaki heybeti, direnci, göklere değen dorukları görebilmektir insana düşen. Hele o insan bir bilim adamı ise göklerin maviliğini, içinden kaynayan suların serinliğini, nice madenlerin bereketini getirebilmelidir insanlığa.  

Gerçekten de gerçek konusunda anlaşamıyoruz. Ve benim gerçek dediğim şey bir terazide tartılan şey değildir (böyle bir şeyle alay ederim, çünkü ben kesinlikle terazi değilim ve teraziyle ilgili gerçekler benim için pek önemli değildir); ben benim için önemli olan şeylerle ilgilenirim.

Ve hüzünlü bir yüz ya da bir kantat ya da imparatorluk içinde tanık olduğum bir coşku veya insanlara gösterilen merhamet ya da bir işin kalitesi veya yaşama zevki ya da bir hakaret veya pişmanlık ya da ayrılık veya bağbozumu sırasındaki topluluk ilgilendirir beni. (Toplanan salkımlardan çok, çünkü bu üzümler satılmak amacıyla başka bir yere taşınsalar da ben burada meselenin özünü kavradım.)

Gerçekten de çalışmanın anlamı konusunda sakın yanılma. Acil olan işler vardır. Sarayımın mutfakları gibi. Çünkü yiyecek yoksa kesinlikle insan da yoktur. Ve öncelikle insanların doyurulmaları, giydirilmeleri ve barındırılmaları gerekir. Yaşamaları gerekir. Ve öncelikle bu tür hizmetler gereklidir. Ama önemli olan kesinlikle bu değildir; sadece nitelikleridir. Ve danslar ve şiirler ve üst katlardaki oymacılar ve geometrici ve yıldızları gözlemleyen kişi… Bunlar için gerekli olan öncelikle mutfaklardır. İnsanı onurlandıran ve ona bir anlam veren sadece bu işleri yapanlardır.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / Bölüm CXIII / s.298 

Bu gezegendeki bilim adamı sadece delillerle, sebeplerle ilgilenir. Yoksa neyi araştırdığı, araştırma konusunun ne olduğu önemli değil. Dağ onun için bir kaya, taş yığınıdır. Gördüğü her şey değişmeyen, cansız sabit varlıklardır. Seher vaktinin dallarından damlayan şebnemin hakikati onu ilgilendirmez. Aydınlığa büründükçe çanak yapraklarında gizlenen bazı çiçekleri merak etmez.

Kâinatta esas olan, hareket ve değişim. Gezginden getirmesini istediği kayalar dillenebilse coğrafyacıya kim bilir neler anlatır? Bunlar yazılsa masanın üzerindeki ciltlere sığmaz. Her zerre yepyeni bir sahneye çıkmanın heyecanında titrerken şuuru olan bir bilginin onlara duvara bakar gibi bakması ayıptan da öte bilim dramı değil de nedir?

Nietzsche bu konuda da insanları uyarır: Her uzmanın bir kamburu vardır. Yaşam ve yaşamsal tecrübe, söz konusu ‘araştırmacı’ için sadece önemsiz birer ayrıntı değildir; aynı zamanda güvenilmezdir.

Saint-Exupéry anlatıma dayalı harikulade bir vinyetle2 bunu gözler önüne serer.

Coğrafyacı kayıt defterini açtıktan sonra kurşun kaleminin ucunu sivriltir ve tamamen ‘araştırma dürtüsüyle’ Küçük Prens’e gezegenini sorar.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.81

Yaşlı bilginin ilgilenmediği bu gerçekler Küçük Prens için birer heyecan sebebi. Karşısındaki tipte bunun zerresini görmedikçe masum hayalleri iyice çöküntüye uğrar. Yüreğindeki varlık sevgisini dile dökmeye çabalar; ama nafiledir. Coğrafyacı Küçük Prens’ten sadece yazacağı delilleri toplama peşindedir. Kayıt defterini açar. Kurşun kaleminin ucunu sivriltir. Araştırmaya hazırdır. Karşısındaki bu ziyaretçiyi beklediği gezginin yerine koyar ve ayağına gelen fırsatı değerlendirmek için Küçük Prens’e gezegeni hakkında soru sormaya başlar. Sorular sadece konusu gereğidir. Yeni yerler tanımanın heyecanı yoktur yüzünde. Çünkü heyecana lüzum yoktur. Her şey sabittir, değişmez. Fenercinin monoton bakışıyla günleri aynı görmesi gibi o da varlık mucizelerini birer araştırma konusu olarak değerlendirir.

‘Şey, yaşadığım yer pek öyle ilginç sayılmaz,’ diye anlatmaya başladı Küçük Prens. ‘Çok küçük. Üç volkanım var. İkisi hâlâ etkin, birisi sönük. Ama hiç belli olmaz.’

‘Belli olmaz,’ dedi coğrafyacı.

‘Bir de çiçeğim var.’

‘Çiçekleri yazmıyoruz,’ dedi coğrafyacı.

‘Neden? Çiçeğim gezegenimdeki en güzel şeydir!’

‘Çiçekleri yazmıyoruz,’ diye yineledi coğrafyacı, ‘çünkü onlar gelip geçici şeyler.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.70 

Yaradan çiçeği yaratmış, rengini, kokusunu, şeklini, yapraklarını en güzel şekliyle vermiş. Kâinat sergisinde sayısız tabloların yanına koymuş. Ama çiçeğin takdirini, sergiyi dolaşan seyircinin nazarına ve nazardaki idrake bırakmış. Onun için, en güzel çiçek herkese göre değişiyor. Bizler belki fark edemiyoruz; ama arif olanlar şöyle diyorlar: Her yaratılan, bir kar tanesi de olsa, birbirinden farklıdır. Çünkü Yaratmadaki kudret, ilim, hikmet sonsuzdur.

Bu “kâinatın sanatkârı” her an birbirinden farklı şaheser tablolar çiziyor, boyuyor. Bir tek, gören göz, duyan kalp bunu fark edebiliyor. Nazarlar aynı kar taneleri, parmak izleri gibi birbirinden farklı. Nazarın kaynağı kalp ve bizler oradan besleniyoruz. Kalbin oluklarından Necip Fazıl’ın dediği gibi ya kir akıyor; her şeyi bulanık görünüyoruz. Ya nur akıyor; sanki bütün canımız göz oluyor da her şeyimizle görüyor ve hissediyoruz.

Şebnem gibi küçücük bir mürekkep damlası, bir düşünceye isabet ettiği zaman öyle kelimeler meydana gelir ki, üzerinde binlerce, belki milyonlarca insanı düşündürür.

Lord Byron

Bakmasını bilerek, kalbiyle görerek varlıkla bütünleşen insan, Yaradan’ın ilme, bilime sunduğu ikramı ve ilham iplerini görür. Anlar ki zerreden göklere her şey birbirini tamamlayan koskoca bir ailedir. Yaklaşmasını bilene kapılar açılır. Açılan o kapıdan akıllar neler neler keşfeder; ama zavallı insan kendi buldu sanır.

Dış görünüş itibariyle her şey küçüğüne oranla büyük, büyüğüne oranla küçüktür. Fakat hiçbir şey göründüğü gibi değil. Büyüklük çoğu kez gücü sergilemediği gibi, küçüklük de her zaman zaafı simgelemez.

Çapı milimetrenin milyarda dördü kadardır atomun çekirdeği. Eğer bir toplu iğne başındaki atomları bir ömür boyu, hiç ara vermeden saysak yine de bitiremeyiz. İşte o ürküten enerji bu küçük atomdan çıkar.

Bir gram atom parçalandığı zaman üç bin ton kömürün yanması sırasında verdiği enerjiyi verir. Bir gram tren bileti, büyük bir treni dünyanın etrafında birkaç kere devrettirecek kadar büyük bir enerji kapsar.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.52

Küba’da 1898 yılında, meşhur doktorlardan William Gogas, mecbur kalınca, bir kavanoz dolusu ateşböceğinin ışığından yararlanarak bir askeri ameliyat etmişti.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.22

Samuel Brown, Tweed ırmağı üzerinde ucuzca nasıl bir köprü kurarım diye düşünürken bahçesinde asılı bir örümcek ağı gördü. Dikkatle inceledi ve ‘Demir iple ve zincirle tıpkı bunun gibi bir asma köprü kurulabilir,’ sonucuna vardı. İlk asma köprünün öyküsü budur.

Thames tünelini yapan Isambard Brunel, küçük bir gemi kurdunun hareketlerinden ilham almıştı. Brunel, bu küçük yaratığın, başıyla tahtayı ilk önce bir yönde kemirerek tünel açtığını, tünel tamamlanınca da bunun çatısıyla yan duvarlarını bir nevi vernikle nasıl cilaladığını görmüş, onu büyük ölçüde kopya ederek büyük eserini meydana getirmişti.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.228

Büyümeye meyli olan her ot büyüyüp durur. Yaşar, günden güne gelişir…

Mevlâna

Çünkü otun fıtratı büyümeye, Yaradan’ın tayin ettiği şekle meyillidir; istidadı böyledir. Her varlık istidadında olan şekle meyillidir. Saçların uzar; ama kirpiklerin, kaşların uzamaz.

Ya uzayan kaşımız ve kirpiklerimiz veya onlar gibi büyümesi duran saçlarımız olsaydı… Nelere mal olacağını düşünebiliyor muyuz? Halbuki her şeyimiz planlı, düzenli; tam hayata ve kâinata göre yaratılmışız.

Mevlanâ sözüne şöyle devam eder:

…fakat başını yere eğdi mi (ot) günden güne küçülür, kurur mahvolur. Ruhunun meyli yüceliklere ise, yücelirsin, manen yükselirsin, varaca­ğın yere varırsın. Aksine olarak başını yere eğdin mi, mahvolursun.

İnsanın meyli yücelere doğru. Yol bu, istidat bu. İstidat, ruhundaki çekirdek. Yaradan ekmiş oraya. Gün gelip baş verdiğinde toprağa tutunacak, havada dal budak salacak, bu dünyadaki anlamını okutmak için çiçeğe, meyveye duracak. Zamanı gelince çekirdek açılacak; konuşacaksın. Çekirdek açılacak; işitecek, düşünecek, sevecek, kızacak, ağlayacaksın. Hepsi birer birer açılacak ve sen onlarla boy atacaksın. Ruhunda yaradılışından var olan bu özellikler dünyada rahat yaşayabilmen için sana verilmiş. Ancak gelişebilmesi, kuruması veya çürümesi senin bakımına bağlı. Fazla sulamak çürütür; azı kurutur. Tam kıvamında yaşanılan her şey seni diri tutacak.

Varlık hazineleri, zaman ve hayat yolunu gözlüyor. Taşıdığın yetenek anahtarlarınla açmanı bekliyor. Neden hayret ederek bakmazsın onlara. Neden her şeyi sıradan görürsün? Her gün oyuncağıyla yeniden tanışmış gibi olan, sevinen masum çocuk yüreğince neden sevemezsin onları?

Ne yazık… Çağın maddî imkanları büyüdükçe sen küçülüyorsun. Sevgi, vefa, fedakârlık alanların daralıyor. Düşüncelerinde hikmet nuru sönüyor. Bir davaya gönül vermek, sorumluluk gibi erdemler anlamını yitiriyor. Kısacası çekirdeklerin gelişmeden yok oluyorsun.

Coğrafyacının istidat çekirdekleri tehlikede. Onun insanlığı kucaklayacak ne yüreği ne de o yüreği dolduracak davası var. Dağın da çiçeğin de “Tek El”den çıktığını unutmuş.

‘Çiçekleri yazmıyoruz,” diye yineledi coğrafyacı, “çünkü onlar gelip geçici şeyler.”

‘Gelip geçici de ne demek?’

‘Coğrafya kitapları, kitaplar içinde en önemli olanlarıdır. Hiçbir zaman eskimezler. Bir dağın yer değiştirdiği çok enderdir. Bir okyanusun sularının çekilmesi de.

Biz kalıcı şeyleri yazarız.’

‘Ama sönmüş volkanlar yine alev püskürtebiliyorlar.’ diye karşı çıktı Küçük Prens.

‘Gelip geçici de ne demek şimdi?’

‘Sönmüş ya da sönmemiş, bizim için fark etmez,’ dedi coğrafyacı. ‘Bizim için önemli olan onun bir dağ olduğu. Bu değişmez.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.70

Coğrafyacı bilse ki zekasıyla kavradıkları, aklıyla öğrendikleri bir buzdağının üstündekiler kadardır. Kalbiyle öğrenebilecekleri ise suyun altında olanlar kadar. Ve bunun sınırı yoktur. Aralarında dolaşsa, yüz yüze geleceği her zerreden gelen ilham esintileriyle ruhunun dirileceğini idrak edebilse… 

İnsanların evi, kim akıl üstüne bina edecekti seni? Kim seni inşa etme mantığına sahip olacaktı? Varsın ve yoksun. Oluyorsun, olmuyorsun. Farklı gereçlerden yapılıyorsun; ama seni keşfetmek için icar etmek3 gerekir. Aynı şekilde, tanıma iddiasıyla evini yıkan kişinin elinde artık taş, tuğla, kiremitten başka bir şey kalmamıştır ve bunların sağladığı gölgeyi, sessizliği ve mahremiyeti bulamaz artık. Bu tuğlalardan, taşlardan, kiremitlerden ne beklemek gerektiğini de bilmez; çünkü bunlarda kendilerine egemen olan yaratıcılık, mimarın ruhu ve kalbi yoktur. Çünkü taşta insanın ruhu ve kalbi bulunmaz.

Ama sadece tuğlanın, taşın, kiremidin akıl yürütmeleri vardır. Onlara egemen olan ve onları güçleriyle sessizce değiştiren ruhun ve kalbin akıl yürütmeleri yoktur. Ruh ve kalp mantığın kurallarından ve sayıların yasasından kaçarlar.

Oysa ben keyfî bir tavır içinde ortaya çıkıyorum. Ben mimarım. Benim bir ruhum ve bir kalbim var. Taşı sessizliğe sadece ben dönüştürebilirim. Ben geliyorum ve bana sadece Tanrı’dan ve mantık yollarının dışından gelen ve yaratıcı imajı gören maddeden başka bir şey olmayan bu hamuru yoğuruyorum.

Ben kendi uygarlığımı inşa ediyorum ve tek tutkum bu uygarlığın zarafeti ve çekiciliği… Kimileri şiirlerini inşa ederler ve cümleleri eğip bükerler. Kelimeleri değiştirirler ve kendilerini bunların açıklamasını yapmak zorunda hissetmezler. Tek tutkuları bu şiirlerin çekiciliği ve etkisidir ve bu şairler bunu kalpleriyle anlarlar.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.31

Coğrafyacı sadece biliyor. Onun bilgisi, sayfadan akla bir aktarım. Kalbine ve ruhuna uğramadan kelimelere dökülüyor. Şu koskoca âlemde neler olur, neler biter? Bunlarla ilgisi yok. Sorusuz, heyecansız bildirme cümleleri kuruyor. Bu dağın yüksekliği şu kadardır; nokta.

Buz gibi bakışlarıyla coğrafyacının gözünde dünya hiçbir yaşam belirtisi gösteremeyecek kadar hareketsizdir. Dünyanın soluğu, hareketi, gelişimi, içsel dinamiği ve çelişkili yapısı coğrafyacıyı ilgilendirmez.

Exupéry burada ruhsuz bilim adamıyla saf bir çocuğu karşılaştırarak, Aydınlanma Hareketi’nden bu yana Avrupa’nın düşünme yönelimini eleştirir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.82

Heybetle göklere yükselirken dağ; rüzgârın, yağmurun, tipinin dokunduğu ihtişamlı yüzünü, her sabah güneşin doğduğu granit avuçlarını anlatmadan “dağın yüksekliği şu kadardır” deyip noktayı koymak… Eteklerindeki çiçekleri, bağrında nefeslenen kovukları, mağaraları ve bulutları içen dorukları göz ardı etmek…

Yaşadıklarımızın etkisi üzerimizde çok fazla. Koşuşturmalar bütün düşüncelerimizi ardından sürüklüyor. Şablon manzaralar hayallerimizi, hislerimizi körleştiriyor. Kuşbakışını unuttuk. Güne takılarak hayata, kâinata bakmayı unuttuk. Yepyeni gözlere ihtiyacımız var. Çevremizdeki güzellikleri anlamak ve anlatmak için tertemiz idraklere, dillere ihtiyacımız var.


1. Uzman: Fuad Köprülü tarafından üretilmiş. Türkçe.
    Uz: usta, mahir + man: sonek = Uzman
2. Vinyet (vignette): Bir kitabın sayfalarını süsleyen başlık, süslü harf gibi motif anlamında. Fransızca.
3. İcare (Îcâr): Kiralamak, iş karşılığı verilen şey. Ecir-ücret, aynı kökten geliyor.


‘Küçük Prens ve Coğrafyacı’ İllüstrasyonu © Crystal Yoori Son
‘Coğrafyacı’ Skeçleri © Victor Maury

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply