Bilimin Arkada Kalan Yüzü

0

Hayatın hiçbir anı boşluk kabul etmiyor. Yoldaki her çukur, yolcunun derdi. Boşluk, zamanda, mekânda anlamını yitirmiş kör noktalarımız. Onları doldurmak, varoluşumuza, içimizdeki cevhere atılan adım demek. Kendimizi el yordamıyla değil, aynada görür gibi bulmak demek. Ancak tatminsiz, doldurulmamış duygular, en büyük engelimiz.

Günümüz dünyası teknoloji, rasyonellik, evrensellik, akılcılık rüzgarlarına kapılmış sendeliyor. Sendelemeden emin adım atabilmek için iç ve dış dünyaları bütünleştirmek lazım. Yaşama gülerek bakış, manevî güneşin doğmasına bağlı. Sevgi, şevk, heyecan, hayal… Bütün bu duygular insanı ileriye atılım yaptıracak dinamikler. Çünkü hayal düşünce âleminin boşluklarını doldurur. Hayalsiz düşünce kurulamaz. Düşüncesiz hayallerde yol alınamaz. Sevgi, sığamadığımız manaların sınırlarını genişletir. Şevk ve heyecan idealleri doğurur. Bunlarla beslenen gözlemler, edinilen bilgiler, tecrübeler, bizi yeni ortamlara götürür.

Ancak her yeni ortam bir hakikati ortaya çıkarmalı; yenilik denilenin insanoğluna yararı olmalı. Yararı yoksa neden çıkılır yola? Neden bunca eziyet çekilir?

Coğrafyacı çağın rüzgarlarına kapılmış sendeleyenlerden. Korkuları yoğun. Onun için yoluna emin adımlarla çıkamıyor. İç dünyasındaki boşlukları dolduramıyor. Tedirginliği, güvensizliği bundan. Cilt cilt kitaplar onun sığınağı olmuş. Belki de kendini aynada olduğu gibi görmek istemiyor.

Küçük Prens’in uğradığı her gezegende karşılaştığı abartılı tipin arka fonunda gizlenmiş bir memnuniyetsizlik ve kendisinden hoşnut olmama hali var. Coğrafyacı bu hali devamlı yaşamaktan ürküyor. Böyle hissetmemenin çaresini de fenerci gibi hızlı ve monoton bir çalışmada bulmuş. Geçmişle sorunu yok; ama olduğu gibi görünemediği için halden korkuyor. Kendi benliğini bulamayan insan, yarına saklanırmış. O da saklanıyor.

İnsan neden hakikatten kaçar? Unutmak için. Gerçeği neden unutmak ister? Çünkü doğmak kadar ölüm gerçektir. Büyümek kadar hastalanmak, kazanmak kadar kaybetmek. Ve bu dünyanın, çiçeklerin, dağların, okyanusların geçiciliği gerçektir. Yaradan’ın dışında her şey geçici ve fanidir. Coğrafyacının yanılgısı işte burada başlıyor. O kalıcılığı sadece büyüklükte, güçte zannediyor. Kayalara önem verirken, küçük şeyleri hesaba bile katmıyor.

Büyük şeyler küçük şeyden güç alır. Denizde küçük damlaların direnişi olmazsa pervane nasıl gemiyi ilerletir. Küçüklük büyüklük de ne? Bazen gemi batar da küçük kayık kurtarır.

Vücut denen fabrika, bir hipofiz guddesi çalışmazsa çalışmaz.

Hardal tanesi büyüklüğündeki insan belleği ise beyinden koparılırsa insan korkunç bir karanlık ve hiçlik içerisine düşer.

