Bir Kitap, İçimizdeki Donmuş Denize İnen Balta Gibi Olmalı

0

Bir Kitap, İçimizdeki Donmuş Denize İnen Balta Gibi Olmalı.

Franz Kafka

Her çağ, deryasına farklı yol alan nehirler gibi. Hepsinin akışı, derinliği, suladığı yerler birbirine benzemiyor; çünkü nehrin akışı kaynağına bağlı. Bereketi doğurganlığı kadar. Coşkun akan suyun sesi doruklarda yankılanıyor. Kaynağı cansız su ise boğuluyor, kendi içinde…

Bu çağın insanında maneviyat titreyişleri çok az. Toplumun idrakinde öteleri merak ve oralara hazırlık anlayışı zayıf. Oysa bütün bunlar kalbî ve ruhî değerler. Bu değerlerin olmadığı boşlukları karanlık bastırdı mı kurtlar, sırtlanlar ulumaya başlıyor. Ve onun için gecenin sisi kalpteki ümidi sarmadan yola çıkmasını bilmeli. 

Gece olur nefis, var git.
Geçit vermez dikenli çit.
Oysa her yer bin bir ümit
Heybene koy, toplan da gel.

Saint-Exupéry ümidini yitirmeden yola çıkmasını bilenlerden. Bu emeğinin bereketini de alıyor yıllardır. Küçük Prens, satış listelerini altüst ediyor ve kendisi 20. yy’ın en iyi edebiyatçıları arasında gösteriliyor.

Sırtında heybesi; erken düşüyor yola Exupéry. İlk önce savaşın ağır yükünü umuda çevirmeyi koyuyor heybesine. Kendi hayat felsefesini, modern dünyanın yıkımlarına karşı mücadelesini koyuyor.

Uzun da olsa, kısa da yol yolcunun umudu kadardır. Bir heyecan ve hayret şeraresi varsa, ceylanca zıplar adımları. Sarp tepeler de dikilse önüne, ruhu kadar geniştir kanatları. Exupéry ideallerini yüklenmiş, hep yürüyor… yürüyor. Küçük Prens’in yolculuğunda kalbin ve ruhun nasıl düzene konulacağını koyuyor heybesine. Görme yeteneğinden yoksunlar için gönül gözleri koyuyor ve yanına da bir mutluluk reçetesi. O heybede topladıkları, hâlâ dağıtılıyor insanlığa.

Exupéry’ye göre değerlerin boşluğunu dolduracak en büyük tehlike; Küçük Prens’in uğradığı altı gezegendeki “kral”, “kendini beğenmiş adam”, “ayyaş”, “iş adamı”, “fenerci”, “coğrafyacı” gibi tiplemelerin istilası olacak. O zaman otorite, benmerkezcilik, paraya tutku, kemikleşmiş alışkanlıklar, gerçeklerden kopuk entelektüellik gibi nefsî özellikler kalp ve ruh hayatını ablukaya alacak. Ve sonuç: Yaşayan ölülerle dolu bir dünya.

Bir ‘bencillik çağı’nda yaşıyoruz; doğruluk ve meşruiyeti1, kabul görmüş ahlâk kaideleri değil kendi ihtiyaçlarımızın şiddeti belirliyor. ‘Bir şeyi ben çok istiyorsam o olmalıdır ve doğrudur’ diyoruz. ‘Benlik kültü’nü2 kutsayan ve başarıyı sadece maddî ifadeler içinde anlamlandıran bir ticarî ahlâk, insanı önceleyen bir ahlâkla kıyaslandığında daha az sevgi üretiyor. İnsanlar arasında dayanışmayı çoğaltmak, beklenebileceği gibi, kapitalizmin yapması gerekenler arasında anılmıyor.

Ruhları ele geçiren bir istila karşısındayız ve elimizde savaşmak için kadim3 insanlık değerlerinden başka bir silah yok. Toza karşı toz, kibre karşı tevazu, sığlığa karşı derinlik, bencilliğe karşı diğerkâmlık, hasede karşı dayanışma, hıza karşı yavaşlık, yalnızlığa karşı yârenlik, som akla karşı gönül.

Bir toplumda gönlün şarkılarını söyleyenler varsa, narsisizm hastalığı burçları aşıp orada otağ kuramaz.

Kemal Sayar / Narsisizmin Yükselişi

Gönül… Görülmez âlemlere açılan kapımız. İlahî hislerle coştuğumuz içimizdeki bayram yeri.

“Dostlar Dostu”na giden yolda elimizi bırakmayan dost. Öyle bir aydınlıksın ki, seninle eğri doğrudan, ak karadan ayrılır. Gerçeği görebildiğimiz sezgimiz, şuurumuz, penceremiz. Senden dökülen terennümler cana şifa, akla nur. Seninle dinleyebilsek yücelerin sesini, kendini bulacak insanlığımız. Gönül… Sana muhtaç bu dünya; sesine, şarkılarına muhtacız…

.Dünya böylesine muhtaçsa neden söylemiyoruz? Yoksa güftesini yazacak, bestesini yapacak gönüller mi yok? Nerede iç derinliği, müzik kulağı, gözyaşları deryaya akacak nazarlar?

.Umutsuzluğa kapılma sakın! Güftesini yazacak da var, bestesini yapacak ve söyleyecek de. Yaradan’ın insana emanet ettiği beden ve onun aydınlığı olan can, bu şarkıları her dem üretecek kapasitede. Her varlık kendi içinde kendi olma sırrını taşıyor. İnsan da taşıyor bunu. İçimizdeki bu güç, bizi kendimiz olmaya götürüyor. Sadece gönlü inşa etmek gerek. O zaman terennümleriyle bu yolculukta hep bizim elimizden tutacak. Kaygılanma… Bekle.

Yüzün solgun, darmadağın.
Yeli esmiş hangi dağın?
Gelip geçer sevda çağın;
Dök zülfünü; taran da gel.

En güzel kıvamda yaratılmış insanın kendisi olabilmesi için bu kıvama layık ortam ve şartlar da gerekiyor. Yaratan bu ortamı da şartları da vermiş. İhtiyaç olunan her şey var insanda.

Sadece içinde ne varsa önüne dökmeli ve taramalı dağınıklığını. Sadece doğruyu istemeli ve güzeli görebilmeli ve de sadece Tek Dost’a dönmeli…

İnsanın inşasında en önemli şey, onu eğitmek değildir. Yürüyen bir kitaptan başka bir şey değilse bu boş bir çabadır ve önemli olan, insanı artık şeylerin bulunmadığı ve şeyleri bağlayan ilahî düğümden doğan yüzlerin bulunduğu yüksekliklere çıkarmaktır. Çünkü eğer birbirlerinde yansımıyorlarsa nesnelerden bir şey beklemek boştur. Bu yansıma insan yüreğine seslenen tek şeydir.

Çocuklarının ekmeği ya da seni daha ileri götüren bir şeyse işin de böyledir. Eğer sarılacak bir beden arayışı dışında daha yüce bir şeyse aşkın da böyledir; çünkü böyle bir aşk söz konusu değilse sana verdiği zevk kendi içinde kalır.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.255

Güneşe doğru çevir yüzünü; varlığa, güzelliğe, iyiliğe dön. Görmesini, vermesini bil… O zaman kapılar açılacak, kapılar üstüne. Kalbinden kalbe yollar uzanacak. Sen yürüyeceksin Kalplerin Malik’ine doğru. Yaklaştıkça bir nur saracak her yanını. Gözlerin farklı görecek, kulakların farklı duyacak, dil farklı konuşacak. Her şeyin dışında daha yüceye uzanacak ellerin. İşte o zaman halinden dökülen de “gönlün şarkıları” olacak. Güftesi sana, bestesi sana ait bir ömür.

Herkesin bir gezegeni vardır, ya da daha doğrusu herkes bir gezegendir.

Gezegenleri görebilmek için onları yakından inceleyebilmek (teleskop yardımıyla) görünür hale getirmek gerekir. Eğer birisi bize onlardan bahsedecekse, etkili olabilmesi için sosyal kalıplara uymak zorundadır. Ama bu da diğerlerine yaklaşabilmek için yeterli değildir. Çünkü büyük insanlar sadece rakamları ciddiye alır… Onlar için insanlar yaptıklarıyla değil, söyledikleriyle vardır.

Bu basit elementlerle, rasyonel mantığın da yardımıyla renksiz, kokusuz, müziksiz bir dünya yaratırlar. İnsana yer olmayan bir dünyadır bu.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.48

Ruhun aradığı, başka bir dünya. Gözü hep göklerde… Bir gün hayatına düşecek renkleri bekliyor yücelerden. Hayatın ve zamanın hakikatini bilmek ve kendini bulmak istiyor.

Her hakikat, cennetin kokar. Cennet kokmayan her şey, kumdan evler yapmak gibi… Bir esintide yıkılıyor. Sahte duygular, yapay boyalar… Sözde sevgi, sanal dostluk, riya, yalan ve yalnızlık, korku, nefret… hepsi nefsin boyaları… renkleri soluveriyor çabucak. Ruhun boyası ise sadece “Gerçek Boyacı”dan geliyor.

Kâinat damıtılsa çıkan özün sevgi olduğunu görürsün. O özü çoğaltan ise güzelliktir. Allah her şeyi sevgiyle yaratıyor ve yarattığı her şey, her nimet güzel. Bütün varlık sevgiyle bir araya geliyor ve bu beraberlikten güzelliği üretiyorlar. İşte “sevgi ve güzellik” böylesine, zamana ve mekâna sığamayan ruhunun iki gıdası.

Anladım ki; Allah insanların birbirinden ayrı ayrı değil, tek vücut halinde yaşamalarını istediğinden, her birine kendi ihtiyaçlarını değil; hepsi için gerekli olan şeyleri ilham ediyor.

Anladım ki, insanlar kendilerini düşünerek yaşıyor gibi görünse de gerçekte onları yaşatan tek şey sevgidir. Kim severse, Allah’a yaklaşır; Allah da ona yaklaşır. Çünkü O, sevgiyi yaratandır.

Leo Tolstoy / İnsan Ne İle Yaşar

Hasrete dökülen her gözyaşı, mesafeleri kısaltır. Bir gayen varsa menzil görünür, sen tükenmezsin. Yoksa gayen, boşa giden çabalarda menzil görülmeden tükenirsin. Gayeyi üreten sevgidir. Çünkü seversen, amaç edinirsin, üstlenirsin. Sevdiğine ulaşmak, sevdiğin için düşünmek ve yaşamak amacın olur.

Göz yaşıyla orman olur.
İçinde gez, düşünü kur.
Arınan göz, güzel okur;
Arif olan insanda gel.

İnsan iç içe yaşadığı ya da kendisine çok yakınlaştırdığı şeyi iyi göremez. Sezgiyi engelleyen nedenlerden biri bu.

Açı birden daralır, hatta sıfıra iner. İnsan, içinde yaşadığı atmosfere yutulur. Bu nedenle bazen olayları da net görebilmek için biraz gerileyerek uzaktan bakmak gerek. Belki de onun için “pencerelerden seyret!” diyordu bir düşünür.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.194

Pencereye bakmak ve pencereden bakmak… Eylem aynı; “bakmak”. Yönün aynı “pencere”. İşin ilmi bakışın taşıdığı niyette. Pencereyi amaç edinen göz, sadece cama takılı kalır. Mesafe dar, niyet sığ. Aynı pencereyi araç bilen ise hiçbir şeye takılmaz, alabildiğine önünde uzanan güzellikleri seyreder. Demek ki gözün huzuru bu ince çizgide. Amaç mı, araç mı?

Küçük Prens’in 10. bölümünden itibaren yeniden bulunan çocukluk ruhuyla gezegenlerin keşfedileceği bir bölüm başlıyor. Küçük Prens’in uğradığı gezegenler ve her gezegende yaşadıkları onun hakikî amacı değil. O, aradığına bütün bunların sonunda ulaşacak.

Uğrunda yola çıkılacak şey, yolcuyu “Hakikat” kapısına götürür ve kapıda şu yazı okunur: “Ancak kendini bulanlar bu kapıdan girebilir.” Pilot, henüz kendini bulamamıştır. Pilot’un ve iç âlemindeki Küçük Prens’in önünde uzun bir yolculuk vardır. Benliğin; nefsin durakları daha bitmemiştir.

Ne zor imiş seni bulmak.
Bazen yakın, bazen uzak…
Tepelerden doğar şafak;
Hak Nur’uyla uyan da gel.

Exupéry bu yolculukta ziyaret edilen her gezegenin penceresinden içindeki “ilahi öze” varmaya engel olan nefsinin bir perdesiyle karşılaşıyor. O güne kadar varlığından habersiz olduğu engeli çocuk safiyetiyle görüyor. Ve sonra da çocuk sadakatiyle kaldırıyor önünden. Ve perdeler kalka kalka aranılan hakikat, çölde kum dağlarının ardında “gönlün gözü”yle bulunacaktır: Adı, “Ab-ı hayat.”

Her köşende zevk ü sefa,
Türlü arzu, türlü cefa.
Arzuları ata ata,
Ab-ı hayat; Canan’da gel.

Ab-ı hayat. Hayat suyu, sonsuz yaşam kaynağı; yani İlahî aşk. Allah’ın “el-Hayy” isminin hakikati. “Hayy Sahibi” dilerse diriltir. Çölü yeşile döndürür. Kuruyu yaş eder. Yaradan kulunun istemesini dilemiş. Kul isteyecek ki, O versin.

Senin istemen, O’nun için olmalı. O’nun için istenilende yok olmak yoktur. Onun için bu seyahatte gönülle uyuşmayan benliğin her rengi, tek tek silinecek ve varoluşun solmayan gerçek rengine; sonsuzluğa boyanacak.

Bir uygarlık artık kesinlikle icatlarından yararlanmaya değil, sadece yaratma coşkusuna dayanıyor. Ve hekiminden artık hastasının durumuna müdahale etmesini isteme. Öncelikle tavır ve tutum önemlidir, çünkü amaçlar sadece görünüşler ve keyfî aşamalardır ve nereye gittiğini asla bilmezsin.

Ve bu dağın zirvesinin ötesinde başka bir dağ zirvesi var. Ve sadece kurtarma dini söz konusu olduğunda bu insanın ötesinde kurtardığın başka bir şey var…

Ve eğer karşılığı olan bir amaç için hareket ediyorsan, sen bir tüccarsın ve insan değilsin. 

Dilin icadından başka bir şey olmayan aşamalar konusunda hiçbir şey bilemezsin. Sadece tek yön… Önemli olan sadece bir yere doğru gitmektir ve varmak değildir; çünkü hiçbir zaman hiçbir yere varılmaz. Varılan yer sadece ölümdür.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.169

.Demek ki gönlün aradığı bu ince çizgi üzerinde.
.Evet. Amaç mı, araç mı sorusuna verilen cevapta?

.Aynı soruyu hayat için sorsak… Hayat amaç mı, araç mı?
.Bunu an için, saat için, gün, yıl, zaman için de sor ve bekle cevabını.

Zamana bakan kişi, o daire içinde başına gelenleri görür. İyiyse güler, kötüyse ağlar ve gördüğüne taş atar ve kırılır cam.

Zamandan bakan ise, başına gelenlerden öteleri görür, izler. Nedenini, hikmetini düşünür. Sabaha ayrı, akşama ayrı anlam yükler. Şükürle dillenir ve camı açar; yücelere dalar, huzuru heceler.

Yolculuk, insanın kendi içine doğru yürümesidir.  

Bir seyyah iseniz eğer, vaktin oyuklarını bulacak ve burada eğleşeceksiniz. Yok bir turistseniz, siz aslında yolcu değilsiniz.

Yolcu, yolu ruhuna nakşeden kişidir. Öyle ki yol bitmiş gibi göründükten sonra bile döne döne o yolu yürür, ondan öğrenir.

Dış âlemde gördüklerimiz bizi iç âlemimizin keşfedilmedik mağaralarına götürmüyor, içimizin daha önce hiç bilemediğimiz sokaklarına bir ışık düşürmüyorsa, dış dünyada attığımız adımlar içimizde yankılanmıyorsa, gitmek neye yarar?

Kemal Sayar / Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez / s.107

Bu yolculuk birbirini takip eden arınma kurnalarında yıkanmak gibi. Ve fıtrat madenimiz ne ise, bu kurnalarda bütün atıklarından kurtuluyor. Gerçeğine varıyor; yani kendi oluyor. Madenini keşfeden üretmeye başlamaz mı? Ve kalp de ürettiği sevgisini bütün varlığa dağıtmaya başlıyor.

Bakmasını bilmeden; görebilmenin sırrına ermeden yola çıkmak boşuna. Yolculuk diye çıktığımız süreç hayatın ta kendisi. Boşuna atılacak adımlara yer yok. Kemal Sayar’ın ifadesine göre insan yolculukta turist değil; seyyah olmalı.

Turist gittiği, gördüğü her yerin fotoğrafını çekerken tefekkür etmez, gördüklerini okumayı bilmez. Duygularıyla iç âlemine açılmaz. Sadece deklanşöre basar ve bir kıvılcımlık arzuyla kaydeder.

Seyyah ise bulunduğu yerle ruhunda buluşur, adeta eşyanın ruhuyla sohbet eder. Görülenler, yaşanılanlar tefekkür edilir. Gözler değdiği her şeyi kalbin bakışıyla süzer; fark eder. Varlıkla ağlanır, varlıkla gülünür. Orman derinliğinde, yamaç dikliğinde, asırlık taş bir duvara yaslanmış yeşillikte, eski bir keman telinde nefesler başka alınır. Her şey kendisine verilen bu ehemmiyetle sırlarını açar; dile gelir.

Gözyaşıyla orman olur.
İçinde gez, düşünü kur.
Arınan göz, güzel okur;
Arif olan insanda gel.

Görebilen gözlerin, arifane duyabilen kalbin beraberliğindeki yolcu, hakikatini ararken her adımında tüm kâinatın soluğunu hisseder. Her mesafe alışta idraki açılır, görüşü keskinleşir. Neden bu adımı atıyorum? Niçin böyle davranıyorum? Yapmam gereken nedir? Sorular birbirini takip eder. 

Ama gerçek anlamda yürüyen biri, ayak topuklarını taşlarda eskitir, dikenli bitkilerle mücadele eder ve taş toprak yığınlarının üstünde tırnaklarını kanatır. Çünkü bunlar ona, tırmanışında bir bir aşması gereken bütün basamakları vermiştir. Ve su… Onu yavaş yavaş bedeni, kasları, avuçlarındaki şişlikler, ayaklarındaki yaralarla yaratır. Çelişkili gerçeklikleri yoğurarak, karıştırarak suyu bilek gücüyle taç çölünden çıkarır… 

Hamur yoğuran fırıncının hamurun yavaş yavaş sertleştiğini, adeta kendisine direnen kaslarla büyüdüğünü, kırması gereken düğümlerle donandığını hissetmesi gibi…

Ve böylelikle ekmeği yaratmaya başlar. Şiirine ya da heykeline içinde kaybolduğu bir özgürlük içinde başlayan şair ya da heykeltıraş gibi…

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.176

Bana öyle geliyor ki Küçük Prens’in, çocuk kalbinin şaşkınlıkla karşıladığı varlıkları, bizler hem objektif hem de sübjektif olarak değerlendirmeliyiz. Aşırı derecede tek yönlü yaşam tasarıları ve duygu yoksunluklarıyla bu insanlar, günlük yaşamda sürekli olarak karşıma çıkar.

Saint-Exupéry, Küçük Prens’in gezegenlere yaptığı kısa ziyaretlerle beni kendi ruhumun kafesinin ortasına ulaştırır. Şairane parabolüyle adeta Kafka’nın “içimizdeki donmuş deniz” için kullandığı “balta”yı eline alır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.38

Tüm nehirler deryaya akıyor ve tüm duygular kalbime. Deryayı derya eden; yücelere yükselen dalgaları, rüzgârı, derinliği, içinde yaşayanlar, sedefi, incisi, mercanı. Su donarsa derya ölmeye başlar. Kışın donduruculuğu suyu buz etti. Buzunu kırmalı o zaman.

Çağın donduruculuğu ise sineyi hissiz etti; aynı buz… Tutsan elini acıtır, yakar. Baksan ardını göremezsin. Kafka’nın dediği gibi al eline baltayı; vur buzun üstüne. Buz kırılırsa yaşam uyanacak ucundan; balıklar, dalgalar uyanacak. Mesele… Var mı buzu kıracak baltan?

Söz ya da kitap aracılığıyla aktarmak kesinlikle mümkün değildir. Çünkü söz konusu olan içsel tavırlar, özel bakış açıları, dirençler ve atılımlar, düşünceler ve şeyler arasındaki ilişki sistemleridir. Ve bunları açıklamak ya da bunların sunumunu yapmak istersem bunları kendi içlerinde parçalara ayırırım ve geriye hiçbir şey kalmaz.

Aşka davet eden ve keçilerden, koyunlardan, evlerden ve dağlardan söz etmekle birlikte hiç sözünü etmediğim ve içindeki hazine sözle değil, aşkın zincirlenmesiyle aktarılan mülk için de aynı şey söz konusudur. 

Bir aşktan ötekine bırakılır bu miras. Ama kuşaktan kuşağa ilişkiyi bir kez koparırsanız o zaman bu aşk ölür.

Ve ordunuzda büyükler ve küçükler arasındaki ilişkiyi bir kez koparırsanız o zaman ordunuz boş bir evin cephesine döner ve ilk darbede yıkılır.

Değirmenciyle oğlu arasındaki ilişkiyi koparırsanız o zaman çok kıymetli değirmeni ve ahlakını, gayret ve çabasını, açıklanamayan binlerce el emeğini akılla doğrulanamayan ama var olan -çünkü gördüğümüz şeylerin içinde gömülü biçimde bulunan akıl, kelimelerde bulunan akıldan çok daha fazladır- binlerce tavrı kaybedersiniz.

Onlardan sadece içinde resimden ve hiçbir etkisi olmayan yansımalardan başka bir şey bulunmayan, deneyimler karşısında boş olan küçük kitabı okuyarak dünyayı yeniden kurmalarını istersiniz. Ve insanı ilkel ve çıplak bir hayvan haline getirirsiniz. Birbirleri aracılığıyla sürüp giden, gelişmekte olan insanlığı ve büyüyen ağacı unutursunuz.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.100

Çekirdekten ağaca bir yol uzanıyor. Varlığın yaşam suyu gövdeye, dala, yaprağa ve her zerreye uğraya uğraya meyveye varıyor. Bir zerrenin ihmali bu yolu keser. Bir duyguyu önemsemeyen, kurumaya adım atar. Ağacın değeri meyvesinde, gölgesinde… İnsanın değeri insana verdiği emeğinde. Binalar kursan, adı emek. Bir tas ayran dağıtsan da adı emek. Emeğin kıymeti niyetinde. Niyetin rengi Allah’ın ilminde.

Yaradan’ın razı olduğu, O’nun isimlerinin rengiyle bezenen ahlak, insanlığın; hepimizin kurtuluşu. Yollara düşmeden, gezegenlere uğramadan, çölleri geçmeden, ab-ı hayatla yıkanmadan olmuyor… kazanılamıyor.

Dorukta gün; kullukta er.
Tüm hakikat buymuş meğer.
Hak ahlakı sırrı çözer;
Onun ile bezen de gel.

‘Küçük Prens ve Gülü’ İllüstrasyonu © Barbara Lucinelli

1. Yasaya, töreye uygunluk, geçerlilik, yasallık.
2. Tapınma, din.
3. Başlangıcı olmayan, eski.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply