Bugün Dünyanın En Issız Köşesi, Ruh

1

Ne garip, bütün yaşamım, bir anda tek bir noktada toplandı. Anılarımı toparlayıp bağladım. Hiçbir işe yaramayacaklar artık. Kimsenin işine yaramayacaklar. Annem, ‘Paula, onun yerine sizleri öpmemizi istiyor…’ derdi. Sonra, Paula adına hepimizi öperdi.

Paula büyüdüğümü biliyor mu?

‘Biliyor tabii.’

Paula her şeyi biliyordu.

Ateş ediyorlar, Yüzbaşım.

Paula ateş ediyorlar bize! kseklik göstergesine bakıyorum: Altı yüz elli metre. Bulutlar yedi yüz metrede. Güzel. Elimden bir şey gelmez. Ama bulutumun altında, dünya, sandığım gibi karanlık değil; mavi. Göz kamaştıracak kadar mavi. Güneş batmak üzere, ova masmavi. Yer yer yağmur düşüyor. Yağmur mavisi…

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.110

Savaşın ortasında ölüme uçarken bile anılarına, dadısı Paula’ya sarılan bir ruh, Exupéry. Çocuk değil. Gözü kana bürünmüş bir savaş yanlısı hiç değil. Sadece barışı, kardeşliği, huzuru özleyen biri.

Hem yazar hem pilot. Yazdıklarını değerlendirdiğimizde tasvirden ziyade hissedileni yazan bir kalem, yaşadıklarını değerlendirdiğimizde gördüklerinden ziyade içinde duyduklarını anlatan biri. Kitaplarında savaş bir olay olarak değil, savaşı yaşayanın üzerindeki bir etki olarak çıkıyor karşımıza. Ve bu durum okuyucuyu kendine çekiyor. Çünkü savaş ortamında olmasak da ona benzer bir sıkıntıyı, sorunu yaşayabiliriz. Nasıl davranacağımızı, neye, kime sığınacağımızı düşünebiliriz. İşte bu halin ırkı yok, milleti, coğrafyası yok. Sadece insanca duyguları var. Exupéry’in yürekleri tam on ikiden vurduğu nokta, bu. Sanki bir kitap okumuyorsunuz; bir yakınınızla dertleşiyor gibi oluyorsunuz.

İstanbul’da Boğaziçi’nde,
Bir fakir Orhan Veli’yim.
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.

Orhan Veli’nin bu dizelerini çoğumuz biliriz. Pilot Exupéry’nin gökyüzünde düşman saldırısı altında uçarken bile hiçbir şeye takılmadan çocukluk anılarına sığınması, maviliğin içindeki savaş, savaşın içindeki hasret, nedense garipliği getirdi aklıma ve garip denince de bu şiiri. 

Orhan Veli de iki Dünya Savaşı’nı görmüş. Birinci savaşın sonu çocukluğuna rastlıyor. Kısacası o da Exupéry gibi çağın mağduru. Maddî sıkıntılar, yaşam kavgası ve İstanbul gibi kalabalık bir şehirde hissedilen yalnızlık, anlaşılamamak, aynı dilden konuşamamak onun da çilesi. Bütün bunlar onda bulunduğu ortamdan uzaklaşma isteğini tetikliyor ve sonuç; gurbette hissetme ve gariplik.

Savaşta, tam ölümün nefesinde
Bir garip Antoine Exupéry’yim.
Annem’in oğluyum.
Anlamsız seferler içinde. 

diyesi geliyor insanın.

Orhan Veli de gariptir, Exupéry de. İkisi de aynı çağın, aynı kaderini yaşar. Fakat Exupéry’nin içinde yaşadığı, katmerli bir gurbettir. Çünkü o, savaşın esintileriyle değil; kavuran ateşiyle karşı karşıyadır. Uçarken maviliğe ölümün rengi karışır, kuş seslerine düşman uçağından gelen madenî sesler… Göğün ortasında canlar, idealler, ümitler kıyım kıyımdır. Evladın mahzunluğu anayı dar eder. Ya evlat savaş celladına boyun eğerse, ana ne eder?

Urumeli Hisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum
:

Orhan Veli / İstanbul Türküsü 

Cam önüne oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum
:

Ancak Exupéry’nin içinde yaşadığı, katmerli bir gurbet. Çünkü savaşın esintilerini değil; kavuran ateşini yaşıyor. Ve onun oturduğu yer, kurşunlanan bir uçağın kokpiti ve diliyle tutturduğu türkü de anılardaki dostlarıdır.

İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor
, konuyor aman martı kuşları.
Gözlerimden boşanır hicran yaşları.

Orhan Veli / İstanbul Türküsü

Mitralyözün vahşet taşları;
Sinemi de deliyor ölüm kuşları.
Anılara damlıyor hasret yaşları.

Zaman denilen, hasret çekilenin kıymetince anlam taşır. Martılar da konuşur kanatlarıyla, rüzgar da dile gelir. Anlaşılmazlıkla sarılmışsan, her varlık dile gelir insandan başka. Üzerinde oturduğun taşlar da gözyaşların da… Kendini anlatamamak, anlaşılamamak kalabalığın ortasındaki görülmezlik. Varsın; ama yok gibisin. Maddî dünyanın çözülemeyen bilmecesidir bu. Hele duygu antenlerinin her şeyi alabildiği bir yapıya sahipsen…

Yalnızlık, içimizdeki dünyaya yönelik tek kişilik oyun. Oynayan sensin, seyreden de sen. Ve bu oyunun içinde çocukluk, anlaşılamayan gariplerin sığındığı bir ülke gibidir. Bu ülkenin masum anıları onların umutsuzluklarına sıcak bir yuva olur. Ve yaşanmış ince, duyarlı, samimi ilişkilerde iletişimsizliğin, anlaşılmazlığın ve yalnızlığın sancıları tedavi edilir. 

İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama.

Orhan Veli / İstanbul Türküsü

Maviliğin orta yeri mezbaha;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama.

Hırslıyız, yorgun ve gerginiz. Rekabeti savaşa dönüştürdük. Kulvarlar birer mezbaha. Feryat etsek, duyacak kimse yok. Sadece neyi bulsak, delicesine almak telaşındayız. Ruhu tutulmuş bedenler iyice sarmadan her yanı; gölgelerinde gitgide görünmez olmadan, kendimize gelebilecek miyiz? Dünyanın maddî yüzünde güneş kararıyor. İçimizdeki ormanın kuytu köşelerinde hayvan gözleri… Onlardan kurtulamazsak insanlığımız çok uzaklarda kalacak. 

Bu evrensel bozuk düzen, beni kemiklerime kadar umutsuzluğa düşürüyor. Ama motorlarımdan birinin az sonra patlaması yarar sağlamayacağından, sol manivelaya bir daha yükleniyorum. Bu çaba, yüreğimde yeni bir sızıya mal oldu. İnsan elbette on bin metre yükseklikte kültürfizik yapmak için yaratılmamış. Bu sızı sinsi bir ağrıdır, geceleyin organlarımızda uyanan garip, yerel bir tür bilinçtir.

Motorlar isterse patlasın. Vız gelir bana. Soluk almaya çalışıyorum. Dalgınlığa düşersem, bir daha soluk alamam sanıyorum. Eskiden, ateşi canlandırmak için kullanılan körükler geliyor aklıma. Ateşimi canlandırıyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / Toplu Eserleri / Savaş Pilotu / s.257

Lockheed P-38 Lightning

Lockheed P-38 Lightning

Ne yazık ki arkadaşlarımın hepsi de öldü. Geçmişimi paylaşabileceğim hiçbir dostum kalmadı. Beni maddî hayata bağlayan gövdem artık çok ağır geliyor.

Binbaşı Saint-X… Size verilen görev, uçuş tavanına yakın bir yükseklikten, yani 10.000 metre civarlarında uçmak. Her ne olursa olsun, 6.000 metrenin altına inmemek.

F-5B P-38J Lightning, Lockheed’in bugüne dek ürettiği en yırtıcı kuş. Cehennemî bir hıza sahip. Ancak silahları yüklü değil. Yani çatışmaya giremezsin. Hızlı ve kurnaz olmak zorundasın. Uçacak, düşman hatları üzerinde gerekirse iğne deliğinden geçecek ve hızla geri döneceksin. Bunları biliyorsun.

Albay hâlâ konuşuyor; ama onu dinlemiyorum artık. Bana tahsis ettikleri uçağın savaş yorgunu bir yaralı kartal olduğunu, uçuşa elverişli değildir diyen envanter kaydıyla acil durumlar için yedeğe alındığını ikimiz de biliyoruz. Uçma konusunda bu denli ısrarcı olan benim gibi bir baş ağrısı için gözden çıkarılabilecek tek uçak olduğunu da!

Albayın aslında söylemek istediği şey şu:

Madem o denli çok istiyorsun; o zaman git, kaderini ara. Senin veya bu yaralı Şimşek’in  (Lightning) envanterden çıkarılması bana bir hiçbir şey kaybettirmez. En fazla bir başka Frenchie asshole; Fransız ukalasından kurtulmuş olurum…”

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.18-19

Burada gözden çıkarılan, sadece uçak değil. Bir insan. Savaşın aynasında çirkin gözüken içimizdeki dünyalar… Düşüncede, duyguda sinsice ilerleyen acımasızlık… Böyle bir ortamda insan kendini nasıl garip hissedemez? Nasıl saklamak isteyemez kendini sahte dünyalardan?

İçinde bu hisleri, kırgınlığı taşıyan insanoğlu, nasıl olur da kapalı yerlere sığabilir? Tabii ki açılmak isteyecek, soluğunun rüzgara karışmasını, gördüğü, işittiği, teninde hissettiği her şeyin kendisini boğan bu ruh halinden uzaklaştırmasını isteyecek. 

Exupéry de hareketli yaşamına, heyecanlı davranışlarına rağmen kendini saklayanlardan. Bunu bir mektubunda annesine açıklıyor:

Anneciğim, kendime karşı alabildiğine sertim, kendimde yadsıdığım ve düzeltmeye çalıştığım şeyleri başkalarında da yadsıma hakkına sahibim. Görülenle yazılan arasına girmeye izin veren düşünceyi süsleme merakını kaldırıp attım. Nasıl istersiniz benden bugün yıkandım… ya da Jacques’lara akşam yemeğine gittim’ gibi şeyler yazmamı? Hiçbir ilgim yok bu bakış açısıyla.

Sizi yürekten seviyorum, canım anneciğim. En kolay yolu seçip yüzeyde gezinmediğim, hep derinlerde kaldığım için bağışlamalısınız beni. İnsan ancak elinden geldiği gibi olabiliyor. Buysa kimilerine ağır geliyor. Sözün en gerçek anlamıyla kendisine açıldığımı, beni azıcık tanıdığını söyleyebilecek pek az kişi vardır. Sizce gerçekten en çok açıldığım insansınız; bilmem kime gösterdiğim geveze ve sığ adam görünüşünün öbür yüzünü azıcık tanıyorsunuz. Gerçek yüzünü herkese göstermek, bir bakıma kendi kendine saygısızlık etmektir çünkü. Gönlümün ta içinden gelen sevgiyle kucaklarım sizi anneciğim.                                                                                                                                    

Antoine

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.92-93

Amerika’dan döndükten sonra vatanının üzerinde 21 Temmuz 1943’te çıktığı uçuşunu hiç unutamıyordu. Ondan sonra yaşadığı atalet ve De Gaulle’cülerin üzerinde kurduğu baskı onu giderek hayattan uzaklaştırmıştı. Sevdiklerinden uzak, ölmüş dostlarına, vatanına, Provence’a hasretle geçen günler, onu derin bir uçurumun kenarına taşıyordu. Geçmişi artık belleğinde kabuklaşmaya başlamıştı. Anı denizlerinin gelgitlerine katlanmak giderek dayanılmaz oluyordu.

Onca kazadan sonra hurdahaş olmuş bedeninin verdiği acılar varlığına yabancılaştırmıştı onu. Bedenini taşımak zorunda kalmak, onun için en büyük yük olmuştu. Kale’nin giriş bölümlerinde yaşadığı bu içsel çatışmaları kahramanının ağzından dinleyelim şimdi:

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.256

Antoine de Saint-Exupéry

Antoine de Saint-Exupéry

Ölen arkadaşlarımı ve onların korkunç umutsuzluğunu bayrak gibi sallayarak dönüyordum. Ama gerçeği keşfeden, sadece ölümün seçmiş olduğu, kanını kusmakla ya da bağırsaklarını tutmakla meşgul olan kişidir; kesinlikle ölümden nefret etmek diye bir şey yoktur. Kendi bedeni ona artık hizmet etmeyen ve reddettiği, boş bir nesne gibi gelir. Yıpranmışlığı içinde parçalanmış beden. Ve eğer bu beden susamışsa, ölen kişi bu bedende, kurtulması gereken bir susamışlık fırsatından başka bir şey bulamayacaktır. Artık kazığa bağlı bir eşek gibi, eve ait bir unsurdan başka bir şey olmayan, neredeyse yabancılaşmış bu bedeni süslemeye, beslemeye, susuzluğunu gidermeye yarayan bütün iyilikler gereksiz hale gelir.

O zaman boşalan ve daha sonra belleğin saldırılarıyla gene dolan bir bilincin sallanmasından başka bir şey olmayan koma durumu başlar. Bu saldırılar gelgit gibidir, bütün imge birikimlerini, hatıraların bütün kabuklarını, duyulan bütün seslerin kulakta bıraktıkları çukurları getirdikleri gibi götürürler. Yüreğin bütün yosunlarını çıkarır, yeniden yıkarlar ve işte, bütün şefkat duyguları canlanır. Ama gündönümü kesin geri çekilişini hazırlar, yürek boşalır, gelgit olayı ve zenginlikleri Tanrı’ya döner.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.15

31 Temmuz 1944 tarihinde ise dostu Dalloz’a şu satırları yollamıştır:

Vurulursam, kesinlikle hiçbir şey için pişman olmayacağım. Şu müstakbel termit sürüsü tüylerimi diken diken ediyor. Ayrıca robotların erdeminden nefret ediyorum. Ben bahçıvan olmak için yaratılmışım.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.130

Yorulmayan, hiç şikayet etmeyen, zaman kaybına sebep olmayan robotlar. Sanayiden tıbba kadar her alanda elimiz, ayağımız. Ve onlara dönen bizler… Gündüzden geceye bizden çok şeyleri alıp götüren çalışmalarımız… Güneş enerjisiyle çalışan bir robot, bahçemizdeki yabani otları ortadan kaldırabiliyor. Büyük bitkileri ve çiçekleri ayırt edebiliyor. Sebepler dünyasında, bir örnekten, maddesi olan bir şeyden kim bilir daha neler yapılacak? Ama hayatın mayası olan ve sırrını sadece Allah’ın bildiği ruh olmadan ne olacak? Bizi de kendilerine benzeten robotlar her şeyimiz olacak; ama yüreğimiz değil.

Oysa bahçıvan ruh, erkenden kalkarak bahçesiyle birlikte sabahı soluklamaya bayılır. Bitkilerin güzelliğine, kokusuna aşık gönlüyle çiçeklerin arasında dolaşır. Dikenleri budayıp gülleri güldürmeyi, çalıları, ayrık otlarını temizleyip dallara haydi yücelin demeyi, bir cana canlar katmayı sever. Yeni baş veren bir filizde toprağın sesi göğün sesine karıştıkça bahçıvan yeniden doğar. İnsanlık adına umut veren bir düşüncede yaşamın sesi ruhun, kalbin sesine karıştıkça Exupéry gibi olanlar yeniden doğarlar. Paylaşmayı, almadan vermeyi bilen bu insanların, çölde gördüğü hayvan kabuğuna ağlayan yüreğin, sömüren, robotlaşan bu dünyada mutlu olabilmesi ne kadar zor…

İlk defa yaşlanarak ve tanıdık hiçbir yüz görmeden ve kendime kayıtsız kaldığımdan herkese kayıtsız kalarak, bütün komutanlarımı, kadınlarımı, düşmanlarımı ve belki tek dostumu öbür yamaçta bırakarak, artık tanımadığım insanlarla dolu bir dünyada tek başına. Ama gene kendimi bu dünyada toparladım. Kendi kendime şöyle diyordum: Son kabuğumu kırdım ve belki tertemiz olacağım.

Sonuçta dağımdan iniyorum: Hiç korkma halkım, yeniden bağ kurdum. Bir insana ihtiyaç duymam kötü bir şeydi. Beni iyileştiren ve yeniden diken el kayboldu, dikiş kaybolmadı. Dağımdan iniyorum ve koyunlar ve kuzular görüyorum. Onları okşuyorum. Tanrı’nın karşısında dünyada yalnızım; ama kalbimin kaynaklarını açan bu kuzuları okşarken bir kuzuyu değil, bu kuzu aracılığıyla insanların zayıflığını buluyorum, sizi buluyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.127

Gurup ve gurbet… Bu iki kelimenin aynı kaynaktan çıkması, “anlamlarla insan ruhu arasında kurulan ilişki”yi çok güzel izah ediyor. Güneş garp yönünden gurup eder; uzaklaşır, ayrılır günden. Gurbete; battığı yere yol alır. Garip olan da yurdundan, sevdiklerinden, alıştıklarından, anlaştıklarından uzaklara batıp gitmiş demektir.

Çoğu insanı etkiler günbatımları. Ama bulundukları ortamda kendilerini garip hissedenleri çok daha başka etkiler. Exupéry’nin Küçük Prens’i de bu vaktin aşığıdır. Gözleri guruba doğru, hep merakla kızıllıkların ardını hissetmeye çalışır. 

Aklına beş yaşındayken Saint-Maurice-de-Rémens’da bir gurup vakti annene verdiğin armağan geldi. Floral desen kakmalı ceviz bir kutu idi bu. Anneciğim, bunun içinde ölen günbatımlarını sakladım sizin için. demiştin. 

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.277

Ne yazık ki maddenin hakim olduğu dünyamızda ufuklar da garipleşti; çünkü onlara hasret duyan kalpler kalmadı. Gurbette bulunan garip, duygu ve düşüncelerine yabancı kalan kimseler arasında yaşayan kimse demektir. Kimse halini anlamaz. O nedenle cahiller arasında âlim, kötüler arasında doğru olan, gariptir. Kabalığın içinde sanat, utanmazlığın içinde edep, nefretin içinde sevgi, yalanın içinde doğruluk gurbettedir.

Sevgili Annem,                                                                                        Orconte, 1940

Haber verildiği halde bir türlü başlamayan bir bombalamayı beklerken, dizlerimin üstünde yazıyorum bu mektubu. Sizi düşünüyorum (…) Ve hiç kuşkusuz yine sizin için titriyor içim.

Tek bir mektup alamıyorum: Nereye gidiyorlar acaba? Ve biraz üzülüyorum buna. Tepemizde dolaşan şu İtalyan gözdağı, sizleri tehlikeye düşürdüğü için canımı sıkıyor. Müthiş üzgünüm. Sevgili, canım anneciğim, korkunç gereksinmem var sevginize. Yeryüzünde en çok sevdiğim şeyler neden tehlikede olsun? Beni savaştan çok ürküten, yarının dünyası. Bütün şu yıkılan köyler, sağa sola savrulan aileler. Ölüm umurumda bile değil; ama insanlar arasındaki ruhsal birliğe dokunulmasına dayanamıyorum. Öyle çok isterdim ki, hepimizi kar beyaz bir masa başında toplanmış görmeyi.

Yaşamım konusunda pek bir şey demiyorum, söylenecek bir şey yok; çünkü tehlikeli görevler, yemek, uyku. Alabildiğine az hoşnutum yaşamımdan. İnsan yüreği çok daha başka şeyler bekliyor. Çağımın uğraştığı şeylerden de hiç hoşnut değilim. Bile bile göğüslenen ve katlanılan tehlike, bilincimin üstüne çöken ağırlığı kaldırmaya yetmiyor. İçime serinlik veren biricik kaynağı, bazı çocukluk anılarımda buluyorum. Noel geceleri yana mumların kokusunda. Bugün dünyanın en ıssız köşesi, ruh. Susuzluktan ölüyor insan.

Hoşça kal, canım anneciğim, kollarımın bütün gücüyle sarılırım size.

Antoine’ınız.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.121

Akılların savaşı, kalplerde büyüyen yılanların savaşı, bedenlerin, çıkarların, insanlığı bitiren kör nefislerin savaşı! Ne menem şeysin sen. Senin kana bulanmış girdabında ruhlar boğuluyor. Senden nemalananlar da insan. Bütün dünyayı kar beyaz bir masa başında toplanmış görmeyi” isteyen de bir insan. Aradaki bu denli uçurumu düşününce ürkmemek mümkün değil…

Ne güzel bir dilek “kar beyaz bir masa başında toplanabilmek”… Sevgiye, beraberliğe ihtiyacı olan ne derin bir düşünce… Ah!… Hassas duygularını satırlara işleyen yazarım. Kendini bilerek ölüme terk etmek düşüncesiyle seni hiçbir zaman bağdaştıramadım. “Dünyanın en ıssız köşesi” dediğin ruhunu ısıtacak bir yuva bulduğunun ve orada ömrünün kalan günlerini bir derviş gibi geçirdiğinin hayalini içimin bir tarafında hep sakladım.

Bu dünyanın garibi! Yaşadığın zamanın rengine bulanmak istemiyorsan; ne sözlerin, niyetin ne de düşüncelerin zamana uymuyorsa üzülme sakın. Sen bu çağın garibisin demektir. Gariplik ise cana konmuş huma kuşu. Neden mi? Çünkü bu devlet kuşunun tüyleri yücelerin aydınlığını taşır. O zaman sen de huma kuşunun kanatlarında uçuyorsun demektir.

Dayan be gönlüm! Biçare değilsin yaradan sana yâr. Kimsesiz değilsin, yanında ‘kimsesizler kimsesi’ var! Biliyorum! Sığmazsın hiçbir yere bu sevdayla, dünya sana dar! Ama dayan gönlüm! Dayan ki her gecenin mutlaka bir sabahı var. 

Mevlâna 

Bu sebeple gönül sultanları, zor şartlar altında sıkıntılı bir hayat yaşamak anlamına gelen garipliği erdem saymışlar. Asıl yurdundan ayrılan ruh için beden nasıl gurbetse, dünyada da garipsin. Varsın anlayamasınlar seni… Devamlı gerçek yurdunun hasreti içinde olmak, seni yüceltecek. Deryanın derinliklerinde inci olmaya değmez mi bunca çaban?

Anlaşılamadık.
Garip dediler kendi yalnızlıklarını
Unutarak.
Keçiboynuzu çiğnediler, çiğnediler…
Tükürdüler özüne varmadan.

O kadar kolay olsa, o kadar çabuk
Görülebilmesi derinlerin;
Ne sırrı kalırdı istiridyelerin…

Dudak bükerler suskunluğumuza.
Hikmet dalgada olsaydı inci toplanırdı
Kıyılarda yosun yerine;
Bir gelgit zaman…

Yükseldiler, alçaldılar
Göremediler inciyi.
Yorgun düştü ve uyudu gözleri
İstiridye açılmadan.

Sabırla, kemale erme sevdasıyla oluşan ve

                                          güzele, iyiye, hak olana aşık istiridyenin içinde  

                                                                                                  nice inciler oluşuyor.

Ne yazık ki dünyanın uyuyan gözleri bunu göremiyor.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Geçmiş bir yazınızda Cemil Meriç’in bir sözünü alıntılamıştınız ; “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar. Eşyalar ise kullanılmak için.Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmasıdır.” Bana bu çok da sevdiğim sözü hatırlattı..Exupery tam olarak bu kaosun içinde kocaman sevgisiyle yapayalnızmış ve vurguladığınız gibi kar beyaz bir masa hayalinin bu korkunç kaos ile tezatlığı..Hayal etmek bile bu denli ürkütücüyken bu naif insan nasıl dayanabilmiş…Exupery i sadece Küçük Prens ile bilirdim..iyi ki yazılarınız var.Güzel satırlarınızı ve dizelerinizi her defasında boğazım düğümlenerek okuyorum tekrar ve tekrar. Insallah daha cok idrakine vararak okumak nasip olur. Gönülden teşekkür ederim

Reply To Oya Cancel Reply