Vücuttaki trilyonlarca hücreye her an oksijenin yetiştirilmesi gerek. Bu hayati görevi, ancak mikroskopla görülen kandaki alyuvarlar yapar. Akciğerden oksijeni alır. Kalbin pompalamasıyla tüm vücuda dağıtır. Sonra da karbondioksiti alarak tekrar akciğerlere döner.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.20-21  

‘Gelip geçici de ne demek?’ ‘Coğrafya kitapları, kitaplar içinde en önemli olanlarıdır. Hiçbir zaman eskimezler. Bir dağın yer değiştirdiği çok enderdir. Bir okyanusun sularının çekilmesi de. Biz kalıcı şeyleri yazarız.’  

‘Ama sönmüş volkanlar yine alev püskürtebiliyorlar.’ diye karşı çıktı Küçük Prens.

‘Gelip geçici de ne demek şimdi?’

‘Sönmüş ya da sönmemiş, bizim için fark etmez,’ dedi coğrafyacı. ‘Bizim için önemli olan onun bir dağ olduğu. Bu değişmez.’

‘Ama gelip geçici de ne demek?’ diye Küçük Prens yine sordu. Yanıtını almadan bir sorunun peşini bırakmazdı hiçbir zaman.

‘Gelip geçici demek, hızla yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olmak demektir.’ 

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.70

Sönmüş ya da sönmemiş, bizim için fark etmez,” denilen her varlık, içinde bir yaşam mücadelesini yaşar. Bu mücadele coğrafyacının umurunda değil. O varlığın nabzını tutmuyor. Varlığın hayat damarlarında akanlardan habersiz. Ne mekanla ilişki kurabilmiş ne de zamanla diyaloğa girebilmiş. Heyecanın, parmak uçlarından çiçeğe ve böceğe nasıl aktığını bilmiyor. Tutulan, okşanan varlığın ruha verdiği hazzı hiç tatmamış. Gözleri harikuladeliklerle için için kaynamamış. Onun ilgilendiği sadece kâğıda yazacağı deliller.

Gerçekte ben dağı anlatmıyorum, gösteriyorum. Ama göstermekle kavramayı karıştırıyorum. Ben zaten bilen gösteriyorum; ama bu bilen kişi bilmeseydi, kırıkları, çatlakları, yuvarlanan taşları, lavantalı bayırları ve yıldızlara uzanan engebeli doruklarıyla bu dağı ona nasıl anlatabilirdim? Ve ben biliyorum ki bu dağ kesinlikle yıkılmış bir kale ya da halatları çözülmüş, istenilen yere götürülen ve nereye gittiği belli olmayan bir gemi değil, iç çekim yasalarıyla ve bütün yıldızların sessizliğinden daha görkemli sessizliğiyle harika bir yaşamdır.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.119

Günümüzdeki insanlık tablosuna baktığımızda kendini inceleyip düzeltmeye yaklaşmayanların başkasını etkilemek için nasıl bilgi hamalı olduklarını görebiliyoruz. Dağı bir sembol kabul edersek; dağı bilmeyen diller, dağı bilmeyenlere dağı anlatıyor. Olayı yakından görmeyenler, görmeyenlere kitap üzerinden olayı gösteriyor. Belki bu sebeple neden, niçin sorularından kaçınıyoruz. Çünkü bu sorular insanı olayın derinlerine götürür. Derinde kaybolmamak için veya üşendiğimizden oralara hiç inmiyoruz.

‘Heykeltıraş, eserinin ağırlığıyla ağırdır. Nasıl yoğuracağını bilmemiş olması pek önemli değildir. Parmak darbesi vura vura, yanıla yanıla, tezatlara düşe düşe, lüleci hamuru aracılığıyla, doğru yaratacağı şeye yürüyecektir. Ne hüküm ne akıl yaratıcı değillerdir. Heykeltıraş sadece ilim ve akılsa, parmaklarında yaratıcı güç olmayacaktır.’ 

Aklın ifade vasıtası olan kelimeler için de aynı gerçek mevcuttur. Kelimeler ‘yetersiz haznelerden’ başka bir şey değildirler. Kelimelerle esas olan sevgiyi aşılamak ve o sevgi yönünde yol göstermek imkansızdır.

Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.365
Doç. Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.95

İnsanoğlu kendi elleriyle oluşturduğu sunî bir dünyanın içinde bocalıyor. Merkezinden çıkmış fırıldak gibi savruluyor. Çağın felsefesinde boşluklar, insanın içinde boşluklara sebep.

Ruhun yurdum diyebileceği bir yer değil bu modern dünya.

En büyük felaket merkezin kaybedilişi ve ruhu, dış çeperin kaprislerine terk ediştir. İnsan olmak merkezde olmaktır, merkez olmaktır.’

Frithjof Schuon / Yansımalar / s.29

İçimde bana sığmayan bir ‘ben’ var. Kalbimi, beynimi savuran, elimi, ayağımı dolaştıran, bedenimde sıkıştıkça fışkırmak isteyen bir ben. Ne mekanı kaldığım yer gibi, ne zamanı yaşadığım ana benzer. Benim kollarım, onun kanatları var. Benim yollarım var, onun ufukları. Bedenimde bana sığmayan bir nefes var: O ‘ben’ benim ruhum. Sevgiyle coşuyor, hayalle kanatlanıyor. İyi olanın peşinden koşan, hakkın hep yanında olan bir ben. Özgürlük, onun soluklandığı hava. Güzellik onu doyuran gıda.

İnsanoğlu, bedeninin ve ruhunun bu ilişkisiyle inişleri ve çıkışları yaşıyor ezelden beri. Zaman geliyor; bedenin yumuşacık sardığı ruhla güzelliklere imza atıyor. Barışın, huzurun tadını çıkarıyor. Zaman oluyor; nefsin zaaflarına tutsak bedeninde ruhunun soluğu kesiliyor, hırçınlaşıyor. Önce kendi bedenini, sonra çevresini yakmaya, yok etmeye başlıyor.

Keşifleri gerçekleştiren o. Uçamayan bedeni için uçak yaptıran o. Kainat; bütün varlık onun dostu. Aklın ve kalbin pencereleri açıksa varlıkla, tabiatla iç içe yaşıyor. Fakat tutkunun perdeleri inmişse aklına ve kalbine; kainatı anlamsız görüyor, varlıktan, tabiattan uzaklaşıyor; hatta korkuyor.

Aydınlanma, ‘logique du coeur’ü; yani ‘kalbin mantığı’nı öldürmüştür. Rönesans ve güçlenen burjuvazi döneminden beri büyük düşünürlerin geliştirmiş oldukları ‘Modernite Projesi’, bilimin hizmetinde doğaya tamamen hükmetmeye ve ondan tüketene dek istifade etmeye yönelmiştir.

Modern kozmik dünya görüşünün ve uzay mekaniğinin kaşifleri Kopernik, Galilei veya Newton, insanoğlunun kan dolaşımının kaşifi İngiliz Doktor Harvey ya da Güçlerin Ayrılığı Teorisi’ni ortaya koyan Montesqiue, bitki familyalarının sistematiğini kuran Linné, kaydî para transferi buluşuyla İtalyan bankerler veya maden mühendisleri… Hepsi

‘Modernite Projesi’ni yürüttüler: Aydınlanmanın ışığıyla yerküreyi gün gibi aydınlatmaya ve onun tüm sırlarını gün ışığına çıkarmaya çalıştılar.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s. 82

Ahlak, bilim ve sanat her çağda insanlığı ayakta tutan, dönemine anlamlı işler yaptıran üç değer. Birbiriyle beslenen, beslendikçe insanoğlunu kainatla bütünleştiren üç cevher. Ahlakla kalbin ve vicdanın nefeslendiği; bilimle aklın ışıldadığı; sanatla ruhun yüceldiği üç iksir. Ancak birbirinden koptuklarında yaşanılanlar insanı varlıktan ve Yaradan’dan uzaklaştırıyor. Bu uzaklıkla iç dünyası perişan olan insan, dünyada bir tat bulabilmek ve kendini, toplumu ayakta tutabilmek için durmadan yeni projeler, sistemler, düşünceler üretiyor. 17. yüzyıl civarında Avrupa’da ortaya çıkan ‘modernite’ de böyle bir sistem. Akılcı düşünce biçimine dayanan bir dünya görüşü. Kaynağı, Modernizm. Modernizm ise bir aydınlanma projesi.

Modernizm latince ‘modo’dan türetilmiş; hemen şimdi, içinde yaşanılan şu an anlamında.

Modernleşen toplumda manevî değerler zayıflamaya, sorumluluk hissi ortadan kalkmaya başlıyor. Gelenekten kopukluk, Tanrı fikrinden uzaklaşma yaşanıyor. Bunların neticesinde insan benliği öne çıkıyor.

Geçmişten kopuk, varlıktan uzak, Yaradan’ı unutmuş, sadece kendi benliğine tutunmuş, duyguları sönük böyle bir dünyanın havası Küçük Prens’i bunaltmaya başlar ve coğrafyacının söyledikleriyle endişelenir.

‘Benim çiçeğim hızla yok olma tehlikesiyle mi karşı karşıya?’

‘Kesinlikle öyle.’

‘Çiçeğim gelip geçici,’ dedi Küçük Prens kendi kendine. ‘Kendini her şeye karşı savunmak için yalnızca dört dikeni var ve ben onu gezegenimde yapayalnız bıraktım!’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.71

Dostluk hissi, sevgiyi, yardımlaşmayı, bir olmayı getirir. Korku ise hükmetmeyi ve ezmeyi. İnsanoğlu bu ikilem içinde hep gidip gelmiş. Tabiat olaylarından; gök gürlemesinden, şimşek çakmasından, fırtınadan, afetlerden çoğunlukla korkmuş. Bazen merak etmiş, araştırmış, incelemiş, mücadele vermiş. Tabiat olaylarından örnekler toplamış. Onu aynı bir laboratuar olarak değerlendirmiş; modeller üretmiş. Ve adına bilim demiş.

1650 yılında ölen René Descartes, Ortaçağ ve Yeniçağ arasında düşünce tarihindeki duraklamanın özellikle altını çizdi. Fransız filozof, kendisi için varoluş kanıtı olan ‘cogito, ergo sum’ yani ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ sözüyle modern çağın ahlakî talebini vurguladı. İnsan düşünen bir varlık olduğu için kendini doğanın efendiliğine yüceltebilir. Bunun koşulu insanın doğayı bir makine kadar ruhsuz analiz etmesi ve kullanmasıdır. Descartes şeffaf ve bilimsel bir düşünme yöntemine, mantıksal-matematiksel kanıt göstermeye büyük önem verdi. Böylece yöntem bilimsel açıdan bilimin zihnini kurdu.

Descartes insan bedenini salt rasyonalizme ve mekaniğe dayandırarak tanımladı. Bedenimizin makinesinden söz etti ve laboratuarlarda işkence ettiğimiz hayvanları hissiz otomatlar olarak nitelendirdi.

İnsan bedeni bir makine ise onu bir makineyle kıyaslayarak anlamak, parçalara ayırarak incelemek ve tekrar işler duruma getirmek mümkündür. Modern çağın en önemli filozoflarından biri olan Descartes bu görüşüyle ruhu bedenden sürdü. Tüm yaşam süreçlerinin nedensellik prensibinin kayıtsız şartsız hakimiyetine tabi kıldı.

Yaklaşık üç yüz yıl sonra bir başka önemli bilim adamı, Alman asıllı Patalog Rudolf Virchow ise mantıklı olduğu kadar tek taraflı bir açıklama getirdi: Binlerce insan bedenini otopsiyle incelemiş ve asla bir ruh bulamamıştı.

Görülüyor ki ‘Kartezyen(1)’ bilim adamlarının ve Saint-Exupéry’nin dur durak nedir bilmeyen çalışan coğrafyacısının tatbik ettikleri, bir yönüyle bir düşünce devrimidir.

Bu devrim, dünya ve insan anlayışından irrasyonalizmi(2) çıkarır. Buhar makinesinden atom bölünmesine(!), elektrikten penisiline kadar bilimlerdeki şiddetli ilerlemeler, nedensellik prensibinin bu ruhsuz düşünce devrimine dayanır. Bu bilimin ön yüzüdür.

İnsanlar bilimin arka yüzünü genellikle görmezler. Bilimin arka yüzü bütünsellik, manevilik ve her şeyden önce sorumluluktan yoksundur: Hiroşima ve Çernobil teknolojik çılgınlığın felaket tellallarıdır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s. 83-84

Bilim insanın bazen övüncü, bazen utancı olmuş. Varlığa karşı sorumluluk görevini ve bilimi doğru kullandığında keşiflerle insanlığa güzellikler, sosyal yaşama kolaylıklar, imkanlar sunmuş. Buluşlarla hayatlar kurtarmış. Ama bilim alanında hiçbir ahlakî sorumluluk hissetmediğinde tabiat kaynaklarını kurutmuş, zenginlikleri yağmalamış ve kendi bindiği dalı kesen adam gibi kendi hayat damarlarını kesmeye başlamış.

Bütün kainat bir ağaç gibi. Tohumdan meyveye bir yol uzanıyor. Menzili meyve bu yolculuğun. Kök, gövde, kabuk, dal, yaprak; ağaçtaki her özellik tohumda mevcut. Her şey, ağacın meyve vermesi için seferber olmuş. O zaman meyveden beklenen, ağaçtaki hayatı devam ettirmesi. Çünkü ağacın merkezi meyve.

Taş, toprak, güneş, hava, bitki, hayvan ve hepsinin hizmetine koştuğu meyve; insanoğlu. O zaman insandan beklenen de yaratılmışa olan sorumluluğu. Çünkü kainatın merkezi insan. İnsanda merkez ise Yaradan.

Tanrı evrenden çıkarıldığında, evren bir kayalar veya buz yabanına dönüşür; hayat ve sıcaklıktan mahrum olur ve kamilen gerçek olana ilişkin bir sezgisi olan her insan bunun gerçeklik olması gerektiğini kabul etmez; çünkü gerçeklik kayalardan oluşsaydı, onda çiçeklere veya herhangi bir güzellik ve tatlılığa yer olmazdı.

Frithjof Schuon / Bir Merkeze Sahip Olmak / Akletmenin Önceliği

İnsanı değerli kılan şey ne onun dünyevi kültürüdür, ne de onun pratik ve yaratıcı zekasıdır, fakat onun Mutlak’ın zatına karşı olan tutumudur.

Ve Mutlak’ın anlamına sahip olan kimse, insan ile bakir tabiat arasındaki akrabalığı asla unutmaz; çünkü tabiat bizim kaynağımız, bizim doğal vatanımız ve Tanrı’nın en şeffaf Mesajı’dır.

Frithjof Schuon ile bir mülakat

Kainatla ve Kainatın Sahibiyle bağı kopmuş insanın aklı karanlık, kalbi bulanık, vicdanının ibresi bozuktur. Hangi çağda, hangi coğrafyada ve hangi imkanlarla olursa olsun ürettiği mal bereket getirmez, huzur vermez. Sabahtan akşama onca emekle kazanılan lokmanın boğazda düğümlenmesi gibi bir şeydir bu gerçek. Yaradan’dan, kalpten, ahlaktan kopuk bilim de insanlığın yaşamında düğümleniyor. Hiroşimaların ve Çernobillerin düğümleri hâlâ çözülemedi. 

Elbette Saint-Exupéry coğrafyadan veya bilimlerden vazgeçme gerekliliğini savunmaz. Yazar bizim bilimin iki yüzünü düşünmemizi sağlar. Bilim tıpkı Roma tanrısı İanus gibi iki yüze sahiptir; ona bakan kişi sadece onun bir yüzünü görür, diğer yüzü başının arkasındadır. Güneş gören yüzü parlak aklını, şeffaflığını ve pratikliğini, arkada kalan yüzü ise ekolojik dünya unutkanlığını ve potansiyel yok etme niteliğini yansıtır.

Friedrich Nietzsche bilimin bu iki yönlülüğünü keskin bir zekayla analiz etmiştir. ‘İnsanî, fazlasıyla İnsanî’ adlı çalışmasında hayranlıkla şöyle der:

Bilimdeki en iyi şey soğuk havadır. ‘Ahlakın Ötesinde Gerçek ve Yalan Üzerine’ adlı eserinde ise şöyle bir eleştiri getirir: Bilim büyük ıstırap çeken insanların yanından merhametsiz soğukluğuyla duraksamadan geçip gider.

Nietzsche her şeyden önce bizlere gün doğumunun kızıllığını düşündürür ve işte bu noktada karşımıza coğrafyacı çıkar: Bilim bugüne dek öğrencilerinin ahlakî sınırlılığı yüzünden geri kalmıştır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s. 84

Onun için bilimin, teknolojinin, tüm buluşların temelinde sorumluluk hissi, ahlakî eğitim olmalı. Kazanılan ahlak ile varlığa madde gözüyle bakılmamalı. Madde zannedilenin ardındaki can, güzellik görülebilmeli. Madde denilenlerin arasındaki dayanışma, yardımlaşma hissedilebilmeli. İşte o zaman insanoğlu yaradılıştaki hakikate varabilecek ve aklını karmaşadan, kalbini bulanık sulardan, ruhunu kapattığı kaostan kurtarabilecek.

İlk kez pişmanlık duymuştu. Ama hemen kendini topladı.

‘Buradan sonra nereye gitmemi önerirsiniz?’ diye coğrafyacıya sordu.

‘Dünya’ya git,’ dedi coğrafyacı. ‘İyi şeyler duydum orası hakkında.’
Ve Küçük Prens aklı çiçeğinde yola koyuldu

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.71

Görmesini bilirsen her şey konuşacak seninle. Görebilmen için sevmen gerekiyor. Kıvamında sevdikçe renklenecek yaşamın. Yalnızlığından kurtulacaksın. Çevren, varlığın sesiyle şenlenecek. Tek Olan’ın mülkünde kalbinle yöneldiğin her şeyi anlamak isteyeceksin. Anladıkça keşif yollarına çıkacaksın. Varoluşun can damarlarında dolaşacak, onlarla can olacaksın. Parmakların bir heykeltıraş gibi varlığın ruhunu arayacak ve sen dokuna dokuna onun içindeki cevheri bulacaksın.

İçerimde bir sezgi
Bilinmezliği anlatır sözleri;
Peşine düşmüşüm…
Dudağımda tat,
Başımda gölge, zaman.

Bir çocuk,
Gülümser; döşer gözlere
Yaşam sevincini.
Bir kedicik,
İleri-geri kavislenir;
Kalmaz yürekte ağırlık.
Adım adım nota
Bir gönül bulutunda
Sabah sesleri…

Bulut aralı,
Bereketi yayılı gökyüzünün.
Çiçek, yaprak, her şey uyanmış.
Aslını bulmaya çıkmış
Yollarda ayak izleri…

Hiç kimse yaşamasın yalnızlığını
Kovuğunda; istemem.
Bir bütünü oluşturmak için
Toplanıyor çevrem.

1. Kartezyen: Fransız filozofu Descartes’ın Latince ismi olan Renatus Cartesius’tan türetilmiş. Dekartçı, Descartes felsefesini benimsemiş kimse.
2. İrrasyonalizm: Rasyonalizme tepki olarak doğmuş. Her şeyin akılla çözülemeyeceğini savunan akım. Sezgi, sevgi, duygu ve içgüdüleri bilginin kaynağı sayan görüş.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply