Beraber Geldik, Beraber Gidiyoruz Oysa

0

Küçük Prens’in dünyaya gelene kadar ziyaret ettiği gezegenlerde edindiği dersler, aslında pilotun başından geçen tecrübelerdir. Aynı insanda iki ayrı dünya: Nefis ve kirlenmemiş kalp. Aynı varlıkta birleşen iki kişilik: Yorgun, ümitsiz pilot. Ve içindeki can verici masum öz. Ve ondan gıdalandıkça ruhunun gittikçe dirileştiğini fark eder.

Pilot bu çöl yolunda bir dizi imtihandan geçtiğinin idrakindedir. Uçağı tamir ederken ve su arayışına çıktığında Küçük Prens’le yol boyunca konuşur. Bu konuşmaların etkisi büyüktür üzerinde. Sanki neşeler, acılar bir potada karılmakta, yaralarına merhem olmaktadır. Hayata bakışı, olayları değerlendirişi, varlığa yüklediği anlam artık eskisi gibi değildir. İçinde solgun olan ne varsa renklenir, her şeye apayrı bir mercekten bakmaya başlar. Çölün kendine has bilgeliği, maddî dünya kalıntılarından sıyrılan bedeninde onu ruhuna kavuşturur ve pilot artık yepyeni bir kişiliktir. Bu ruhla kendisine ait yepyeni bir dünya inşa edecektir. Sevgi, anlayış, paylaşıma dayalı bir düzen üzerine kurulacak olan bu dünyada her şeyin bir anlamı vardır. İlişkiler tutsaklığa, zulme dayanmayacak; birlikte insanca zamana, mekâna anlam verilecektir. 

Pilot kendine gelmiştir; ama evrendeki hiçbir şey çocukluğunu bulmadan önceki gibi değildir. Hiçbir büyük insan, özün ne olduğunu bulmak için çaba harcamadığı sürece bunu anlayamayacaktır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.95

Elbette ortada motoru tamir edilen bir uçak vardır; ama bu uçak aynı zamanda pilotun diğerleri ile birlikte yaşamak için ihtiyaç duyduğu, onu yalnızlığa mahkûm eden ve olayları anlamasına engel olan şeyleri de temsil etmektedir.

Pilot bugüne kadar büyüklerin istediği şekilde yaşayan kişiliğini ve arzularının zorladığı maddiyatçılığını terk etmek, çöl kumlarının ortasında yeniden doğmak, ruhuna kavuşmak zorundadır.

Düşüncelerin sonu, pilotun çocuktan ayrılma zamanı… O çocuk ki pilotun kendini bulmasını sağlamış, yetişkin olarak varlığını yeniden yaratmasına, anlam kazanmasına destek vermiştir. Uçağındaki arızayı gidermesine ve böylece ülkesine geri dönebileceğine çok sevinen Küçük Prens’ten başka bir şey istemeye cesaret edemez.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.91

Pilot aklının ve kalbinin el ele verdiği bu yolculuğun nihayet sonuna gelir. Küçük Prens’in geldiği gezegene tekrar dönme niyeti ve pilotun iç âleminde oluşan değişik duygular… ve yeni bir bölüm başlar. Hakikat şehrinin “Ölmeden ölünüz” kapısı açıktır ve pilot bu kapıdan geçmek üzeredir.

Benim bilmediğim bazı tasarıların var galiba,’ dedim.

Yanıt vermedi. Onun yerine,

‘Biliyor musun?’ dedi. ‘Yarın gelişimin yıldönümü olacak.

Biraz sustuktan sonra ekledi:

Şuraya inmiştim.

Birden kızardı.  

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.103-104

 

Bunca güzelliklere rağmen pilot içinde adını veremediği bir hüzünle sarıldığını hisseder. Değerini yeni yeni anladığı elindeki bu inci, sanki parmaklarından kayıp gidecek gibidir. Yepyeni dünyasının sebebi olan bu masum çocuğa oysa neler neler borçludur… 

Ve bir kez daha, nedenini bilmeden tuhaf bir üzüntüye kapıldım. Aklıma da bir soru takılmıştı:

Öyleyse en yakın yerleşim merkezinden bin kilometre uzakta sana ilk rastladığım o sabah, öyle yapayalnız dolaşırken yolunu yitirmiş değildin. İniş yaptığın yere geliyordun?

Küçük Prens yine kızardı. Birazcık duraksayarak ekledim:

Yıldönümü yüzünden belki de?

Küçük Prens yine kızardı. Sorularıma yanıt vermiyordu, ama kızarmak biraz da evet demek anlamına gelmez mi?

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.103-104

Küçük Prens, dünyaya gelişinin yıl dönümünde gezegenine dönme kararı alır. Bu dönüş onu korkutmaktadır. Pilot da küçük yoldaşına karşı yüreğinde gittikçe artan sevgisinden bu yolculuğu istemez. Küçük Prens’in ruh hali, suskunluğu, yüzünün kızarması, pilotun içinde artan endişenin adeta bir göstergesi gibidir. Bir ayrılık vakti yaklaşmakta ve havası bu iki yol arkadaşını iyice sarmaktadır. Çünkü ayrılan, aynı bedende iki dünyadır.

Korkarım ki…’ diye söze başladım, ama beni susturdu:

İşinin başına dönmelisin. Çalışmalısın. Seni burada bekleyeceğim. Yarın akşam yine gel…

Rahatlamamıştım. Tilkiyi hatırladım. İnsan evcilleştirilmeyi kabul etti mi, biraz gözyaşını da göze almalı…

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.103-104

Tilkinin dediği gibi sadece evcilleştirilen, tanınabilir. Emek verilen, özel kılınır. Bunların sonunda elde edilen şey sevgiyse her şeye değer. Bu duygu öyle bir nurdur ki aynı şua gibi, oluşturulan kabukları geçiverir ve içimizde bir yerler filizlenmeye başlar. Başka bir gönlün gözünde özel olmak ne güzel… Başka bir gözde hasret olabilmek ne değerlidir… 

Pilot daha önce pek yaşamadığı bu hassas duyguların tadını aldıkça sadece kalbi değil, varlığa bakışı, hayalleri, düşünceleri de parlamaya başlamıştır. Sanki gündüz gün ışığıyla, gece mehtapla çok farklı algılamaktadır yaşamı. 

.Manevî âlemde “ziya”, ışık kaynağı güneş için; “nur” da güneşin ışığını yansıtan ay için kullanılırmış. Neden?

.Çünkü ziya, ışık demek; nur da ışık kaynağından çıkarak her yöne yayılan ışık demeti. Yaradan insanlara güneşi ziya, ayı da nur kılmış. Çünkü ziya, kaynak olan güneşten geliyor. Bütün güzel duygular, manevî değerler de bedenin güneşi olan kalbimizden. Kalpten gelen ışık, beynin hücrelerinde hazmediliyor ve birer nur; manevî ışın olarak aklı aydınlatıyor. 

.O zaman nasıl aya nurunu veren güneşse, düşünmeyi sağlayan da sevgi gibi kalpten gelen duygular oluyor. Öyle mi?

.Evet. Güneş Yaradan’dan aldığıyla ayı aydınlatıyor. Kalp Mevlâ’sından aldığıyla besleniyor. Beslenme sonucu oluşan öze şuur ve basiret diyoruz. İşte o zaman insanın iç âleminde kara iplik aktan ayırt ediliyor. Körlüğün yerini basiret, gafletin yerini idrak, karanlığın yerini nur alıyor. Bu nedenle Mevlâ’dan kopuk manevî zafiyet, aklı durağanlaştırıp tembelleştiriyor; kalbin ışığından mahrum olan akılda düşünceler donuklaşıyor. Ak ve kara birbirine karıştırılıyor. Tabii fikrî üretim zayıf olduğundan bu durum nefsimizin işine geliyor. 

Nefsin hâkim olduğu yerde gerçek sevgilere yer yok. Nefsin ürettiği duygularla, saf kalbin ürettikleri birbirine hiç benzemiyor. Gerçek sevgide karşılık beklenmiyor. Eğer bekleniyorsa o saf duyguya nice menfaat, hırs, nefret karışmış demektir. Exupéry’nin rahatsızlık duyduğu ve eserlerinde ele aldığı bir konu da bu sevgisizlik…

Sizin sevginizin temelinde nefret vardır; çünkü siz erzakınızı sağladığınız kadında ya da erkekte duruyorsunuz ve yem teknesi ya da yalağın etrafında dönen köpekler gibi işe aşınızı gözetleyenden nefret etmekle başlıyorsunuz. Siz bu yeme bencilliğine sevgi diyorsunuz. Size sevgi verilir verilmez, sahte dostluklarınızdaki gibi özgürce yapılmış bu bağışı uşaklık, kölelik haline getiriyorsunuz ve sevildiğiniz andan başlayarak yaralandığınızı, zarar gördüğünüzü düşünüyorsunuz. Ve bu köleliği daha da güçlü hale getirmek için kölelik gösterisi yapıyorsunuz. Ve hiç kuşkusuz acı çekiyorsunuz. Ve benim nefret ettiğim de bu acı. Ve o an niçin ve nasıl hayran olmamı istiyorsunuz?

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.172

Yerin göğün hamurunda sevgi, her âlemin merkezinde sevgi… Sevgi dilinde ayrım olmaz. Şekiller, mevsimler birbirine muhtaçtır. Siyah, beyaz, kırmızı, sarı, lacivert, mor… Birbirinden farklı renkler. Nokta, çizgi, daire, kare… Birbirine benzemeyen şekiller. Onların bir resimde, bir manzarada, bir desende oluşturduğu güzelliklere bakmaya neden doyamıyoruz? 

Demek farklılıkların ahengi gönlü bu denli mest, ruhu bu denli tatmin edebiliyormuş. Ne acı ki bizler ilişkilerimizde varlıktaki bu hakikati gerçekleştiremiyoruz. Bakışımızdaki, kalbimizdeki, kimliğimizdeki kabuğu kıramıyoruz. Oysa her farklı özün varlığa bakışı sevginin ve düşüncenin sınırlarını genişletir. 

Ve babam özetledi durumu:

Başkalarının hatalarından ya da düşmanının gücünden yakınan biri, bana göre alçak ve haindir.’

Ama kimse bunu anlamıyordu.

‘Gelgelelim, bizim sorumlu olmadığımız kesinlikler vardır…

Hayır!’ dedi babam.

Konuklardan birini aldı ve pencereye doğru götürdü:

Şu bulut neye benziyor?

Karşısındaki uzun uzun baktı buluta: ‘Yatmış bir aslan,’ dedi sonunda.

‘Bunu onlara göster.’

Ve topluluğu ikiye ayıran babam bir bölümünü pencereye doğru götürdü. Ve hepsi onu parmağıyla çizen ilk tanığın gösterdiği yatmış aslanı gördü.

Babam sonra onları yana doğru götürdü ve içlerinden bir başkasını pencereye götürdü:

‘Bu bulut neye benziyor?’

Karşısındaki uzun uzun baktı buluta:

‘Gülümseyen bir yüz,’ dedi sonunda.

‘Bunu onlara göster.’

Ve hepsi ikinci tanığın parmağıyla çizdiği gülümseyen yüzü gördüler.

Babam daha sonra topluluğu pencereden uzaklaştırdı.

Bulutun neye benzediği konusunda aranızda anlaşmaya çalışın,’ dedi onlara.

Ama kimilerine göre kesinlikle gülümseyen bir yüze benziyordu bulut… Kimilerine göre ise yatmış bir aslandı ve hepsi bu işte çıkarları olmadığı halde yemin ettiler.

Olayların aldığı biçim de yaratıcının onlar için sadece uygun bulacağı biçimdir. Ve biçimlerin hepsi de gerçektir,’ dedi babam onlara. ‘Bulut için kabul ediyoruz bunu; ama hayat için doğru değildir diye karşı çıktılarÇünkü savaş başlarsa ve senin ordun düşmanının gücüne göre çok zayıf bir durumdaysa sende şüphesiz ki savaşın sonucunu tayin edecek bir güç yoktur.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.411

Hiç kuşkusuz’ dedi babam. ‘Bulut uzamda1 yayılır, olaylar zamanda. Yüzümü yoğurmak istersem zamana ihtiyaç duyarım. Bu akşam olup bitmesi gereken şeylerle ilgili hiçbir şeyi değiştiremeyeceğim; ama benim tohumumdan yarının ağacı çıkacak. Ve bugün de var bu tohum. Yaratmak kesinlikle rastlantının senin zaferin için saklamış olacağı bugünün bir hilesini keşfetmek değildir. Yarını olmaması gerekir. Hastalığını gizleyecek bir uyuşturucu da olamaz; çünkü hastalığın nedeni her zaman var olacaktır. Yaratmak bir ağacın büyümesi kadar gerekli olan zaferi ya da tedaviyi sağlamaktır.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.412

Suretin kabuğu öyle kalın ki, farklılıkların hikmetini fark edemiyoruz. Gül çok güzel de olsa başka çiçeklerden hiç mi nasibini almıyor? Varlık âlemi sırlar yumağı. Çözüldükçe hiç bitmeyen yollar uzanıyor önümüzde. Sadece görebilmek… bize düşen, sadece görebilmek… Görebilen göz, varlıktaki bu birlikteliğe hiç sahip olma hırsının karışmadığını fark edecektir. Onun için acı yoktur. Acı bizim bakışımıza akseden içimizdeki tutkulardan gelir. Çünkü Exupéry’e göre acı, gerçek sevgide olamaz.

Sen sevgiyi daima en büyük acıları getiren sahiplik çılgınlığıyla karıştırma. Çünkü genel kabulün tersine sevgi asla acı vermez. Ama sevginin zıddı olan mülk düşkünlüğü acı verir. Çünkü Tanrı sevgisini başkalarına götürmek için yolda topallayarak yürürüm. Ve ben Tanrımı kesinlikle köle yapmam. Ben Tanrı’nın başkalarına verdiği şeylerle beslenirim. Ve böylelikle zarar verilemeyecek şeyi gerçekten seveni tanımayı bilirim. Ve imparatorluk için ölen birine imparatorluk kesinlikle zarar veremez.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.172

Sahip olma çılgınlığımız kâinatın ahenginde kapkara bir leke. Ve bundan zarar gören de yine bizleriz. Rekabet, hırs, üstün gelme ve küçük görme bizi iyice yoruyor, ilişkileri zedeliyor. Kapkalın yalnızlıkların ardından gün ışığına çıkmak istemiyoruz. Oysa hiçbir şeyin sahibi değiliz bu yolculukta. Bir “gelmiş”le başlayan, bir “gitmiş”le biten bu yolculuğun anlamı ancak “nerden, kimden geldik; nereye, kime gidiyoruz”la anlaşılacak. Yoksa kabuk kırılmadan, kırlara açılan kanatları tanımadan ölen tırtıllar gibi olacağız. 

Ne güzel bir laf Tanrım. Düşünüyorum da sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi, naif yönlerimizin keşfedilmesi, cesaretsizliğimizin anlaşılması, korkularımızın paylaşılması sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ve ne kadar güçlü korunuyoruz kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.

İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler, kirpiler ve kaplumbağalar gibi. Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize? Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi? Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?

Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak, ne çıkar ateşböceği sansalar beni. Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz? Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi, korkaklığımı, sevgi isteğimi en insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup bir kuş gibi uçacağım özgürce. Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine. O da çözülecek belki.

Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince. Oysa bir görebilsek bunu. Kalmadı böyle insanlar demesek. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak. İncinsek, yaralansak. Ne olur bir darbe daha alsak. Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu. Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez. Tekrar, tekrar bıkmadan denesek. Ve kucaklaşsak yeniden. Tıpkı eskisi gibi. Ne olduğunu anlayamadığımız o on beş yıldan öncesi gibi. O zaman fark edeceğiz. Ne kadar özlediğimizi birbirimizi. Neler biriktirdiğimizi, kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.

Beraber geldik, beraber gidiyoruz oysa. Vakit az, paylaşmak, sarılmak için. Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır. Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan. Ve koşullar bir türlü düzelmeyen. Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri. Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkûm ediyor bizleri. Hem hepimiz bir yıldızız. Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.

Rabindranath Tagore

Sen yeşili, ben maviyi severim. Belki ben yeşili, sen maviyi hiç sevmezsin. Ama ikimiz de renkleri severiz, çünkü mesele maviyi, yeşili değil; rengi sevmektir. Sen köpeği, ben kuşu daha çok severim. Belki ben köpekten korkarım ve sen kuşa ilgi duymazsın, ama ikimiz de varlığı severiz. Çünkü mesele köpeği, kuşu değil; varlığı sevmektir. Kalbimiz sevginin tadını, dilimiz tuzluyu tanıyor. Kalbimizin ancak sevgiyle, imanla ayakta kalacağı konusunda birleşebiliyor muyuz? İşte mesele bu.

Yaradan dileseydi aynı istidatları yerleştirirdi ruhumuza. Ama O’nun dileği birbirini tamamlayan, yardımlaşan ve sonucunda aralarında bir ahenk kuran insanlık. Mesele, hepimizde ortak olan nimetleri geliştirebilmek. Çünkü hepimizin fıtratında İlahi değerlere bir meyil, vicdanımızda doğruyu gösterecek bir mercek var.

Aynı şekilde, imparatorluğumdaki bu kargaşa nedeniyle hiç endişelenmediğimden beni de eleştirme. Çünkü bu insan topluluğunu, içinden çeşit çeşit dalın çıktığı bu gövdeyi, özellikle ulaşmaya çalıştığım ve imparatorluğumun anlamı olan bu birliği, halatlarını çok büyük gayretle çeken ekipleri gözetlerken kendini kaybettiğinde, yeniden keşfetmen gerektiğinde, biraz uzaklaşman gerekir. Ve o zaman denizde yüzen gemiden başka bir şey göremezsin.

Buna karşılık halkıma deniz yolculuğu sevgisi aşılarsam ve her biri yüreklerindeki bir ağırlık nedeniyle kendilerini yokuş çıkıyormuş gibi hissederlerse, o zaman onların binlerce özel niteliklerine göre farklılaştıklarını göreceksin. Kimi bez dokuyacak, kimi baltasının parıltısıyla ormanda ağaçları devirecektir. Kimisi de çivi çakacak ve yönetmeyi öğrenmek amacıyla yıldızları gözetleyeceği bir yerde olacak. Bununla birlikte hepsi bir olacaklardır. Gemi yapmak kesinlikle bez dokumak, çivi çakmak, yıldızları okumak değil, çok önemli olan deniz zevkini aşılamaktır ve bu zevk sayesinde sevgide hiçbir şey çelişkili değil, birlik halindedir.

Bu nedenle ben her zaman iş birliği yaparım. Beni büyütmeleri için düşmanlarıma kollarımı açarım. Savaşın sevgiye benzeyeceği bir düzeyin olduğunu bilirim.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.217

Sevgi sayesinde bağlar kurarız evcilleştirdiğimiz insanlarla; dünyadaki bu açık pencere sayesinde buluruz varoluşun anlamını. Varlıkların anlamı başkalarına verdiğimiz öneme, gösterdiğimiz dikkate ve sözcüklerin rüzgarından uzaklaşarak kurduğumuz diyaloglara bağlıdır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.93

Gönlün sesi olmayan sözcükler ne kuru ne tatsızdır… Ağacın sözcükleri ise birbirinden güzel anlamı, lezzeti saklar içinde. Dalların, yaprakların sesindeki cazibe nice varlığı çeker kendine. Ağaca bu ruhu veren Yaradan, onun köklerinden meyveye uzanan yolculuğundaki sadakatini görüyor ve meyveyle taçlandırıyor. Ya sen insanoğlu, bütün esmanın yansıdığı bir aynaya sahip olan! Sen… Neden sen böylesin? Ne zaman meyveni vereceksin insanlığa?

Tanrım, bütün özlemlerin güzel olduğunu biliyorum. Özgürlük özlemi ve disiplin özlemi… Çocuklar için ekmek özlemi ve Tanrı’ya sunulan ekmek özlemi… İnceleyen bilim özlemi ve kabul eden ve yaratan saygı özlemi… Tanrısallaştıran hiyerarşiler özlemi ve dağıtıcı paylaş(tır)ma özlemi. Derin düşünme olanağı veren zaman özlemi ve zamanı dolduran çalışma özlemi. Bedeni cezalandıran ve insanı yücelten ruh arayıcılığıyla sevgi özlemi… İnşa edilecek gelecek özlemi ve kurtarılacak geçmiş özlemi… Buğday eken savaş özlemi ve bunları devşiren barış özlemi…

Ama öte yandan da biliyorum ki bu uyuşmazlıklar sadece dilden kaynaklanıyor ve yükselen insan bunlara biraz daha yukarıdan bakar. Ve anlaşmazlık, uyuşmazlık diye bir şey kalmaz.

Tanrım, savaşçılarımı soylu yapmak istiyorum ve insanların kendilerini verdikleri ve yaşamlarına bir anlam veren mabetleri güzelleştirmek istiyorum. Ama bu akşam sevgimin çölünde dolaşırken ağlayan bir kıza rastladım. Bakışlarını okumak için başını yana eğdim ve hüznü beni büyüledi.

Tanrım, onu tanımayı reddedersem, dünyanın bir parçasını reddetmiş ve eserimi asla bitirmemiş olurum. Büyük amaçlarımdan vazgeçmiş olmam; ama bu küçük kız teselli bulmamış olur! Dünya ancak bu kız teselli bulursa iyi olur. Küçük kız aynı zamanda dünyanın simgesidir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.71

İnsan olunca, yapılan işler, Allah’a hizmetin yansımaları olarak meyvelerini verir. Ancak ‘insan’ın elinde erdeme dönüşür güç. Eğer ‘insan’ olmazsa tutku ve çıkarların aracı olur insan. Özetle söylenirse, acıyan kalbi, ürperen vicdanıyle güçlü insana ihtiyaç var. Buna ‘çocuk’la ulaşabiliriz ancak. 

Kemal Ural / Çocuğu Görmüyor Bu Nasıl Cahil Bir Çağ?

Sırat da köprü;
Bu dünyada sana sunulan da.
İnci kolye gibi dizilir adımların.
Can, masumiyetin kanatlarındaysa…

Ah çocuk! Sen…
Bir dürr-i yektanın2 selamısın
Bizlere.

1. Uzam: Bir nesnenin uzayda doldurduğu, kapladığı yer.
2. Dürr-i Yekta: Benzeri olmayan, tek inci. Farsça.
Mecazi anlam: Hz. Peygamber (sav)


‘Küçük Prens ve Pilot’ İllüstrasyonu © Kim Minji

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply